Türk Tipi Başkanlığa sandıkta ve hayatta hayır – Nil Mutluer

Nil Mutluer’in yazısı artigercek.com sitesinden alındı

Gündelik siyasetin olmazsa olmazı kulis haberleri memleketten uzak olduğum şu dönemde uzaklığı yakın hissettirdiğinden olsa gerek daha da ilgimi çeker hale geldi. Son günlerde kulisleri ve medyayı meşgul eden tartışma “Abdullah Gül anayasa referandumunda ne diyecek?” sorusu etrafında dönüyor. AKP’nin kurucu çekirdek kadrosundan eski Cumhurbaşkanı Gül’ün AKP içindeki bugünkü ağırlığı tartışmaya açık olsa da kendisi Erdoğan’ın başkanlık tartışmalarını başlattığı dönemde “Türk tipi” başkanlıktan bahsedip buna ilk itiraz edenlerdendi.

Geçtiğimiz günlerde Ahmet Hakan’ın da hatırlattığı gibi, bundan tam iki yıl önce, Abdullah Gül “bir başkanlık sistemi olacaksa, Türk tipi olmasın,  ABD’de olduğu gibi gerçekten kuvvetler ayrılığının açık seçik sarih bir şekilde yazıldığı, demokratik, hukukun üstünlüğüne dayalı  bir sistem olsun” şeklinde bir açıklama yapmış, Erdoğan da ona “Türk tipi başkanlık sistemi olmaz diyorlar, bal gibi olur, neden olmazmış?” mealinde bir cevap vermişti.

O dönemde siyaset bilimci Murat Özbank ne siyaset kuramı literatüründe, ne de Türkiye siyaseti tarihinde o güne dek bilinen bir örneği olmayan “Türk Tipi Başkanlık” modelinin  Erdoğan’ın da hayranı olduğu Necip Fazıl’ın “İdeolocya Örgüsü” isimli bir kitabında tarif ettiği ‘başyücelik’ rejimine gönderme yaptığını bir yazısında hatırlatmış ve Necip Fazıl’ın ‘başyüce’yi tanımladığı şu maddeleri alıntılamıştı:[1]

“- Başyüce kaba ve umumî manasiyle herhangi bir devlet reisi değil, derin ve girift, içtimaî bir remzdir. Bir timsal…

–  Başyüce’nin kendi öz lisanından başka her edâsı ve işi, “Ben milletimin, görünürde en ahlâklı, en bilgili ve en akıllı ferdiyim!” diye ilân edecektir.

– Başyüce Yüceler Kurultayı’nın her şubede lif lif örülmüş kanunlar manzumesine aykırı emir veremez ve vermez; fakat her emri, kanunu tamamlayıcı ve belirtici ayrı bir kanundur. Kanunun birşey söylemediği yerde Başyüce’nin emri, kat’îdir.

– Başyüce’nin bir emriyle hükûmet değişir.

– Bütün hükûmet manzumesi, en büyük mümessilinden en küçüğüne kadar onun adına iş görür.

– Kaza cihazı onun adına işler ve adalet onun adına dağıtılır.

– Başyüce, bütün icra vasıtalarının ve bütün şubeleriyle ordunun başıdır. Başbuğ, doğrudan doğruya Başyüce’nin vekilidir…”

Bu sıraladığımız maddeler bizlere tanıdık geliyor değil mi? Bu maddelerde çizilen çerçeve ile, 16 Nisan’da oylayacağımız anayasa değişiklerinin Cumhurbaşkanına verdiği yetkiler arasındaki paralelliklere, Abdullah Gül’ün çok sevdiği bir ifade ile “insan gerçektenden de hayret ediyor!” Üstelik bu çeşit bir ‘başyücelik’ rejiminin uygulamada nasıl bir şey olabileceğini de iyi biliyoruz. Zira, Gezi sonrasında bu yönde hızlı ve emin adımlar attık ve 15 Temmuz darbe girişiminden sonra  ilan edilen OHAL ile de bir başyücelik rejimini fiilen yaşamaya başladık.

Referandumla istenen başkanlık anlayışı, bir anlamıyla yurttaşlarının bireysel özgürlükler dahil tüm haklarını tehdit altına sokan bir teslimiyet hali. “İtaat et rahat et diyordu” Başbakan. Ancak anketlerde itaat etmeye hevesli yurttaş sayısının bir başyücelik rejiminin tesis edilmesine yetmeyebileceği anlaşıldığında, bu vurgu yerini suni uluslararası krizlerle köpürtülen bir milli seferberlik çağrısına bıraktı. Bu bir manipülasyon ve ne ilk ne de son olacak. Ve bu manipülasyon zaten gerilmiş, kutuplaşmış toplumun dikişlerini hepten patlayacak noktaya taşıyor.

Baskıcı bir ortamda, devletin tüm olanakları kullanılarak,tek yanlı bir medya bombardımanıyla yürütülen evet kampanyasına rağmen, anketler referandumda ‘hayır’ çıkabileceğine işaret ediyor. Peki, referandumdan ‘hayır’ çıktığında var olan hukuk ihlalleri ve baskılar bitecek mi? 7 Haziran seçimlerinde HDP’nin barajı aşma zaferi aksi yönde bir sonuca evrildi. Türkiye çatışma ve savaşa çekildi. Bugünkü iktidarın ‘hayır’ı tolere etmesi kolay görünmüyor. Referandum kazasız belasız atlatılsa ve hayırlısıyla ‘hayır’ sonucu çıksa bile bugün, halen içinde yaşadığımız fiili başyücelik düzeninde yaşamaya devam edeceğiz bir süre daha. Esas o noktada hem toplumsal muhalefeti kuvvetlendirerek özgürlükler için mücadele edilebilmek, yani başyüceliğe, – Türk tipi başkanlığa – sadece sandıkta değil, hayatın içinden de hayır demek çok önemli… Bizi bekleyen asıl büyük sınav da bu gibi…

Nil Mutluer – Artı Gerçek

 

[1] Murat Özbank, “Erdoğan’ın hükümetten isteyip de alamadığı şey ‘başyücelik’ olabilir mi?” – T24, 11 Nisan 2015

İLGİLİ HABERLER

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Balık ekmek yemekle olmaz, Marmara’nın suyunu için!-Mehveş Evin

Ne yazık ki müsilaj felaketini balık yemek, denize girmek, denizin yüzeyini temiz görmeye indirgemek, bu büyük ekolojik krizi durdurmanın önündeki en büyük engel.

Marmara Denizi’ndeki kirlilik sorununa bir çözüm: Agroekoloji – Bülent Şık

Agroekolojik yöntemler sulardaki nitrat kirliliğini azaltıcı bir sonuç doğurur ve bu da içme suyu kaynaklarının korunması anlamına gelir.

Örgütlü sessizlik – Arat Dink

Zeki Tekiner, dört ay önce başka bir silahlı saldırıdan şans eseri ölümcül bir yara almadan kurtulmuştu. Vali’yi olayın siyasi boyutu olduğuna ikna edememişlerdi. Dostları Nevşehir’den bir süre uzaklaşmasını istediler. O, “Bana Nevşehirliden zarar gelmez” dedi, kaldı. Su, tanıdık akıyor, değil mi?

Marmara Denizi’ndeki müsilaj kirliliğinde kömürlü termik santrallerin etkisi incelenmeli- Pelin Cengiz

İstediğiniz kadar yüzey temizliği yapın, bir yeri temizlerken diğer taraftan atık devam ediyorsa buna temizlik denir mi?

Marmara’nın ölümü: İstanbul kolera salgınına hazır mı – Bülent Şık

Denizdeki müsilajin kolera salgını getirmesi mümkün. Ama her şeye rağmen devam etmekten ziyade durmayı, onarmayı öne çıkarmalıyız. İnsan, bitki, hayvan ve çevre sağlığını bir bütünün birbiriyle ilişkili parçaları olarak görmeye çalışarak çözümler arayacağız.

EN ÇOK OKUNANLAR