Savaşın ganimeti, barışın armağanı – Neşe Yaşın

Bir Kıbrıslı Rum kadından aldığım ilk armağan, Ankara’da Üniversite öğrencisiyken şair Elli Peonidu’dan gelen  parfümdü. ODTÜ yurdundaki dolabımda içimi ürperten büyülü bir nesne gibi duruyordu. Neden büyülüydü? Çünkü iletişimin yasak olduğu bir yerden gelmişti. Bir Uluslararası konferansta Türkiyeli bir sendikacıya bana ulaştırılmak üzere verilmişti ve dünyanın en yakın ve en uzak yerinden, Kıbrıs’ın güneyinden, savaştan yeni çıkmış, inanılmaz acılar yaşamış ülkemin öteki yarısından geliyordu. Bir Kıbrıslı Rum kadın üstelik de bir şair tarafından gönderilmişti..

Düşününce, bunun çok ötesinde bile anlamlar taşıyordu bu armağan… Savaştan sonra, Rum kadınlara ait nesneler girmişti hayatımıza. Ganimet deniyordu bunlara… Türk ordusunun gelişiyle yanlarına hiçbir şey almadan canlarını kurtaran insanlara aitti bu nesneler ve dokunanı kirletiyorlardı. Bu nesnelerle kurduğumuz ilişki kadınlar ve çocuklar olarak savaşın suçuna dahil edilişimizdi. Şu veya bu biçimde hepimizin hayatına Rumlar tarafından adanın kuzeyinde bırakılan eşyalar girmişti.

1964 Kanlı Noel’inde köyümüz Peristerona’yı terk ettiğimiz zaman başlamıştı benim için nesneler ve Rumlar ilişkisi. Durum bir miktar düzelince babam ve dedem bir kamyonet ile gidip bazı eşyalarımızı getirmişlerdi. Köydeki evimize hiç geri dönmemiştik ama hafta sonları portakal bahçelerine giderdik. Kapısız, penceresiz bir hayalet ev bize bakardı karşıdan. Arada köye girdiğimizde açık duran bir kapıdan görünen bir eşyayı işaret edip “Bakın, bu bizim büfemiz” derdi annem. Otuz iki yıl sonra bir komşu beni arayıp kırılmasın diye evimizden alıp sakladığını söylediği bir pasta tabağı takımı ve vazoyu geri vermişti bana. Tıpkı bazı Kıbrıslı Türk’lerin 2003’te kapılar açılınca saklamış oldukları bazı eşyaları Kıbrıslı Rumlara vermeleri gibi.

Kıbrıslı Rum arkadaşım Maria’nın evine ilk kez 1990’lı yılların başında gittim. Büyük zorluklarla alınmış bir özel izin vasıtasıyla bir grup Kıbrıslı Türk sanatçı ve aydın Güney’e geçmiştik. Sınırdaki polislerin izin vermemesine rağmen o zamanlar 7 yaşında olan oğlum Hazar’ı da kadınların eteklerinin arasına saklayarak adanın öteki yarısına geçirmiştim. Gecenin bir vakti tavernada uyuyakalan Hazar’ı Maria’nın evine götürmüştük ve  uyumakta olan kızı Hristina’nın yanına yatırmıştık. Maria bana bir armağan vermek için dolapları karıştırmış, bir heybe hediye etmiş ve gece orada kalmamız için ısrar etmişti ama grubun diğer üyeleri gelecekte alabileceğimiz izinleri riske atar gerekçesiyle geri dönmek için ikna etmişlerdi beni.

Bu gelip geçişlerde özellikle kadın arkadaşlar arasında hep bir hediye değişimi olmuştu. Bu hediyeler ganimet nesneleri getiriyordu hep aklıma. Onların oluşturduğu kirlilik, adaletsizlik, düşmanlık ve hırsızlık duygusuna karşılık kalpten gelen barışçıl bir buluşmayı simgeliyorlardı. Bir çeşit “katharsis” işlevi görüyorlardı

Kadınlar olarak birbirimize armağanlar vermeyi severiz. Bunun satın alınmış pahalı bir armağan olması gerekmiyor ve öylesi o kadar da makbul değil aslında. Parmağımdaki yüzüğü, boynumdaki kolyeyi, ya da kullandığım bir şalı bir arkadaşıma verdiğim ve böylesi armağanlar aldığım çok olmuştur örneğin. Özellikle şiir dinletileri sonrasında gelip bir takısını bana armağan eden kadın okurlar olmuştur.

Geçtiğimiz hafta İstanbul’da Amargi’nin düzenlediği “Sınır Ötesi Feminist Buluşmalar” toplantısında da sözünü ettiğim, Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı Rum kadınların birbirine hediyeler verdiği “Barış Gelene Kadar Sakla”  projesi biraz da bu terapik işlevi görüyordu.

1974 sonrasında Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşadığım, ziyaret ettiğim bütün evler ve mekanların bizzat kendisi hep bu yanlışlık, adaletsizlik, hırsızlık ve kirlilik duygusunu vermiştir bana… Bir yersizyurtsuzluk hali çökmüştür üzerime… Hem hep kaçmak istediğim hem de bir türlü vazgeçemediğim bir yer olmuştur Kıbrıs. Kıbrıs’ın güneyinde ise farklı bir yanlışlık, adaletsizlik, hırsızlık ve kirlilik duygusudur yaşadığım. İkisinde de iflah olmamışımdır. Belki de Kıbrıs’ın en fazla aidiyet hissedebileceğim yeri “Ara Bölge”dir.  Ara Bölge’yi işgal eden gençler bu yüzden heyecanlandırmıştır beni.
“Olmuyor !” diyerek sadece Kıbrıs’ın kuzeyine dair bir gelecek tasarımına girmek olacak şey değildir. Yüzleşilmemiş bir geçmişle başkalarının evim dediği yerde kurulacak bir hayatın kime hayrı olabilir? İstense bir çözüme pekala ulaşılabilir. Buna izin vermeyen en çok da neo liberal düşünme sistematiği ve her şeyin paraya ve güce tercüme edildiği sistemdir. Belki de barışseverlerin tek yapabileceği kendi mikro birlikte yaşama modellerini oluşturmaktır. Çatışma kültürüne ve umutsuzluk rüzgarına teslim olmamış  yeterince barışsever kaldıysa tabii…

Neşe Yaşın – www.yeniduzen.com

İLGİLİ HABERLER

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Balık ekmek yemekle olmaz, Marmara’nın suyunu için!-Mehveş Evin

Ne yazık ki müsilaj felaketini balık yemek, denize girmek, denizin yüzeyini temiz görmeye indirgemek, bu büyük ekolojik krizi durdurmanın önündeki en büyük engel.

Marmara Denizi’ndeki kirlilik sorununa bir çözüm: Agroekoloji – Bülent Şık

Agroekolojik yöntemler sulardaki nitrat kirliliğini azaltıcı bir sonuç doğurur ve bu da içme suyu kaynaklarının korunması anlamına gelir.

Örgütlü sessizlik – Arat Dink

Zeki Tekiner, dört ay önce başka bir silahlı saldırıdan şans eseri ölümcül bir yara almadan kurtulmuştu. Vali’yi olayın siyasi boyutu olduğuna ikna edememişlerdi. Dostları Nevşehir’den bir süre uzaklaşmasını istediler. O, “Bana Nevşehirliden zarar gelmez” dedi, kaldı. Su, tanıdık akıyor, değil mi?

Marmara Denizi’ndeki müsilaj kirliliğinde kömürlü termik santrallerin etkisi incelenmeli- Pelin Cengiz

İstediğiniz kadar yüzey temizliği yapın, bir yeri temizlerken diğer taraftan atık devam ediyorsa buna temizlik denir mi?

Marmara’nın ölümü: İstanbul kolera salgınına hazır mı – Bülent Şık

Denizdeki müsilajin kolera salgını getirmesi mümkün. Ama her şeye rağmen devam etmekten ziyade durmayı, onarmayı öne çıkarmalıyız. İnsan, bitki, hayvan ve çevre sağlığını bir bütünün birbiriyle ilişkili parçaları olarak görmeye çalışarak çözümler arayacağız.

EN ÇOK OKUNANLAR