Hafta SonuKöşe YazılarıManşetYazarlar

Prens Adalarından Yeşil Gazete okuruna buruk bir merhaba

0

[email protected]

Daha güzel günlere denk gelmesini isterdim bu ilk yazımın. Yaşanan bu büyük acının yanında çaresiz bir varlık olarak bazen her şey boş geliyor. Yazmak bile…

Lakin boşlamamamız gerektiğini her yeni gelen haber ile hemen anlıyoruz.  Bugün tek adam ve liyakatsız görevlendirmeler sonucunda yaşadığımız bu travmaya şimdi de OHAL yasası ile  yeni bir tepeden inme kararname emri geldi. Özetle ,tek adam, depremde çöken 11 kentin yeniden planlanacağını, inşaatların başlayacağını buyurdu. Kararnamenin Resmi Gazete’de yayımlanması henüz bir gün olmasına rağmen kapalı kapılar ardında firmalarla anlaşmalar bile yapıldığını, hatta firmaların reklamlarını instagramda paylaştıklarını gördük: Firma “bize de iş verdikleri için çok teşekkür ederiz” diyordu.  Böylece eş, dost kayırmalı, kapalı kapılar ardında planlanan, şeffaf olmayan bir kent darbesini daha uygulamaya koyduklarına yine şahit yazıldık.

Adalardan Antakya’ya…

Depremden bir gün önce ilk yazımı hazırlamıştım. Adalar’ın, yirmiden farklı etnik kökenin  halen hep beraber yaşadığı çok dilli, çok dinli, çok kültürlü, çok renkli yapısıyla büyük zenginliğimiz olduğunu, destansı güzelliğini, kesintisiz tarihini, yüzde 60’a yakın alanı ormanlık olan, nispeten bozulmamış ve size yavaş yaşam olanağı sunan huzurlu bir yer olduğunu, belki de “Son İstanbul” olduğunu yazacaktım.

Bu olağanüstü özellikler, Antakya için de geçerliydi: Kadim ve arkeolojik bir kent olarak tarihi süreçte çok kültürlü yapısını korudu, bir çok dini cemaate ev sahipliği yaptı.  Türkler, Kürtler, Nusayriler, Süryaniler, Katolikler, Ortodokslar, Rumlar, Protestan Araplar, Maruniler, Ermeniler, Yahudiler, Gürcüler ve bir çok küçük topluluk yan yana yaşadı. Farklı birçok topluluğa ev sahipliği yapan kent UNESCO  barış kenti adayı olmuş ve ikinci kent seçilmişti.

Ve iki dakika gibi kısa bir sürede yok oldu. Üzerinde yaşadığımız topraklara, doğaya, onun bize anlattıklarına, yerin fısıltısına kulak vermeyip gözlerimizi de kulaklarımızı da kapattığımız ve onu canlı bir varlık olarak görmediğimiz için yok ettik kendimizle birlikte. Oysa ne çok şey anlattı bize yüzlerce sene boyunca. Şimdi ise sorumluluğu bozuk rant düzeninin yerine bir kaç müteahhitin üzerine atma peşindeler.

Hepimizi perişan eden depremin sonrasında, binlerce sene içinde evrilen bu şehrin kaderini doğa ve tarihiyle uyumlu bir şekilde yeniden tahayyül etmek yerine, alelacele çıkarılan kararname ile sıfırdan inşa edilmeye çalışılıyor. Evini kaybeden Antakya ve diğer illerin halkına güvenli, adil ve ferah konutlar sağlamak, tek tek unuttuğumuz zenginliklerimizi, kuruttuğumuz gölümüzü, sulak alanlarımızı, toprağın altında bıraktığımız antik şehirlerimizi gün yüzüne çıkararak, yeniden bir şehir planlamak yerine.. Oysa Orontes Nehri’nin yatağına kurulu, afet risklerine maruz kalan bu merkezi nasıl dayanıklı ama aynı zamanda tarihini hatırlayacak kamu odaklı bir şekilde dönüştürebiliriz, diye düşünmemiz gerekiyordu.

Yeniden inşa, ama nasıl?

Antakya yeniden kurulacak. Peki, Antakya’yı Arkeolojik bir Park Alanı, Eski şehir ve Yeni şehir olarak yeniden doğal yapısına uygun planlayabilir miyiz? Bu kez yerin fısıltısına kulak verecek miyiz?

Eski Antakya’yı bilenlerin, depremden sonra anlattıkları beni hayli şaşırttı. Şehrin son senelerde nasıl kötü bir şehirciliğe maruz kaldığını, bu nedenle çok üzüldüklerini anlatırken; teknik olarak elde veri olmasa da hayli ürkütücü şöyle bir şey de söylendi: Zemin kazıldığında her yerden antik şehir kalıntılarına ulaşılıyor, haliyle de binaların temelleri fazla derine inmeden atılabiliyormuş. Bu kadar çok yıkımın olmasının sebeplerinden biri bu zayıf temeller olabilir mi?

Bu bölgedeki yerleşimi daha güvenli yerlere taşıyarak şehri Roma veya Efes gibi bir arkeolojik park alanına dönüştürebilir miyiz? Örneğin Kurtuluş Caddesi boydan boya kazılsa Müze Otel’de olduğu gibi eski kentin ortaya çıkması mümkün. Otel için yapılan kazılara baktığınızda bunu anlayabiliyoruz. Dolayısı ile dünyanın en önemli destinasyonlarından biri olacak özelliklere sahip.

Aynı şekilde kazılarda çıkan mozaiklerden geçmişteki depremlerin şiddetli etkilerini de görebiliyoruz. Tıpkı depremle adeta bir halı gibi kıvrılan mozaik kütle gibi…

Bildiğiniz üzere Amik Gölü’nün suyu 1968’de açılan dört drenaj kanalı ile Asi Nehri’ne boşaltılmaya başlandı ve bu işlem 1975 yılına kadar devam etti. Altı yıl süren ıslah çalışmaları sonucu, ne yazık ki göl tamamen kurutuldu; Amik Gölü de Amik Ovası’nın bir parçası haline geldi. İklim krizinin artırdığı ve güçlendirdiği aşırı yağışların yol açtığı seller yüzünden bölge her yıl sular altında kaldı. Amik, adeta tekrar göl olmak istiyordu. Bütün itirazlara ve bilimsel raporlara rağmen tam ortasına bir de havaalanı inşa edildi.

Ve şimdi bu zemin üzerine yapılmış binalar, depremde sıvılaşan toprak nedeniyle yıkıldı, canlar yok oldu; depremde en önemli ulaşım yolu olan havaalanındaki pist ikiye ayrıldı.

Dünyanın en büyük mozaiğinin bulunduğu Müze Otel’deki mozaiklerden birinde rengarenk kuşlar resmedilmiş.

Bir zamanlar bu gölde konaklayan kuşlar bunlar. Kuş göç yolunun üzerindeki Amik Ovası’na sular bastıkça kuşlar göl olduğunu düşünerek hala geliyormuş.  Binlerce yıllık göç yolu, halen hafızalarında…

İnsanın hafızası ise kendiyle sınırlı. Doğa ile uyumlu yaşayamadığımız, onun bahşettiği zenginlikleri anlayamadığımız, devamlı insan odaklı düşündüğümüz için kendi felaketlerimizi hazırlıyoruz.

2 Şubat Dünya Sulak Alanlar Günü’ydü. Dünyada bir çok yer iklim krizine adapte edilmeye çalışılıyor, risk altındaki bölgelerin sakinleri bu alanlardan taşınıp daha güvenli yerlere yerleştiriliyor. Sonrasında bu alanlar restore edilerek yeniden yabanlaştırılıp doğaya geri bırakılıyor. Antakya için de bu yapılabilir mi?

Sadece yap!

Yeşil Gazete’ye yazmamla ilgili teklif ilk geldiğinde, Adalar’ın korunabilmesi için harika bir fırsat olduğunu düşündüm ama bir taraftan buna  cesaret edebilir miydim?

Sonra Açık  Radyo’da Adalar’ın doğal, tarihi ve kültürel çeşitliliğini farklı perspektiflerden konuklarıyla ele alan, “Adalar Hepimizin” diyen bir programı yapmaya başladığım o ilk gün yaşadığım heyecan  geldi aklıma.

O gün de, bu gün gibi Platon’un bir bilgeye sorduğu şu  soruyu düşündüm:  “Sen dünyanın en bilge kişisisin, sen dünyaya dair her şeyi bilirsin. Bana öyle bir anahtar ver ki bütün kapıları açmamı sağlasın. Hayatın bütün kapılarını açan sır nedir?” Bilge’nin cevabı, “SADECE YAP! Soru yok, yorum yok, endişe yok. Yalnızca yap” olmuştu. Sanırım cesareti biraz bu cümleden aldım.

Aynı zamanda, Açık Radyo programında ağırladığımız 350’den fazla konuktan öğrendiğim bilgilerle oluşan değerli bir arşivi paylaşabileceğimi düşündüm. O arşiv o kadar işe yarar bir bilgi yumağına dönüştü ki, bir çok tez, doktora çalışması yapan kişiye kaynak oluşturmaya bile başladı. Jorge Luis Borges’in dediği gibi “Aslında ben var mıyım emin değilim. Ben okuduğum tüm yazarlar, tanıştığım tüm insanlar, sevdiğim tüm kadınlar, gittiğim tüm şehirlerim….” Şehirlerin hızla değiştiği ve kimliğini kaybettiği bu günlerde bu arşivin kollektif dağarcığını kaleme almak, paylaşmak ve genişletmek dileğim.

Son İstanbul’un veçhesi Prens Adalarından gözlemlerimi, konuklar ve röportajlarla derleyip sizlere aktarmaya çalışacağım. Acaba Yeşil gazete okuyucusu Adalarla ilgili ne okumak ister, neyi merak eder?  Benimle iletişime geçerseniz çok mutlu olurum. Gelen teklifi kabul ettim çünkü sizlerden gelen cevaplarla bir denizci kızı olarak yelkenimi doldurur, pusulamı ayarlar, yolumu bulurum dedim, kendime.

Yeşil Gazete de müstesna yazarları, emekçileri, çalışanları ile yaşayan bir varlık, kıymetli bir hazine. Onun bir parçası olmak benim için büyük onur.

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.