Ana Sayfa Blog Sayfa 5427

Son Bisiklet Hırsızı

Bu hafta köşeyi pano gibi kullanalım. Fransa Turu yüzünden bisikletle ilgili çok sayıda konuyu ertelemek zorunda kalmıştık. Onları ele almanın vaktidir.

Bisiklet Hırsızları’nın senaristi Suso Cecchi d’Amico, 96 yaşında hayatını kaybetmiş.

ÇİAT Yani Çocuklar İçin Adalet Takipçileri

2 ağustos 2010 tarihi, son bir kaç yılını, dili dini , siyasi düşüncesi ne olursa olsun, aynı düşünce de biraraya gelerek mevcut kendi görüntülerini bırakarak aynı düşüncede biraraya gelen 6880 kişi için , buruk ama asla unutamayacakları bir tarih olarak yazıldı. Zira yasanın meclisden geçmesinden sonra ÇİAÇ baştan öngördüğü üzere kendini lağvetti. Eğer uzun soluklu yollarda birlikte yürürsen, ayrılık kekremsi bir tat bırakıyor ağızda.

Saadet Zinciri / Immanuel Wallerstein

“Sanayi kârı daha fazla işçi çıkarmada buluyor.” Bu, sanayinin daha fazla ürün satması anlamına gelmiyor. Tam tersine satışlar daha düşük. Yeterince işçi çıkarırlarsa ve kalanları daha yoğun çalıştırırlarsa, daha az satış yapsalar da kârlarının daha yüksek olacağını düşünüyorlar

Gazeteleri okumak bazen ürkütücü olabiliyor. 26 Temmuz’da ABD gazeteleri oldukça çelişkili iki hikâyeden bahsediyordu. İlk haberi USA Today, ekonomistlerin 3 aylık tahminlerinin bulunduğu bölümde yayınladı. Başlık şöyleydi: “Ekonomistlerin iyimserliği azalıyor”. “Avrupa’daki çalkantının, işsizliğin, konut piyasasının zayıflığının ve fabrika üretkenliğinin yavaşlamasının” birleşimi ABD’nin kaybolan 8.5 milyon işi kolay kolay geriye getiremeyeceğini gösteriyor. Dahası “küresel bir finansal istikrarsızlık”tan da korkuluyor.

Yani, kötümser olmaları anlaşılmayacak bir şey değil. Ekonomistlerin doğuştan getirdikleri iyimserliğin bu kez gerçekliğin sert duvarına çarptığı söylenebilir. Pek çoğumuz bu sonuca çok daha erken varmıştık. Öyleyse tam da aynı gün, New York Times’ın ilk sayfada verdiği, ABD sanayisinin “yükselen kârlarından” bahseden haberine ne demeli?

Cevap yine aynı başlıkta gizli: “Sanayi kârı daha fazla işçi çıkarmada buluyor.” Bu, sanayinin daha fazla ürün satması anlamına gelmiyor. Tam tersine satışlar daha düşük. Kestikleri şey, maliyetler. Yani, işçi çıkarıyorlar.

Yeterince işçi çıkarırlarsa ve kalanları daha yoğun çalıştırırlarsa, daha az satış yapsalar da kârlarının daha yüksek olacağını düşünüyorlar. Buna “verimliğin zaferi” deniliyor. Amerikan Meryill Lynch Bankasının baş ekonomisti Ethan Harris bu konuda gayet açık sözlü: “Şirketler emek maliyetlerini kar elde etmek için sıkıştırıyor.”

Ne var ki Times’ın belirttiği gibi, “kârlar, ekonomiyi genişletmek yerine, hissedarlarda toplanıyor”. Sanayi, bunu geçici bir çözüm olarak tasarlamış da değil. Kârlarda yükselme olsa bile, istihdamı artırmayı planlamıyorlar. Tam tersi, büyük bir şirketin yönetim kurulu başkanının dediğine bakılırsa; “kaygılanacakları en son şey, ne zaman kapasite artırımına gidecekleri”. Aksine, “tüm işletme sistemini, daha fazla esnekliğe uygun olacak şekilde yeniden yapılandırıyorlar”.

Öyleyse, ABD sanayisi (ve dünyanın başka yerlerindeki sanayiler) için gelecekte kârlarını sonsuz genişletecek sihirli formülü buldular diyebilir miyiz? Bu ancak şaka olabilir. 1920’lerde Henry Ford’un işçilerine, aynı zamanda müşterileri olmaları için normalden fazla ücret ödediğini söylediği bilinir. Halefleri ise son beş yılda Ford’un Kuzey Amerika’daki iş gücünü yüzde 50’nin üzerinde azalttılar. Daha fazla kâr fakat daha az müşteri…

Keynes ve Kalecki’nin efektif talep hakkında bahsettikleri ufak sorundan söz ediyorum. Herhangi bir orta vadeli hesapta, yeterince müşterinin olmadığından bahsediyorsak, yeterince satış olmayacak ve kârlar kısa sürede azalacaktır. İşgücünü azaltarak ve kalan emekçilerin maliyetlerini sıkıştırarak kârlarını yükselten şirketler, çok kısa bir süre kâr artırımı yaşayabilir. Ta ki, ciddi bir deflâsyonun sert duvarına çarpana dek. Bu da paramparça olmaları demek.

Bunu göremiyorlar mı? Kimileri elbette görebiliyor fakat ye iç, şen ol, yarın olmayabilir kuralına göre, hedonist davranmaktan kendilerini alamıyorlar. Bunu saadet zincirine benzetebiliriz. Saadet zincirinde, işletmeci iskambilden ev çökene kadar diğerlerini kandırır. Bernie Madoff’un yaptığı gibi. İskambilden ev çökene dek kendini de kandırır. Sıradan bir saadet zincirinde yatırımcıların (potansiyel düşmanlar), çöküşün kendileri kâr ettikten sonra olacağını ummaları gibi oyuncular (sanayiciler) tüm sanayi çökmeden kendi kârlarını yanlarına alarak kaçabileceklerini düşünüyorlar. Kendilerine iyi şanslar!

1 Ağustos 2010

[binghamton.edu adresindeki İngilizce orijinalinden Açalya Temel tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]

Maradona Her Nereye Gitse de… / Güneş Çelikkol

Diego Maradona bundan iki yıl önce Arjantin futbol takımının başına getirildiğinde, bir kuşku hemen herkesin aklını kemiriyordu.

Diego Maradona

Maradona televizyonda ve gösteri dünyasında başarılıydı. Devlet başkanlarıyla, sanatçılarla, sivil toplum kuruluşlarıyla güçlü ilişkileri vardı. Pekçok toplumsal kampanyaya katılıyordu.

Süpriz: Sonunda GDO Tüm Gıdalarımıza Girdi!

GDO Bilimsel Komitesi birçok GDO ürünü onaylamış.

Burada tarım bakanının konu ile ilgili 2 beyanını hatırlatmak istiyorum:

“GDO Yönetmeliğiyle bu ürünlerin ülkeye girişinin önü kesiliyor”

“GDO yönetmeliği varken Türkiye’ye GDO’lu ürün giremez” (04.11.2009)

Festival Habercisi – 4 , İzmir Rock-A ve Dembedem ile Muhabbet

atölyeIzmir, Rock-A

Türkiye’de gerçekleşen muhalif müzik festivallerinin yaşayan en güzel örneği Rock-A geçtiğimiz günlerde 4. kez düzenlendi. Geçen yıl olduğu gibi bu yılda, İzmir, Özdere Rainbow koyunda gerçekleşen festivalde alternatif yaşam tutkunu yaklaşık 2500-3000 kişi doyasıya eğlendi. Rakamlar belirsiz çünkü giriş ücreti veya bilet yoktu.

Politik anlamda; anarşist-ekolojist-sosyalist-komünist; müzikal anlamda rock-funk-reggae-metal-punk dinleyicisi gibi kitleleri biraraya getiren festival, “doğanın efendisi değil, sadece bir parçasıyız” sloganıyla, yeşil ve mavinin buluştuğu ve yalnızca festival için ayrılmış bir alanda gerçekleşti.

Yazı dizisinde belirtildiği gibi kendisini normal toplumsal yaşamdan yalıtan rock müzik festivalleri, bu yalıtma sırasında katı-kurallı, hiyerarşik ve ticari bir yapı sunabileceği gibi, özgür ve her türlü hiyerarşiye karşı koyan karnaval atmosferi de yaratabilir. Rock-A bu haliyle kimi yönlerden karnavalı andırmaktadır. Bir karnaval gibi resmi düzene karşı kendi düzenini, resmi devlete karşı kendi anti-devletini ve dayatılan bildik-rütin ütopyalar yerine kendi ütopyasını yaşattı.

Kamusal hayatla tüm bağlantıların koparıldığı festival alanında, devletin parası değil Rock-A parası geçmekteydi. Festival alanındaki Rock-A bayrağı ve koyun karşısındaki adada bulunan kara bayrak bu anti-devletin izlerini taşımaktadır. Bu anti-devletin kanunları ise denetim değil, özgürlük üzerine kuruludur yani kanun yoktur. Peki kanunun olmadığı yerde anarşi çıkmaz mı? Çıkar tabiki. Festivalde anarşi, barış içinde yaşandı.

Giriş ücreti olmadan, sponsorsuz, bilekliksiz gerçekleşen festivalde, hemen ilk gün sahneyle katılımcılar arasındaki bariyerler kalkıverdi. Zaten tüm müzisyenlerle festival alanında bir arada olmak mümkündü. Bu haliyle müzisyenlerin star olmadığı, sahneden indikten sonra katılımcılar arasına karıştığı festivalde herhangi bir dikey hiyerarşiyle karşılaşmak mümkün değildi.

Katılımcılar gündüzleri deniz, kum ve güneşin tadını çıkarırken aynı zamanda gölge alan bulmakta da pek güçlük çekmedi. Atölye alanı oldukça ilgi gördü. Çoğunluğu gençlerden oluşsada, festivalde, her yaş grubundan insanla karşılaşmak mümkündü.

Elbette, karnaval atmosferi, normalde yaş, meslek, sosyal statü ya da kişilerin kurumsal sosyal rollerini yok saydığı için yeni arkadaşlar edinmek için açık bir alandır. Rock müzik festivallerinin en belirgin özelliklerinden biride aslında budur. Burada insanlar soyut kimlikleri ile değil maddi bedenleriyle, birey olarak yer almaktadır. Kurulan iletişimler uzak bir dünyanın değil, “o an-orada” bulunmanın doğası üzerinedir. Gölgeye geçmek, denize girmek, güneşten yanmak, sarhoş olmak, kaşınmak, uyumak, az uyumak, ya da tuvalet… Bunlardan en belirgini ise tuvalettir. “Tuvaletini nerede yaptın?”, “büyük mü yaptın küçük mü?”, “ohh be rahatladım, git sende rahatla”, “bugün bu kaç oldu yahu”, “dünden beri çıkamadım”, …

Tabi normal toplumsal yaşamda sanki kimse tuvalete gitmiyormuş gibi yapar. Bu durum insanın en yalın haliyle “sadece insan” olduğu iletişimin izlerini taşımaktadır. Buna benzer olgular insanı birbirinden yabancılaştıran; görgü kuralları, kibarlık normları, kaba saba olan şeylerle ilgisi yokmuş gibi numaralardan uzak, samimi bir iletişimin kapısını açmaktadır. Bu sebeple burada kurulan arkadaşlıklar, kamusal alandakilere göre çok daha gerçektir. Tabi bu kültürel tespit yanlış anlaşılmasın, festivalde ücretli ya da ücretsiz tuvaletler her ihtiyaca yanıt verdi. :)

DSC03527Katılımcılarla yaptığım görüşmelerde rock müzik festivalleri arasında Rock-A’ya özel ilgi olduğu ortaya çıkıyordu. Rock-A bu haliyle bir ütopyanın paylaşıldığı hissini uyandırmaktadır. Bu sebeple bir katılımcının söylediği gibi “herkes ayrı telden” çalmaktaydı. Tabi bu negatif bir anlam taşımamaktadır. Aksine bu haliyle Rock-A’da, “çeşitlilik” barış içinde yaşandı.

Rock-A’da bu yıl müzikal çeşitliliğin de ayrı bir önemi var gibiydi ya da belki çeşitlilik, artık güzelleşerek büyümeye başladığı için dikkate değer bir hal almaya başlamıştır. Türkçe, Kürtçe, Arapça, İngilizce müzik yapan 28 yerel ve yabancı müzik grubu dinledik ve hepsinde de aynı dilden coştuk.

Çok değil birkaç yıl öncesinde Rock-A’ya amatör grupların çıktığı düşünülebilirdi. Ancak bu yılki gruplar performanslarıyla göz doldurdular. Bu durum geleceğe ilişkin oldukça umut verici bir durumdur. Müziğin yalnızca sahneyle sınırlı kalmadığını, festival alanına da taştığını, kimi zaman farklı grup elemanlarının birbirlerine eşlik ettiğini, böylelikle müzisyenlerinde birbirleriyle uyum içinde olduğunu anmakta yarar vardır.

Bu festivalde ise, özellikle bu kültürel çeşitlilik temasında, Ani-fest’tende tanıdığımız Dembedem müzik grubuyla muhabbet ettik. Grubun vokal ve neyzeni Sinan, davulcusu Mehmet ve gitarda Kenan ile… Sizde buyurun muhabbetimize kulak verin.

Dembedem ile Muhabbet :

R. K. :En çok ilgimi çeken müziğinizin kültürel arkaplanı? Sizin doluluğunuz oradaymış gibi…

R. K. : Dembedem ne zamandan beri var?

rock-a sahneSinan Arat: Dembedem ismiyle 2007 Mayıs ayından itibaren var. Ondan öncesinde hep kafamızda buna benzer çizgilerle müzik yapmak vardı ama “Dembedem” ismiyle olması 2007’ye denk geliyor.

R. K. : İsim nereden geliyor?

S. A. : Dem kelimesini baz almak gerekiyor. “Dem”in birçok anlamı var Farsça’da. “Soluk”, “nefes”, “an”. Biz “Dembedem”i, “An ve an” olarak aldık. Müziğin doğaçlama karakterinin “an”da olması bize bu ismi güzel kılıyor. “An ve an” olması. An’a nokta atış oluyor.

R. K. : Ama kelime anlamı daha derin aslında. Değil mi?

S. A. : Tabi “nefes” anlamıda var. “soluk” anlamı, “gözyaşı”, “kan”, “demlenmek”, …

R. K. : Peki onu açtığımızda ne oluyor. “be” ve demek, değil mi?

S. A. : “Be” ve, evet. Nefes nefese, soluk soluğa, dembudem denildiği de oluyor. TRT’de bir program var mesela. Dembudem diye.

R. K. : O alevi deyişi değil mi?

S. A. : Dembudem tasavvufta da var. Yunus’un dizelerinde de var. “Dembudem”dir. “Dembedem”dir, …değişiyor ama hep aynı anlam.

R. K. : Peki albümünüz var değil mi?

S. A. : Albümümüz yok. Yani bandrollü olan yok.

Mehmet Güler : Hatta bandrollü birşeye yakın birşeyimiz bile yok.

Kenan Arat : Sahnelerden çekilmiş birkaç kayıt var. Birkaç stüdyo kaydı var. Konserden kayıtlar var.

R. K. : Peki benim gördüğüm 13 -15 şarkılık bir seri var.

K. A. : Last-fm’de var biraz ama genellikle konser kaydı. Onlar oldukça eski. Stüdyoda kayıt yapamıyoruz. Bizim öyle bir özelliğimiz var.

S. A. : Sahnede bambaşka bir şey oluyor. O an seni kısıtlayan bir şey yok. Müziğin zaten kayıt altına alınması aslında genel olarak sorun aslında. Müzik kayıt altına alınan bir şey mi? yoksa an içinde ortaya çıkıp, o anı yaşatan bir şey mi? Bu da tartışılması gereken bir konu…

R. K. : Sahnede Hayalbaz’daki performansınınızdan farklı gibisiniz? İnsanlarla içiçe olmak gibi bir durum.

S. A. : Sen zaten tanığısın. Hayalbazda, Ani-fest’te, Mask Bar’da, sonra buradan… çok farklıydı.

M. G. : İşin içinde mutlaka seyirci var. Biz biraz diken üstünde müzik yapıyoruz. Tezat aletler. Gitar, ney, davul. Tabi, sentez yapmaya çalışmıyoruz. Öyle bir kaygımız yok. Güzel çıksın, o kaygımız var. O da her zaman olmuyor. Hatta stüdyoda parçaları herşeyi biliyoruz ama çıkmayabiliyor. Bazen iki kişi oluyor. Çok güzel oluyor.

S. A. : Bazen sahneden indirildiğimiz oluyor. Ney taksimini duyuyor. “Bu ne?” diyor. Ya da bu enstrümanların bu şekilde kullanılması onlara yabancı geliyor. Bizim buradan etnik olarak tanımlanmamızda aslında yine -ötekinin tanımı. Etnik nedir? Etnik genel populer kültürün içinde o yerel şeyin ince ince …. Reklam gibi geliyor. Etnik kelimesinden çok hoşlanmıyorum. Soranlara etnik diyorum. Çünkü onların diliyle anlatılacak başka bir durum yok. Tarzı da tanımlayacak bir halimiz yok ama onlara tanımlamak zorundayız.

R. K. : Popüler değilseniz etniksiniz..

S. A. : Biz zaten buranın sözlerini, buranın enstrümanlarını baz alarak müzik yapıyoruz. Bizim rengimiz aslında buradan, tam da buradan, tam da bu topraklardan ve aslında farklı değiliz.

R. K. : Sahnenin 1 metre yüksekte kalmasıyla Hayalbaz’da hakikaten yakın olmasının ya da Mask’ta gece 12’den sonra daha yakın iletişimle, sanki arladaş ortamına çalıyormuş gibi olmak…

M. G. : Aslında, bu sahnede de seyircilerle gayet iletişimimiz iyiydi. Tabi konunun özü orada.. ve bizim seyircilerimizle iletişimimiz iyidir. Hatta bazen ters durumda, Sinan’ın seyirciye kızdığı da oluyor. Yani niye konuşuyorsunuz diye?

K. A. : O kadar samimiyet var yani. (gülüyor)

R. K. : Peki zamanla ilgisi nasıldır? Yani burada 1 saat sahnenizin olmasının da etkisi var mıdır? Bu sahnede 3 saatiniz olsa …

M. G. : Tabi sınırlandırma bozuyor. Mesela siz enerjinizi bitirene kadar çalın dense tabi diğer gruplara saygısızlık olur ama …

S. A. : Mesela bazen sahneden inmek istemiyorsun. Çünkü o an başka bir hal var. …Ve zaten olması gereken de bu işte. O anı yaşamak, o andan yine zamanla kayıtlanıyorsun işte.. Orada zaman yine bir ket vuruyor ama o artık belirlenmiş ve ona uymamız gerekiyor.

M. G. : İstediğiniz kadar çalın dense, bu kez kötü de olabiliriz. Diken üstünde müzik yapıyoruz.

R. K. : Hayalbaz’dan hatırlıyorum. Sanki bütün gece “yana yana, döne döne”yi çaldınız. Arada başka şarkılara gidip geri geldiniz gibi… Burada ise bir repertuarınız vardı.

M. G. : İyi yakalamışsınız. Biz burada güzel çalalım istedik. Doğaçlamayı daha az tuttuk. Parçaları sıraya koyduk. İyi çaldık ama en iyisi değildi elbette..

S. A. : Bazen hatta çoğu zaman ne çalacağımızı konuşmuyoruz sahnede. Bazen aynı halde olmuyoruz. O sebeple kısacası dün biraz profesyonel davrandık.

R. K. : Hangi festivallerde bulundunuz?

S. A. : 2007 Rock-A, 2007 Barışarock, 2008 Barışarock, onun dışında üniversite şenliklerinde yer aldık. Festival olurda biz olmaz mıyız? (gülüyor) Seviyoruz festivalleri, karnaval atmosferini..

dembedem fotoR. K. : Festivaller size ne kattı? Siz festivallere ne katıyorsunuz?

S. A. : Bizim gibi grupların görüneceği yer festivaller. Şehir içinde de o kentteki belirli kısma çalıyorsun. Mekan azlığıda var bu konuda. Çünkü müşteri getirecek popüler müzikler peşindeler. O sebeple bizim ve bizim dışımızdaki gruplar için festivaller olmazsa olmaz. Tabi festival var, festival var. Kombine biletli festivaller yerine… (gülüyor) Bizi zaten çağırmazlar, biz de gitme heveslisi değiliz zaten..

R. K. : Peki festival sonrası kitlelere ulaştığınızı hissediyor musunuz?

S. A. : Tabiki muhakkak. Birsürü ilden insanlar geliyor. Birçok renk var buralarda.. Bu şekilde bilinir olduk.

R. K. : Çok gezgin bir grup musunuz?

S. A. : Bireysel olarak öyleyiz ama müzik anlamında pek sayılmaz. Ama yine de Ankara, İstanbul..

R. K. : İzmir grubusunuz değil mi?

S. A. : Evet İzmir grubuyuz. Ama özellikle doğuya gitmek istiyoruz. Ben kendi adıma oraları önemsiyorum. Bazen teyzeler, amcalar geliyor, Mesela dün bir amca geldi benden deyiş istedi. Çünkü o anda, o ruhu yakaladı. Rock müzik grubu dışındaki insanlar da bizim için önemli..

R. K. : Müziğinizin tarzından bahsedelim biraz. Sen bir kez bana “bizi anlamıyorlar” demiştin?

S. A. : O durumu Mehmet bahsetti aslında… Riskli müzik yapıyoruz. Müzik tarzla ifade edilen bir şey bugün. Tarzda insanların kendini tanımlayacağı ezbere dayalı bir şey oldu. Bizim gibi gruplarda sözel kısmı, çalgısal kısmı, icra edilişi bi garip.. Anlaşılmamada biraz önyargı var. Yani dedim ya sahneden indirilebiliyoruz. Rock bara gidiyoruz, çaldığımız zaman sahneden indiriliyoruz. Bu rock’ın yoz halinin bize bir tokatı. Ama bir de başka bir rock var, tam da oradayız aslında. Orayı zorladığımız alan daha küçük…

M. G. : Rock müzik dediğimiz zaman yani gerçekten beni ürküten bir kavram var. Rock falan benim için yalan bir kavram artık.

R. K. : Peki siz kendinizi rocker addediyormusunuz? Zor bir sorudur bu ama…

S. A. : Ben addetmiyorum. Hatta bizim aramızda hiç öyle bir şey yoktur.

R. K. : Ama rütin anlamıyla değil. “Onlar rockçıysa ben rockçı değilim” gibi değil!

S. A. : Yani işçi sınıfı mahellelerinden doğmuşsa rockçıyım ben. Orasında rockçıyım. Ama bugün işte, müziğin starlaşması, popülerleşmesi, hani genç insanları bir tek ona addederek bir kimlik yaratmaksa, bir ticaretiyse rockçı değilim. Ama bugün doğru bakalım bir şekilde azız. Bir anlamıyla sahip çıkıyorum. Bir yönüyle çıkmıyorum. Zaten tanım halinde değiliz. Kısaca Rock’ın “tavır” olduğu yerde varız. Müzik ya da endüstri olduğu yerde yokuz. Rock bir “tavır” aslında. Herhalde…

Anlaşılmama konusunda bir de şu vardı. Barışarockta çaldığımızda, (ekşi sözlükte yazmışlar) sahneye çıktığımızda, adamın teki “Barışarock AKP’ye yaranmak için bu adamları, bu sakallı adamları mı getirdi?” Ama sonra dinlediğimizde psycadelic sosyalist müzik yaptıklarını gördük gibi durumlar var. O anlaşılmama biraz buradan. Yani biz tasavvuftan bahsediyoruz. Ama tasavvufa karşı önyargılar var. Mesela bir söz var; bu tasavvuf ilmi, “ateisti dine çağırır, dindara dini dar eder.” bizim anlaşılmama durumumuz böyle. Anlaşılamadığımız yerde bu ötekileştirme var.

R. K. : Tabi antropoloji literatüründe marjinalin tanımı, “insan anlayamadığından, tanımlayamadığından korkar.” biçiminde… Tabi sizde tanımlanamayınca “kim bu sakallılar?” “AKP’limi bunlar?” diye başlıyor.

S. A. : Bir de bugün aidiyet-kimlik üzerinden bakınca zaten anlaşılamayalım. Neden anlaşılalım? Rahatsız etmek… gibi

M. G. : Diyelim denizin dibinde deniz kestaneleri var. Suya giren bulanık görüyor. Dışardan bakan hiç girmemiş, dışardan net görüyor. Bilemiyorum bunun gibi bir şey olabilir. İstediğimiz kitleye gitmiyor müziğimiz…

R. K. : Belki de kitlenin oluşması gerekiyor.

S. A. : Beni rahatsız etsede girmek istediğim yer orası. Bozmamız lazım yani.

M. G. : Suyun içine girip yakından bakmak gerekiyor. Dibinden bakmak gerekiyor. Mesela etnik içine sıkıştırılıyor. Hint etniği, Güney Amerika etniği, gibi… Oysa bizim Hindistan ezgileri, Pakistan ezgileri, Karadeniz müziği de var…

S. A. : Taner Ağabey’in bir yazısını okumuştum. Aşık Veysel’in rock yaptığına dair. Ben onu duyumsuyorum. Etnik olarak göremiyorum. Etnik etnik etnik (sıkkın)…

R. K. : Müziğin kültürel arka planı? Yeni bir şey yapıyorsunuz…

M. G. : Alevi tonlar, Mesnevi tonlar çok eski ve güçlü şeyler. Bir anda, biz ne olduğunu anlıyoruz ve yansıtmaya çalışıyoruz.

S. A. : O yüzden yeni bir şey yaptığımız söylenemez. Yapılmış, sözler söylenmiş, sesler oturmuş. Yeni bir şey yaptığımız beni aşar. Bu coğrafya bunun için çok güzel bir yer. Benim için bu tarz nasıl başladı açıklamak zor. Alevi deyişlerini severim. Alevi bir ailede büyüdüm. Ama kentte yaşadım. “Rock müzik” dinledim. O bende yer etti. Ney üflemeye başladım. O da bende yer etti. Baktım bunlar çok örtüşen şeyler… Hep bahsedilir bu coğrafyanın çeşitliği ve güzelliği, bereketliliği, aşık geleneği, derviş geleneği, saz şairleri, gezgin abdallar… evet biraz oralardan besleniyoruz. Beslenmek dediğimiz, bunu duyuyoruz zaten.. . Çok özel bir çabaya gerek yok. Biraz eşeleyince bu toprakların demini hissedebilirsin. Bu topraklarda çok şey geldi geçti.

R. K. : Rock müzikte kimleri dinliyorsunuz..

S. A. : Ben Jethro Tull severim. Yerel tonları sebebiyle. Led Zeppelin dinledim. Metale de bulaşmışlığım vardır. Kenan daha bir rock sever. Gitar çalması sebebiyle…

K. A. : Tabiki gitar çalmam sebebiyle daha bir çok rock gruplarıyla ilgiliyim. Daha çok 70’ler progresive rock ve psycedelic grupları dinliyorum. Can, Camel, Pink Floyd, Led Zeppelin, Deep Purple vs. uzar gider. Bunların haricinde elektronik altyapılı etnik özellikle Hint müziklerini dinlerim. Bu aralar Arto Tunçboyaçıyan bayağı bir dinliyorum…

R. K. : Politik tavrınız var mıdır? Müzisyenlere politik tavır sormak abes kaçabilir belki..

S. A. : Abes kaçmaz. Politik olmayan hiç bir şey yok herhalde. Tabiki, bugüne kadar bu festivallerde yer almamız, burada görünmenin ötesinde, buna gerçekten destek vermedir -ki bunun içinde gönüllü olarak yer almışızdır. Sokaktaki muhalif etkinliklerde, sadece tek başına sokakta müzik yapmışızdır. Evet halkların kardeşliğini biz seslerle açıklamaya çalışıyoruz. Bu da gayet politik zaten. Politik olarak, evet politiğiz. Bir o kadar da anti-politiğiz ama. Biraz daha işin otoriter ve o işin siyaset kısmının dışında bir duruşumuz olduğu söylenebilir.

R. K. : Peki madem politiksiniz. Bu bahsedilen eski kültür niçin arka planda kalmış sizce?

S. A. : Neden kalmış?… Globalleşen dünya diye başlayıp,… (gülüyor) Herşey tektipleşiyor.

M. G. : Herşey hızlı tüketiliyor. Bu hızlı tüketilen zamanda onların da hızlı tüketilecek olması facia zaten. Şaka yapıyorum ama bilmiyorum..

S. A. : Bunun nedeni açık aslında… Bu kapitalist kültürden bahsedebiliriz. Müziğin meta olarak kayıt altına alınıp, pazarlanıp, sunulan, reklamı yapılan, algıya bir şekilde böyle yer edilmiş olması, zaten bunun en büyük sorunu. Yani algılarımız fethedilmiş durumda, beğenilerimiz fethedilmiş durumda. Sadece müzik için değil her konuda. Kıyafetlerimizden, yediğimiz, içtiğimiz, davranışlarımıza kadar hep böyle.

R. K. : Küresel düzeyde düşününce öyle evet. Buna karşılık, Amerika’da da kapitalizm işliyor ama oranın, eski kültürü bir şekilde ön plana çıkmayı becerebiliyor. Türkiye’de çıkmamış. 90 yıllık Cumhuriyet tarihinde Neyle çağdaş müziğe yaklaşan sayılı grup vardır herhalde. Bir tek, belki yetmişli yıllarda bir hareketlilik olmuş. İşte Cem Karaca ve Dervişanlar -ki orada bile var mıdır, yok mudur emin olamıyorum. Şimdilerde Mercan Dede ve ben bir de sizi görüyorum. Bu ötekilemenin nedeni nedir?

Siz daha çok sorgulamışsınızdır, o sebeple soruyorum.

S. A. : Aslında ötekileme pek yok. Devam ediyor. Onun dinleyicisi, o kültür bir taraftan da devam ediyor. Biz biraz bu camiadan baktığımız için, bu tarafta yok. Bize yok gibi duruyor. Hala aşıklar var. Yani ötekileştirme biraz bizim içinde bulunduğumuz durumdan kaynaklanıyor. Bizim o arada derede kalmamızla ilgili. Benim akrabalarım hala dinliyor. Evlerinde de hala dinlerler. Ama bizim müziğimizde, bunları biraz biraraya getirdiğimiz için, farklı bir renk olduğumuz için burada biraz öteki durumu var.

R. K. : Yani rock müzik festivallerinde mi öteki kalıyorsunuz.

S. A. : “Rock” dediğimiz durumun içinde.

R. K. : Bir yandan da konuşurken aklıma geldi, o kültürler yaşadığı zaman hep bir gizlilik, hep kapalı olmak durumunda kalmışlar.

S. A. : Alevi deyişleri için bunu söyleyebiliriz. Mevlevilik için pek söyleyemeyiz. Cumhuriyete kadar hep desteklenmiş, bir nevi konservatuar işlevi görmüş. Cumhuriyetle beraber yasaklanmış, batı müziğinin yerleştirilmesine çalışılmış. Türk müziği -ki o söylem de biraz sakat. “türk müziği”

M. G. : Biraz zamanla da ilgili. Zaman, ruhani-felsefi şeylere pek müsait değil. Ne söyleseniz klişe şuanda. Herşeyle dalga geçilir bir durum var. Bir şey söyleseniz arabesk olmaya müsait. Yani herşeyi çok biliyoruz!

R. K. : Sizin bestelerinizde var değil mi aralarında?

S. A. : Bizim besteler hep doğaçlamayla oluşmuştur. Sahnede çala çala belli hatları oluşmuştur. Doğaçlamaya da devam ediyoruz. Bir yandan da aklımızda, algımızda yer edeni şarkı ya da beste formuyla aslına yakın icra ediyoruz.

R. K. : Mesela “Tevfik gibi serseri,…” yani “yanayan” size mi ait?

S. A. : O bestedir. Söz-müzik bize ait.

R. K. : Başka?

S. A. : Başka… , giriş doğaçlamaydı. “Karadeniz”’de doğaçlama ve düzenlemedir. Yani aslında Bizim kaç tane şarkımız var ben bilmem.

M. G. : Birimiz bir şey söylüyor şu şarkı, diğerimiz re diyor. Sahnede belli olmuyor.

S. A. : Yani şarkıları etiketleyip hep böyle demiyoruz. Kimi zaman besteye yaklaşıyor. Ama mesela sadana ripama artık oturmuş bir şarkıdır. Yani oturanlar var. Oturmamışlar var. Oturtmak istemediklerimiz var.

M. G. : Mesela dün gece ikinci şarkımız kesinlikle oturtmak istemediğimiz bir şarkıdır. Yine ben bir şarkı daha çalalım diye bir şarkıyı davulla bitirdim. Sinan “neden bitirdin?” dedi bana.. (gülüyor)

Bazen yirmi dakika çalıyoruz..

S. A. : Şarkılarımız açık yani.

M. G. : Ama mesela sadana ripama değil.

S. A. : Sadana ripama öldü. Alah rahmet eylesin. (gülüyor)

R. K. : Şarkıları bozduğunuz söylenebilir mi? Belki de “pozitif” anlamda.

M. G. : Çok güzel söyledin.

R. K. : Yani eskiden kalma “kalıntı” diyeceğim. Tekrar baştan, hem bozmak hem yorumlamak denebilir…

S. A. : Bozuyoruz bozuyoruz. 4 şarkı dışındakilerin hepsini bozuyoruz.

S. A. : Başka şarkılarımızda var. Bizim şarkılarımız sahnede çıkıyor. O şekilde oturmuş şarkılarımız var. Mesela Tevfik diye bir şarkımız var, ben onu çalmaya korktum.

K. A. : Zaten şarkıları ezberleyemiyoruz. Trafik sıkıntısı da yok. Ben bazı şarkılarda Sinan’a back vokal yapacağım ama ne söyleyeceğini bilmediğimden… (gülüyor)

M. G. : Orada, o atmosferi yakaladıktan sonra, grup gözlerini kapadığında, ekip göz göze geldiğinde, Sinan söylemeye başlıyor. 4 dakika – 5 dakika. Söylüyor söylüyor, bilmiyorum ne söylüyor ama … ( gülüyor)

S. A. : Bir hale bürünüyoruz, dinleyende bir hale bürünüyordur. Çerçevesi yok. Bir yere gidiyoruz ama nereye gitiiğimizin çok önemi yok. Yoldayız yani.

R. K. : Tam anlamıyla canlı müzik grubu…

S. A. : Candayız, gönüldeyiz.

Tam bu sırada Rock-A gönüllüsü Aysun geliyor ve Rock-A alanında bulunan restoranın aşçısının rock müzikten hiç anlamamasına rağmen Dembedem’in performansından çok etkilendiğini, varsa eğer bir cd’lerini istediğini söylüyor. Bu durum Dembedem hakkında çok şey açıklıyor.

Not: Bu yazı çıkarken, İzmir’de Rock Tatili Foça gerçekleşiyor. Ayrıca daha önce haberini verdiğimiz Elemental Evolution – II isimli psycadelic festival, Muğla-Köyceğiz’deki Sandras Dağları’nda gerçekleştirilmek üzere yeri değiştirildi ve o festivalde şu sıralar devam ediyor. Malesef festival habercisi yurtdışına çıkacağı için Türkiye’deki festival atmosferinden bildirimlerine burada son veriyor. Festivaller konusunda yazmaya ise devam edeceğim.

Namaste, muhabbetle..

Güneşten 250 Kat Daha Büyük

Bir Fransa Bisiklet Turu’nu daha maziye gömdük muhterem okur.

Eurosport raporlarına göre hem Dünya’da hem de Türkiye’de reyting rekoru kırılmış. Tur biteli dört gün olduğuna göre, hadiseleri yeniden anlatmak, soğuk yemeği ısıtmaktan başka bir anlama gelmez.

Türkiye'de Her Yıl Bir Meksika Körfezi Faciası Yaşanıyor / Murat Bjeduğ

22 Nisanda BP şirketinin işlettiği, Meksika körfezindeki Deepwater Horizon petrol platformundaki patlamanın üzerinden  3 ay geçti. Milyonlarca litre petrolün denize akması, ABD’nin sert tepkisi, ulusal ve uluslar arası medyada günlerce yer aldı. 11 ölü, denize karışan 700 milyon litre petrol, milyarlarca doları bulan maliyet ve etkileri çok uzun sürecek ekolojik facianın sorumlusu British Petroleum (BP) şirketinin CEO’su Tony Hayward ise tekne yarışlarının tadını çıkarırken görüldü.

Tarımda Kapitalist Paradigmanın İflası–3 / Prof. Dr. Mustafa Kaymakçı

“GIDA SEKTÖRÜ’NDE TEKELLEŞME ve YABANCILAŞMA”

Tarımda, genelde dev işletmeler şeklinde ortaya çıkan kapitalist paradigma, gıda sektöründe de tekelleşme  ve yabancılaşmayı ortaya çıkarmıştır.

'Le Tour de Zincir' ve '39'un sırrı! / Sarper Günsal

Bir Fransa  Bisiklet Turu daha geride kaldı. Hiç şüphesiz bu sezonki tur ‘zincir vakası’yla hatırlanacak. Contador’un gerisinde kalan Schleck’in ’39’ rakamını unutması zaman alabilir.

Fransa Bisiklet Turu’yla ilgilenenler bilir üç hafta süren mücadele Paris’in meşhur Şanzelize Caddesi’nde son buldu. Genel klasman şampiyonluğunu Astana’dan Alberto Contador, 39 saniye farkla kazandı. İspanyolun arkasında Saxo Bank’dan Andy Schleck ikinci oldu. Contador ve Schleck arasındaki 39 saniye, tarihte en yakın zaman farkıyla biten ‘Tour’ değil. Birinci ve ikinci arasında, şimdiye kadar görülen en az fark sekiz saniye. Nasıl ‘Tanrı’nın eli’ futbolda tek bir şeyi çağrıştırırsa, ‘8 saniye’de bisiklet tarihinde 1989’da Greg Lemond’un kazandığı yarışı anlatır. Bu sene de tarihte yerini ‘39 saniye’ ya da ‘zincir skandalı’ olarak alacak sanırım.

Schleck, yarışın 15. etabına 31 saniye farkla genel klasman lideri olarak başlamıştı. Genç Lüksemburglu parkurun son yokuşu Port de Bales’nin sonlarına doğru atağa kalktı. Ancak vites büyütürken zinciri attı ve durmak zorunda kaldı. O anda Contador ve birkaç sporcu daha Schleck’e karşı atak yaparak hızlandılar. Yokuş zirvesini Andy’nin önünde geçen Contador, Bagneres de Luchon’da biten etap sonunda Schleck’e 39 saniye fark yapıp (genelde artı 8’lik bir avantajı yakaladı) ‘Sarı Mayo’yu ele geçirmiş oldu. Kıyamet de burada koptu…

Kendi töreleri var

Yol bisikleti, hem rakip hem de müttefik olmak zorundaki bir grup insanın yaptığı, oldukça geleneksel bir spor. Yazılı olmayan ama camia tarafından şiddetle uygulanan bazı kuralları var. Örneğin beslenme bölgesinde, sporcular yemek heybelerini alıp atıştırırlarken atak yapılmaz. Keza yarış lideri düşmüşse, tuvalet molası vermişse veya doğal olmayan bir nedenle geri kalmışsa da karşı bir atak hoş görülmez. Bu gibi kurallara uymayanları peloton cezalandırır, hatta aforoz eder. Bu açıdan bakıldığında, Schleck’in mekanik bir sorunla durmak zorunda kaldığında Contador’un atağa kalkması en hafif deyimle ‘yadırganacak‘ bir durumdu.

Alberto Contador olağanüstü bir bisikletçi. Katıldığı son beş Büyük Tur’u kazanmayı başarmış bir yetenek (3 Tour, 1 Giro, 1 Vuelta). Gelmiş geçmiş en iyi yokuşçulardan biri olmasının yanı sıra zamana karşı yarışlarında da dünyanın en iyilerinden biri. Lakin, kazanma hırsı ona bazen ‘töre’ye aykırı şeyler yaptırıyor.

Contador’un vukuatları

Geçen yıl Fransa Turu ’nda, Alpler’deki kritik bir etapta, Schleck kardeşlerle beraber atak başlatıp, takım arkadaşı Klöden’in klasmanda geriye düşmesine neden oldu. Aynı yarışın Andora etabında ‘takım emirleri’ne karşı gelerek atak yaptı ve o zamanki takım arkadaşı Armstrong ’un da olduğu rakiplerine zaman kaybettirdi. Bu sene de, 12. etabın son bölümünde, önde yine bir takım arkadaşı (A. Vinokurov) etap zaferine giderken, Katusha ’dan Joaquin Rodriguez ile beraber atak yaparak onu yakalayıp geride bıraktı. Üstelik etabı da kazanamadı. Olağanüstü bir bisikletçi olmak olağanüstü bir sporcu olmakla eş anlamlı değil…

‘39 saniye’ olayına Andy Schleck ve takımı fazla bir tepki göstermedi. Saxo Bank ‘Alışılmamış’ bulmakla yetinirken Schleck “Sanırım aynı şekilde hareket etmezdim ” diye nazik bir protestoyla yetindi ve gelecek etaplarda bu farkı azaltacağını belirtti. Ama Contador bir daha bu şansı vermedi. İki favori Tourmalet zirvesini soğuk, sis ve yağmur altında baş başa tırmanırken karşılıklı ataklardan sonuç alamadılar. Etap zaferini Schleck’e bırakarak günah çıkartmaya çalışan Contador, ‘Sarı Mayo’yu korumayı bildi. Zincir olayını tarihe kazıyan tesadüf ise cumartesi günkü zamana karşı etap sonunda aradaki farkın da 39 saniye olmasıydı. Bu durumu olgunlukla karşılamaya çalışan genç Schleck, ‘39’un acısını gelecek yıllarda çıkartmaya çalışacak artık.

Gelecek notu: Contador ve Schleck’in yanı sıra genç sporcular Mark Cavendish, Van den Broeck, Nicholas Roche, Robert Gesink ve Roman Kreuziger sayesinde gelecek yıllarda da yarışlar çok heyecanlı olacak.

‘Patron’un vedası

Üç yıl ara verdikten sonra geçen yıl yeniden spora dönen Lance Armstrong, Tour 2009’u üçüncü  bitirmiş ve bu sene daha iyi bir dereceyi hedeflemişti. Yedi kezle turu en çok kazanan adam olan Amerikalı süperstar, Arenberg ’in Arnavut kaldırımlarında yitirdiği zamanı kapatamadığı gibi Morzine-Avoriaz etabında üç kez düşünce tüm umutlarını yitirdi. RadioShack’in liderlerini ne Arnavut kaldırımında ne de Alp Dağları’nda koruyamaması, Armstrong’un yarışı kaybetmesinde başlıca etkenlerden biri oldu. 39 yaşında en yaşlı ‘tur’ şampiyonu olmak için Rotterdam ’a gelen ve prologda da dördüncü olarak başarılı bir başlangıç yapan Armstrong, kağıt üstünde son derece yetenekli sporculardan kurulu takımından kritik hiçbir etapta destek alamadı. Yarışı 40 dakika geride bitiren ‘Patron ’un teselli armağanı takımının şampiyonluğu oldu. (Radikal)