Ana Sayfa Blog Sayfa 5405

Öğretmenlere 3 yıla kadar hapis istemi

0

Ankara’da 15 Ağustos’ta öğretmen atamalarına ilişkin eylem yapan Ataması Yapılmayan Öğretmenler Platformu (AYÖP) üyesi 51 kişi hakkında, 3 yıla kadar hapis cezası istemiyle dava açıldı. İddianamede ayrıca, sanıkların, ‘atamaya veya seçime tabi bütün memuriyet ve hizmetlerde istihdam edilmekten yoksun bırakılmaları’ istendi.

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, 15 Ağustos’ta Milli Eğitim Bakanlığı önünde yapılacak öğretmen atamalarını protesto ederek, Abdi İpekçi Parkı’nda oturma eylemi gerçekleştiren Ataması Yapılmayan Öğretmenler Platformu (AYÖP) üyesi çeşitli illerden gelen 51 kişi hakkında dava açtı.

Cumhuriyet Savcısı Abdulvahap Yaren tarafından hazırlanan ve Ankara Asliye Ceza Mahkemesi’ne gönderilen 7 sayfalık iddianamede, eylemin izinsiz olduğu ileri sürüldü.

PASİF DİRENİŞE GEÇTİLER

Eyleme katılanların polisin uyarısına rağmen dağılmadıkları anlatılan iddianamede, Abdi İpekçi Parkı’ndaki oturma eylemine katılan şüphelilerin tümünün eylemin başından beri polis tarafından dağılmaları konusunda ikaz edilmelerine rağmen, dağılmadıkları ve slogan tarak grubun eyleme devam etmesini pekiştirdikleri belirtildi. İddianamede, şüphelilerin tamamının polis tarafından zorla dağıtılacağı ikazına rağmen oturma eylemine devam ederek pasif direnişe geçtikleri, müdahaleden önce polisin olay yerinden ayrılmak isteyen gönüllü kişilere izin verdiği, ancak haklarında kamu davası açılan şüphelilerin dağılmamakta ısrar ettiğini ve oturma eylemi ve sloganlara devam ettikleri belirtildi.

İddianamede, ısrarla eyleme devam eden gruba polisin müdahale ettiği ve zorla olay yerinden uzaklaştırmak istediği eylemcilerin direnç göstermesi üzerine zorla gözaltına alındıkları kaydedildi.

3 YILA KADAR CEZA İSTENDİ

İddianamede, ihtar ve zor kullanmaya rağmen dağılmayan ve eylemlerinde ısrar eden AYÖP üyelerinin, 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri kanuna muhalefet etmek suçundan 1 yıl 6 ile 3 yıl arasında değişen hapis cezalarıyla cezalandırılmaları istendi.

Savcı iddianamesinde ayrıca, TCK’nın 53’üncü maddesi uyarınca sanıkların seçme ve seçilme hakkının yanı sıra, ‘Devlet, il, belediye, köy veya bunların denetim ve gözetimi altında bulunan kurum ve kuruluşlarca verilen, atamaya veya seçime tabi bütün memuriyet ve hizmetlerde istihdam edilmekten yoksun bırakılmasını’ talep etti. AYÖP üyesi 51 kişi, 16 Şubat 2011’de Ankara Asliye Ceza Mahkemesi’nde hakim karşısına çıkacak. (dha)

Almanya deplasmanda kazanmayı başardı!

2012 Avrupa Şampiyonası grup eleme maçında evinde Türkiye ile karşılaşan Almanya, seyirci olarak azınlıkta olduğu maçı farklı kazanmayı bildi.

Almanya’nın başkenti Berlin, farklı açılardan “tarihî” tanımlamasını hak eden bir karşılaşmaya ev sahipliği yaptı. Her şeyden önce bu, iki ülke arasında Almanya topraklarında tam 11 yıl aradan sonra oynanan ilk milli maçtı. Ayrıca hâlâ hafızalardaki tazeliğini koruyan ve Almanya’nın 3:2 üstünlüğüyle sonuçlanan EURO 2008’’deki müthiş yarı final müsabakasının da bir bakıma rövanşı niteliğindeydi. Kaldı ki Türkiye’nin Almanya ile yaptığı tüm maçlar zaten öteden beri “özel” bir statüye sahip. Zira II. Dünya Savaşı sonrası kimse “genç” Federal Almanya Cumhuriyeti ile milli maç yapmaya yanaşmazken, 1951 yılında Türkiye Almanya’ya dostluk elini uzatmış ve “Panzerlerin” İsviçre’den sonra milli maç yaptığı ikinci ülke olmuştu. Meraklısına hatırlatalım, yine Berlin Olimpiyat Stadı’nda oynan bu ilk maçı Türkiye 2:1 kazanmıştı.

Elbette futbolda dün yoktur, bugün vardır. Nitekim dün hem futbolcuların hem de taraftarların aklında geçmişteki maçlardan ziyade 2012 Avrupa Futbol Şampiyonası grup eleme karşılaşmasını kazanmak vardı. Maçın ayrıntılarına girmek istemiyorum; malum Almanya 3:0 gibi net bir skorla kazandı ve üç puanı hanesine yazdırmayı başardı. Türkiye ise pozisyon üretmekte ve forvet hattında çoğalmakta muvaffak olamayınca rakibine boyun eğmek zorunda kaldı.

Bu karşılaşmayı asıl ilginç kılan, maç öncesi, sırası ve sonrasındaki manzaralardı. Maçı izlemek için Almanya ve Avrupa’nın değişik bölgelerinden Berlin’e akın eden 40 binin üzerinde Türk, Almanya başkentinin sokaklarını âdeta kırmızı-beyaza boyadı. Maçtan saatlerce önce sokaklarda zafer şarkıları söylemeye başlayan Türk futbolseverlerin “kırmızııı – beyaaaz, en büyüüük Türkiyeee!” şeklindeki tezahüratlarını Almanların büyük bir bölümü tebessüm ve hoşgörüyle karşıladı. Hatta bazı Alman taraftarlar, “Meeesut Ööözil” diye tempo tutup “En iyi Türk futbolcu nasıl olsa bizim takımda oynuyor, o yüzden biz kazanacağız” demek istiyordu sanki.

Mesut Özil (solda) ve Thomas MuellerMesut Özil (solda) ve Thomas Mueller

Stadyumdaki manzara da sokaktakinden farksızdı. Tüm biletleri satılan yaklaşık 75 bin kişilik Berlin Olimpiyat Stadı’nda Türklerin Almanlara karşı yüzde 60’a 40’lık bir sayısal üstünlüğü vardı. Yani Almanya kendi evinde bir deplasman maçına çıktı. Zaten skor 2:0 olana kadar Almanların hemen hemen hiç sesi soluğu çıkmadı. Nitekim maçtan sonra basın toplantısında konuşan Almanya Teknik Direktörü Joachim Löw de “Bizim için deplasman sayılabilecek bu maçı kazandığımız için çok mutluyum” dedi.

Mesut Özil’in suçu ne?

Karşılıklı hoşgörü ve saygıyı esas alan bu olumlu tabloyu bozan tek şeyse maç sırasında Mesut Özil’in ıslık ve “yuh” sesleriyle Türk taraftarlarca protesto edilmesiydi. Oysa daha birkaç ay önce Dünya Şampiyonası’nda gösterdiği muazzam performans nedeniyle en çok sevinen, onunla gurur duyan kesim Avrupalı Türkler değil miydi? Şimdi ne olmuştu da birden ibre tersine dönmüştü? Tek suçu, hem kalbinin hem de mantığının sesini dinleyerek tercihini Almanya’dan yana kullanmak mıydı?

Miroslav Klose (ortada) ve Volkan Demirel (solda) Miroslav Klose (ortada) ve Volkan Demirel (solda)

Mesut, ilk yarıda bu protestolardan fazlasıyla etkilenmiş olacak ki, neredeyse tek olumlu hareket yapamadı. Kendimi bir anda Mesut’un yerine koydum da… Gerçekten çok zor bir durumdu. Aslında Özil sadece son dönemde Almanya’da göçmenler ve İslam diniyle ilgili tartışmalar nedeniyle iyice gerilen havanın ve bu bağlamda Türk kökenli göçmenlerin içlerinde biriken öfkenin kurbanı oldu; o kadar. Tepki aslında Mesut Özil’in kişiliğine değil, her fırsatta Türkleri ve Müslümanları eleştiren Alman ve Avrupalı muhafazakâr politikacılaraydı. Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla misali…

Heiko Westermann (sağda) ve Gökhan GönülHeiko Westermann (sağda) ve Gökhan Gönül

Devre arasında gazeteci arkadaşlarla birlikte kısa bir analiz sohbeti yaptık. Bazı arkadaşlar “Löw, Mesut’u daha fazla yıpratmamak için ikinci yarının başında oyundan alır” tezini öne sürdü. Benim de dâhil olduğum karşı görüştekilerse “Mesut yeterince profesyonel ve mantalitesi güçlü bir futbolcu. Bu protestolar onu daha da motive edecek, ikinci yarıda bambaşka bir Mesut sahada olacak” diyordu. Hatta Özil’in bu ıslıklara golle cevap vereceğini düşünüyordum. Nitekim öyle de oldu… Ne yalan söyleyeyim; Mesut adına o gole çok sevindim. Basın tribünündeki Türk gazeteci arkadaşların büyük bir bölümü de Mesut’u alkışlamak suretiyle onun sevincine ortak oldu ve genç futbolcuya moral vermeye çalıştı.

Taraftardan Hiddink ve Çetin’e veryansın

Maç sonrası Berlinli gazeteci arkadaşımız Erhan Merttürk’le birlikte hemen Türk taraftarların arasına karıştık ve maçla ilgili düşüncelerini almaya çalıştık. İnanın, çoğu ağlamaklıydı: “600 km yol teptim, karşılığı bu olmamalıydı” diye feryat edenlerden tutun da “Tek suçlu, kendi takımlarında bile kadroya giremeyen futbolcuları mili takıma alan Guus Hiddink ve Oğuz Çetin’dir” diyenlere… “Bursaspor’un şampiyonluğunda büyük payı olan Volkan Şen nerede?” diye soranlardan “Valencia gibi bir takımda ilk onbirde oynayan Mehmet Topal niye milli takımda yok?” diyerek son derece yerinde bir tespitte bulunanlara… “Kendi takımlarında bile son dönemde doğru düzgün oynamayan Özer, Sabri, Servet, Semih’in milli takımda işi ne?” diye merak edenlerden tutun “Necip ya da Selçuk İnan gibi oyuncular dururken neden hâlâ 33’lük Aurelio’dan medet umuluyor?” diyerek kadroyu aslında Guus Hiddink’in değil Oğuz Çetin’in yaptığını savunanlara… Hani derler ya, “elçiye zeval olmaz” misali; bize düşen görev bu serzenişleri aktarmak. Gerisi milli takım yetkililerinin bileceği bir iş…

Bu arada maçtan sonra Türk taraftarlara “Mesut Özil’i niye yuhaladınız?” diye de sorduk. Kimileri “Yok ağabey, ben yaptım” derken kimileri de “Mesut’u diğer takımlara karşı oynarken destekliyoruz ama Türkiye’ye karşı oynarken bunu hazmedemiyoruz” diyerek, protestonun yanlış olduğunu ancak “sürü psikolojisinin” etkisiyle ıslık ve yuhalamalara katıldıklarını açık yüreklilikle itiraf ettiler.

Joachim Löw

Evlere şenlik anonslar

Alman Futbol Federasyonu yetkilileri, Türk taraftarların rahat ve güvenli bir şekilde maç izleyebilmesi için her şeyi en ince ayrıntısına kadar planlamış. Gerçekten tebrik etmek gerekiyor. Ancak bir nokta vardı ki beni hem çok güldürdü, hem de çok düşündürdü: Gençler Türkçe fakiri! Tamam, bu yeni bir keşif değil belki, ama hiç değilse böyle dev organizasyonlarda boy gösterenlerin daha özenle seçilmesi ve Türkçe konusunda daha fazla gayret göstermesi gerektiği de tartışma götürmez.

Metrodan inip stada doğru yürümeye başladığımızda duyduğum ilk anonsa bir anlam vermeye çalıştım: “Dikkat! Bu bir emniyit çağrısıdır! Uyurudur! Lütfen bunlara uynuz!” Yok yok, maç yorgunluğuyla kelimeleri yanlış yazdığımı falan düşünmeyin. Birkaç kez dinledikten sonra, kızcağızın söylediklerini güçlü bela deşifre edebildim, sonuç az önce aktardığım gibi. Özellikle “uyurudur” kelimesine bayıldım; gerçekten çok yaratıcı olmuş! “Uyarı” ve “duyuru” kelimeleri birleştirilip son derece orijinal (!) bir kelime türetilmiş.

Guus Hiddink

Bir de stadyumdaki Türkçe anonsları yapan iyi niyetli bir genç arkadaş vardı. Ama bazen başarılı olmak için iyi niyet yetmiyor ne yazık ki! Tribünlerde meşale yakan Türk taraftarlara hitaben yapılan anonsta son derece bozuk bir Türkçe ile “Sayın sipor siver, lütfen ateşi (meşale demek istiyor) bırakınız! Bu siportiv deyil. Baaah fiderasyonunuz ciza yir soora” şeklinde yapılan uyuruyu -eee pardon, uyarıyı anlayabilmek için bir de simultane tercüman gerekiyordu. Sanırım arkadaş ya “Türk Malı” dizisindeki “Erman” karakterinin koyu bir hayranıydı ve onun konuşma tarzını taklit etmeye çalışıyordu ya da Alman Federasyonu yetkilileri, sokakta rastladıkları ilk Türk gencini apar topar anons kabinine soktular ve ortaya bu manzara çıktı.

Amacımız, bozuk Türkçe konuştuğu için kimseyi yerin dibine sokmak değil. Sadece Almanya’da yaşayan üçüncü ve dördüncü kuşak gençlerin en önemli sorunlarından biri –hatta belki de en önemlisi olan- dil sorununa dikkat çekmek. Almanya Cumhurbaşkanı Christian Wulff ve Federal Başbakan Angela Merkel’le birlikte maçı izleyen Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın da umarız bu konu dikkatini çekmiştir ve iki ülke yöneticileri, bu eğitim sorununa acil çözüm bulmak için süratle harekete geçilmesi gerektiğini anlamıştır.

Almanya Başbakanı Angela Merkel (sağda) ve Türkiye Başbakanı Recep Tayyip ErdoğanAlmanya Başbakanı Angela Merkel (sağda) ve Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan

“Hepimiz kardeşiz, el ele gruptan çıkarız”

“Evinde” oynadığı maçı kaybetmenin üzüntüsünü yaşayan Türk taraftarlar teselli bulmak için soluğu Kreuzberg ve Neukölln’deki çorbacı ve kebapçılarda aldı. Nereden mi biliyorum? Bir grup gazeteci arkadaşla biz de aynı şeyi yaptık da ondan; daha doğrusu yapmaya çalıştık. Almanya’ya gelmiş olanlar bilir: Bu ülkede normalde saat 20’den itibaren hayat neredeyse durma noktasına gelir. Dükkânlar kapanır, sokaklar boşalır, herkes evine çekilir ve akşamın geri kalan bölümü genelde TV karşısında geçirilir. Ama Berlin’in nev-i şahsına münhasır bir yapısı var; Almanya’nın diğer kentlerine pek uymayan, neredeyse “alaturka” diyebileceğimiz bir özelliği… Nöbetçi kuruyemişçiden tutun da gece yarısı çalışan berberine kadar, her türlü hizmet veriliyor. Gecenin bir vakti canınız olmadık Türk yemeklerini ya da tatlılarını çektiğinizde Türklerin yoğun olarak yaşadığı semtlerden birine uğramanız yeterli.

Biz de öyle yaptık ve “Küçük İstanbul”a yani Kreuzberg’e gittik. Kendimi İstiklâl Caddesi’ndeymiş gibi hissettim. Saatler gece 01’i göstermesine rağmen her yer cıvıl cıvıldı. Ve daha da önemlisi iki lokma bir şeyler atıştırabileceğiniz tüm mekânlar tıklım tıklım doluydu. Çivi çiviyi söker misali, mağlubiyetin verdiği acıyı, bol acılı Adana ile bastırmaya çalışıyordu Berlinli Türkler.

Almanya taraftarları üzerinde Almanya taraftarları üzerinde “Deplasmanda zafer” yazılı bayraklarıyla dikkat çekti.

Bir müddet sonra yer bulmaktan ümidimizi kesip, bir diğer hareketli semt Neukölln’e uzandık. Zor da olsa oturacak bir yerler bulup çorbamızı içmeye başlamıştık ki yan masaya iki Alman genci oturdu. Belli ki onlar da maçtan geliyorlardı ama Türk toplumuna “full entegre” oldukları için galibiyeti Türk lokantasında kutlamakta bir sakınca görmemişlerdi. Gençlerden birinin söyledikleri, beni gerçekten hem çok sevindirdi, hem de çok şaşırttı: “Hepimiz kardeşiz, bu akşam yenildik diye üzülmeyin. Şundan emin olun, bu gruptan el ele çıkıp, 2012 Avrupa Şampiyonası finallerine birlikte gideceğiz.” Hareketli, heyecanlı, yorucu ama her şeye rağmen yine de son derece keyifli Berlin macerasına bundan daha güzel bir final sözü yazılamaz sanırım: “Hepimiz kardeşiz, gruptan el ele çıkarız.” Yazımızı, Alman gencinin bize veda ettiği gibi noktalayalım: Hadi çüs (hoşça kalın)!

© Deutsche Welle Türkçe

Bankalar Kara Doymuyor!

Bankacılık sektörünün Ağustos ayında dönem kârı geçen yılın aynı dönemine göre yüzde yüzde 4.8 artışla 14.96 milyar lira olarak gerçekleşti.

Sektörün dönem kârı Ağustos 2009’da 14.27 milyar lira, 2009 yıl sonunda ise 20.18 milyar lira olarak gerçekleşmişti.

Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu’nun (BDDK) açıkladığı kesinleşmemiş geçici verilere göre, bankacılık sektörünün Ağustos ayında aktif büyüklüğü bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 17.5 artışla 905.7 milyar lira oldu.

Özkaynaklar ise yüzde 19.5 artarak 123.2 milyar liraya yükseldi. Krediler Ağustos ayında geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 26.1 artışla 463.9 milyar lira olurken, mevduatlar ise aynı dönemde yüzde 19.1 artışla 566.5 milyar lira olarak gerçekleşti.

Bankacılık sektörünün sermaye yeterlilik rasyosu ise Ağustos itibariyle geçen yılın aynı dönemine göre 0.7 puan azalarak yüzde 19.3 oldu.

Sektörde brüt takipteki alacaklar ise Ağustos ayında geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 3.7 artışla 21.13 milyar lira olarak gerçekleşirken, 2009 sonuna göre ise yüzde 3.3 azaldı. (NTV)

Simone de Beauvoir’ın soyu…

Yol bisikleti dünya şampiyonası, 28 eylülde Avustralya/ Melbörn’de başladı.

Sezon boyunca farklı takımlarda, birbirlerine karşı mücadele etmiş sporcular, şimdi aynı ülkenin yurttaşları olarak başkalarıyla mücadele ediyorlar.

Bisiklet dünya şampiyonaları bize “bisikletin ötekileri”ni fark etme, görme, tanıma imkânı sunar. Sezon boyunca kadraja giremeyen gençleri, kadınları ve “yoksulları” yollarda pedal çevirirken görürüz.

Özellikle “Dünyanın Bütün Afrika’larından” gelen sporcular, bisiklete hâkim olan “beyaz adam” manzarasını bozarak çok hayırlı bir iş görürler.

Hoş, “beyaz adam” “üstünlüğünü” yine konuşturur, podyumları yine o işgal eder, o kara çocuklara yine onları alkışlamak düşer ama… Bisiklet gibi devrimci bir spor, gün gelir “yine”yi yeniye bırakır.

***

Bu yılın cevabı en merak edilen sorusu Fabian Cancellara’yla ilgili. Her yerde Spartaküs lakaplı İsviçreli pedalın dördüncü kez şampiyon olup olmayacağı konuşuluyor. Sezon boyunca gösterdiği performansı düşününce, olmaması için hiçbir sebep yok… demiyoruz tabii ki. Bisiklet gibi şansın çok etkili olduğu bir sporda büyük laflar etmemeyi öğrendik.

(Spartaküs demişken; Spartacus dizisini izliyor musunuz? O nedir ya? Kimmeryalı Conan sanki: Bir elimde balta, umurumda mı dünya…

Kahramanlarımıza niye dokunuyorsunuz kardeşim? Varımız yoğumuz bir onlar kaldı, niye elleşip duruyorsunuz. Bize acımıyorsunuz, Rosa Luxemburg’a, Koestler’e, Kubrick’e de mi acımıyorsunuz? Üçü de mezarında dönüp duruyordur şimdi.

Nedense hep böyle oluyor. Tim Burton gibi bir adam bile Maymunlar Cehennemi’ni yeniden çekicem diye maymun ediyor. Hadi biz görmezden gelerek kendimizi koruyoruz. Peki, yeni kuşaklar ne yapacak? Onlar Maymunlar Cehennemi deyince o manasız parodiyi, Spartacus deyince mezbahadaki o slow motion pornografyayı hatırlayacak… Yazarımız içini döker, parantezi kapar.)

***

Şampiyonun en etkileyici insanı ise hiç tartışmasız büyük şampiyon Jeannie Longo. 52 yaşındaki Fransız pedal, dünya kadın hareketinin simge isimlerinden Simone de Beauvoir’ın soyundan geldiğini herkese gösteriyor ve bu yıl da azimle yarışıyor.

***

Geçen yılın bizim açımızdan en önemli yanı Semra Yetiş’in ilk defa bir kadın bisikletçi olarak Türkiye’yi temsil etmesiydi. Semra ne yazık ki bu yıl şampiyonaya katılamıyor.

Melbörn’de Türkiye formasını bir tek Antalya Kepez Belediye Spor’dan Recep Ünalan giyecek. Recep’in Taylor Phinney gibi isimlerle yarışacak olması hem gurur verici hem ürkütücü. Yarış onun için zor olacak. Hem yalnız yarışacak olması, hem yaşının çok genç (20) olması işini zorlaştıran faktörler. Ama elbette gönlümüz ondan yana.

‘İstanbul’ bisikleti Galata Köprüsü’nde

Sedona ile birlikte tasarladığımız “İstanbul” bisikleti eski Galata Köprüsü’nde sergileniyor. Bu hem bisikleti merak edenler, hem de köprüye hasret besleyenler için bulunmaz bir fırsat. Köprü’nün hem Feshane tarafından, hem de Sütlüce tarafından girişi var. Daha detaylı bilgi için www.istanbuldesignweek.com adresine bakabilirsiniz.

GPA

Önümüzdeki pazartesi, bu yıl dördüncüsü yapılan “Gökova Pedallarımın Altında” etkinliğine katılıyoruz. Bisiklet hakkında yazmak güzel ama binmek daha güzel. Mâlum: Teori gri, hayat yeşildir…

Tanju

Müzisyen ve bisikletsever arkadaşımız Tanju Duru öbür âleme göçeli iki yıl oldu. Aladağlar’da kaybettiği hayatı, bizim hayatımızda da derin bir boşluk yarattı… Toprağın bol olsun Tanju. Bu gazeteyi pek severdin. Kaderde burada anılmak da varmış.

Kusturica protestosu için geç kaldınız – Mehveş Evin

Dört ay önce Bursa Film Festivali’nde ballı börekli ağırlanan Emir Kusturica, şimdi tu kaka edildi! Yönetmenin Sırp kimliği, Antalya’nın misafiri olunca mı akla geldi?

Emir Kusturica, Altın Portakal’a jüri üyesi olarak davet edildi diye ortalık birbirine girdi. Antalya Büyükşehir Belediyesi’nin meclis toplantısı, Kusturica yüzünden karıştı. Türkiye’deki Boşnaklar tepkilerini gösterirken Srebrenitsa’daki kadın dernekleri, ”Kusturica iyi bir yönetmen olabilir ama kötü bir insan” açıklaması yaptı.

Kötü insan olmak, bir film festivali jüriliğine engel teşkil etseydi, herhalde pek çok festival jürisiz kalırdı!

Ancak buradaki mesele ‘kötü insan’ olmak değil, yarası çok taze Yugoslavya Savaşı’nın ardından müslümanlıktan hıristiyanlığa geçmiş bir Sırp. Bir zamanlar Türk entelektüellerin filmleri ve müziğiyle baş tacı ettiği, hâlâ da hayranlık duyduğu Kusturica, neden şimdi tu kaka ediliyor?

Bursa’da protesto edilmedi

Müslüman laik bir ailenin -ve ateist bir babanın- çocuğu olarak Saraybosna’da doğan Kusturica, savaşta Sırp zulmüne karşı net bir tavır almamakla, hatta destek çıkmakla eleştiriliyor. Oysa 1993’te Sırbistan’ın aşırı milliyetçi lideri Seselj’i düelloya davet etmişti. İki yıl sonra, Belgrad Film Festivali’nde bir başka milliyetçi Sırp lideri yumrukladı.

Ancak 1995’ten itibaren bu tip çıkışların yerini sessizlik aldı. Büyük başarı kazanan filmi ‘Underground’ı Miloseviç’in finanse ettiği söylendi. Derken müslüman kadınlara yapılan toplu tecavüzler için “Abartmayın” dedi. 2005’te ‘asıl dini’ olduğunu söylediği hıristiyan ortodoks mezhebine döndü, bir güzel de ismini değiştirdi. Yetmezmiş gibi Sırbistan’a yerleşti. Bu nedenlerle Boşnakların Kusturica’dan nefret etmesi ve Türkiye’ye davet edilmesini kınaması gayet anlaşılır. Peki ya bizimkilere ne oluyor?

Çok değil, bundan dört ay önce aynı Kusturica Bursa Film Festivali’ne konuk olmuştu. En müslüman geçinenlerin bile aklına protesto etmek gelmedi! Aksine, Mavi Marmara’yla ilgili görüş beyan etti epey yuvarlak bir cevaptı- “Türkiye’nin çayını, ayranını içmeye geldim” dediği için pek sempatik bulundu.

Aynı Kusturica, 2008’te Mavi Jeans’in reklam filmini çektiğinde de kimsenin aklına “İyi de bu adam Müslümanlar’ın kıtır kıtır doğranmasına ses çıkarmadıydı” demek gelmedi!

Sorun kıyılarda mı?

‘Bal’ın yönetmeni Semih Kaplanoğlu mesela, şimdi yaptığı gibi Kusturica’yı protesto etmeye kalkmadı. İktidar yanlısı medya grubu, Kusturica her Türkiye’ye geldiğin-de onu, ‘Çingeneler Zamanı’nın harika yönetmenini alkışladı.          Ne iş?

Yoksa tepkinin asıl nedeni, AKP’nin son yerel seçimlerde CHP’ye kaptırdığı Antalya Büyükşehir Belediyesi’nin Altın Portakal’ı organize etmesi mi?

Hatırlarsanız Antalya   Belediyesi, eylülde Bira Festivali düzenlediği için bilumum STK (Anadolu Gençlik Derneği Antalya Şubesi, Antalya İmam Hatip Mezunları Derneği, Antalya Üniversiteliler Platformu, Akdeniz Kültür Eğitim Vakfı, Diyanet-Sen) tarafından protesto edilmişti. Hatta festival sonrası aşırı alkol alan gencin ölümü nedeniyle Belediye’ye suç duyurusunda bulunuldu. Sanki festivalde bira sebilmiş, gençlere zorla bira içiliyormuş ve aynı üzücü olay başka bir yerde olamayacakmış gibi. Kusturica hadisesi, Antalya’nın ‘ikinci skandalı’ sayılıyor şimdi. Hani şimdiye kadar Türkiye’de Kusturica’ya bir Allah’ın kulu sesini çıkarmış olsaydı, anlayacaktık. Hatta biz bile “Vay adi Emir” korosuna katılabilirdik.

Ama ikiyüzlülüğün bu kadarı da komik oluyor.

Bu sabah Yağmur var İstanbul’da

Bugün 9 ekim. Bilmiyorum siz ne zaman okursunuz bu yazıyı?  Dışarıda enfes bir yağmur, insanın melonkoli yaşayabileceği başka hangi zaman vardır bilinmez. Böyle havalar şairin deyimiyle , beni mahvedebilir; sizi bilmem. İnsan herşeyden uzağa kaçmak isteyebilir, tüm geçmişi gömmek isteyebilir, kimbilir. Ama sorumluluklar öyle ağır ki, kimileri bunu düşünse de asla yapamayacağını bilir. Zira ekolojistler için gündem yoğun, şöyle bir kabaca bakalım önümüzde neler var. Bakalım mı :

10.10.10 tarihinde ekolojistleri bekleyen 3 etkinlik var. Biri Allianoi de, Allianoi girişim grubunun çağrısı ile düzenlenen miting. İstanbul’dan bu akşam 21.30 da araçlar kalkıyor. Yarın saat 15.30 da İzmir’den Egeçep bir araç kaldıracak. Allianoi için sözümüz bitmedi diyen herkesle orada görüşmek üzere. Gitmek isteyenler eminim bu harika diyara gitmenin bir yolunu bulacaktır.

10.10.10 tarihinin 2. etkinliği ise, 350 hareketinin tüm dünyada eş zamanlı olarak gerçekleştireceği küresel ısınmaya dikkat çekme eylemi, Türkiye’de Ömer Madra’nın çağrısı ile biraraya gelecek Galatasaray Meydanın buluşup Taksim’e yürüyecekler.

Yarının 3. etkinliği ise. Yine aynı sürece dikkat çekmek için fikir sahibi damakların düzenlediği GDO’suz piknik. Bu da ülkemizde düzenlenecek ilk etkinlik olduğundan önemli.

Yarın dışında son döneme yayılan başka eylemlerde var, onlara da bakacak olursak:

16-17 ekimde Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformunun düzenlediği bir panel ve etkinlikler dizisi var. Türkiye’de yer alan her alandaki sular masaya yatıralacak. Etkinlik konserle son bulacak.

Akkuyu anlaşması yasalaştığı ve Rusyada da yayınlandığı için Kasım ayında Mersin NKP bir dizi etkinliğe hazırlanıyor. Gündem nüklerciler için yoğun.

23 ekimde Türkiye’de yeni bir sol inşa etmek için uzun zamandır kafa yoran soliletişimciler İstanbul’da toplanıyor. Ya tamam, ya devam diyecekler. Aralarında tanınmış ekolojistleri barındıran hareketin eksenlerinden biri de, ekoloji olacak gibi görünüyor.

GDOHP hazırlık toplantılarına devam ediyor. 16-17 ekimde Ankara’da toplanacaklar. Asıl toplantısı ise İstanbul’da gerçekleştirilecek.

5-6 kasımda Türkiye Çevre Platformu Marmara’nın sorunlarını konuşmak için biraraya geliyor İzmitte. Uzun zamandır atıl kalan TURÇEP’in nasıl yolalacağı da merak ettiğimiz bir başka konu.

Çevrecileri uzun ve yorucu yollar bekliyor kesin ama onlar inatla direniyor, bence bu ülkede Don Kişot kıvamında giden, sosyologların incelemesi gereken en ciddi hareket . Yüreğini koyarak çevreciler yola devam ediyor.

Bense vicdanı reddimi açıklamaya karar verdim. Kendimce nedenlerle beklettiğim bu açıklamayı ilk uygun zamanda deklare etmeye hazırım. Bakalım neler olacak.

Yeşil gazetenin yeni yüzüne de, Koray’ın Ankara’ya taşınmasına da mest oldum. Bence çok güzel, çok profesyonel bir web sayfası olmuş. Emeği geçenlerin emeğine sağlık.

Mücadelemizde hepimize kolaylıklar diliyorum. Yeşil gazetenin üyesi olmaktan onur duyuyorum. Yeniden görüşene dek, herkese iyi haftalar.

2010 yılında dijital aktivizm

Victor Papanek “Gerçek dünya  için tasarım” isimli endüstriyel tasarım eleştirisi klasiğinde zihnime kazınmış olan şu cümleleri kullanır:

“Tasarımdan daha zararlı çok az sayıda meslek vardır. Büyük ihtimalle bunlardan sadece biri tasarımdan daha yapmacıktır. Reklamcılık insanlara sahip olmadıkları paralarla, onları umursamayan insanları etkilemek için, ihtiyaçları olmayan şeyleri satın aldırtan, muhtemelen varolan en yapmacık iş alanıdır. Tasarım ise reklamcıların cafcaflı fişteklemelerini hayata geçirerek birinciliği burun farkıyla kaçırır.”

Ayarsız Kuşkucu

Uzun süredir aklıma gelmemiş olan bu cümleleri hatırlamamı sağlayan şey The Guardian websitesinde okuduğum bir yazı oldu. Bu yazıda Micah White, dijital aktivizmin geniş kitelelere ulaşmak adına reklamcılık yöntemlerini benimseyerek karşı olduğu şeye dönüştüğünden yakınıyor. Dahası, dijital aktivizmin fiziki aktivizmi öldürmekte olduğunu ve “sol”un düşmanı olduğunu savunuyor. “Wall-Mart aktivizmi” olarak adlandırdığı dijital aktivizm furyası geçtiğinde “Tutkulu” ve tüketim toplumunu kökünden eleştiren aktivistlerin çağının başlayacağını müjdeleyerek yüreğimize su mu serpiyor, yoksa suratımıza mı tükürüyor bilemiyorum.

Micah White’ın söylediklerinin bir yarısına katılıyor olsam da, internet üzerinden imza kampanyası düzenlemiş herkesi tüketim toplumunun beyinsiz zombileri yerine koymasını ve dijital aktivizmin reklamcılık ilkelerini benimsemeyen uygulamalarını görmezden gelmesini aşırıcı indirgemeci buluyorum.

Adam Haklı Beyler…

Geçtiğimiz günlerde New Yorker‘da yayınlanan başka bir eleştirel yazı ise dijital aktivizme körlemesine cephe almadığı ve kot pantalon giyenlerin Amerikan uşağı olmakla suçlandığı günleri hatırlatmadığı için daha çok ilgimi çekti. Malcolm Gladwell yazısında 60’lı yıllarda Afro-Amerikalıların hakları için sopa yemeyi göze alan aktvistler ile günümüz Facebook aktivistlerini kıyaslıyor. Ve benim kolay kolay yanlışlayamadığım şu sonuçlara varıyor:

  • “Sosyal ağlar motivasyon arttırıcı araçlar değildirler. Sosyal ağlar katılımı kolaylaştırarak, düşük motivasyonlu bireylerin katılımını arttıran araçlardır.”
  • “Dijital aktivizm ağ tipi yapılar oluşturur. Ağ tipi yapılar geniş katılımlı, düşük risk içeren ve küçük hedefleri olan hareketlere daha uygundur. Yüksek hedefler ve dolayısıyla yüksek risklerle başa çıkmak için bir kısım hiyerarşi gereklidir.”

İnterneti kullanarak dünyayı değiştirmekten ve risklerden bahsederken es geçemeyeceğimiz bir güncel fenomenle karşı karşıyayız: Wikileaks. Wikileaks başka mecralarda yayınlanma şansı bulamamış kamu açısında yayımlanmasında fayda bulunan gizli bilgileri ve belgeleri ifşa eden bir site. Pek çok kez birilerinin foyasını meydana çıkardığı için de ciddi riskler içeren bir hizmet. Wikileaks hakkındaki en taze tartışmalardan birini Orhan Şener Türkiye internetine taşıdı. Bu ve benzeri tartışmalarda Wikileaks’in sürekli bir şeyleri ortaya çıkarttığı halde kendisinin neden şeffaf olmadığı ve neden wikileaks’in fikir babası Julian Assange’ın öne çıktığı sorgulanıyor. Bence yanıtı çok basit: Çünkü Wikileaks karşısına ABD istihbaratını alacak kadar yüksek risk içeren işler yapıyor.

İcraatın İçinden

Memlekete dönecek olursak, tüm bu tartışmalar sürerken Yeşiller olarak “2 milyon ağaç için 2 milyon İstanbullu” kampanyasını başarıyla yürüttük. Bu kampanyanın Türkiye pratikleri içinde ciddi örnekler arasında yer alacak bir internet ayağı vardı. Tüm sosyal ağların kullanıldığı, imza kampanyasının olduğu ve ünlü isimlerin videolarıyla desteklenen yaygın bir internet kampanyasıydı. Ancak tam da Gladwell’in dediği gibi sokağa çıkıp el ilanı dağıtan insan sayısı internetten destek verenlere kıyasla çok fazla değildi. İşin koordinasyon ve eylem hazırlığı kısmı ise sorumluluk üstlenen çekirdek bir ekibin yoğun çalışması sayesinde kotarıldı.

2 ekim akşamı 2 milyon İstanbulluya İzmirden destek vermek için sayılı gün kala başlattığımız internet organizasyonuna katılacağını beyan eden insan sayısının yarısı kadarı eyleme geldi. Ancak eyleme gelen insan sayısının 20 katı kadar insan davetimizi aldığı halde, tam da Micah White’ın yazısındaki bir örnekteki gibi, yanıt bile vermemişti.

Peki şöyle bir şey olsa…

Kamuya açık sosyal ağların büyük değişimler yaratmak için verimsiz olmalarının yanı sıra bir sınırlamaları daha var. Sosyal ağlar binlerce “arkadaş” edinmemizi sağlayıp, hiç biriyle gerçekten iletişim kurmamızı sağlayamıyor. Ne kadar geniş ve kalabalık bir sosyal ağ içindeysek o ağ üzerinden bize ulaşan bir mesajın ya da kişinin gözümüzdeki potansiyel değeri de o kadar düşük oluyor. Kalabalık bir disco ortamında muhabbet etmenin zorluğu ve edilen muhabbetlerin boş oluşu gibi.

Başka bir ülkede sizinle aynı konuda kampanya yürüten bir kişiye Facebook üzerinden ulaşsanız dahi işlevsel bir iletişim kurma ihtimaliniz düşük olacaktır. Çünkü o kişiye muhtemelen günde bir kaç yüz facebook mesajı ve güncellemesi geliyor olacaktır ve o da çoğumuz gibi o mesajları okumadan silecektir.

Çok ham bir fikrimi sizlerle paylaşmak istiyorum:

Sosyal ağların avantajlarını sadece yüksek motivasyonu olan insanları bir araya getirmek için kullanmayı, yani tematik sosyal ağlar kurmayı öneriyorum. Bu insanlar bir araya geldiklerinde girişecekleri işler görece daha riskli işler olacağı için bu tematik sosyal ağların güvenlikli olmasını ve sadece üyeler tarafından kullanılmasını öneriyorum. Üye kabulünün de mevcut üyelerin referansıyla gerçekleşebileceğini düşünüyorum.

Önerdiğim bu odaklanmış ve yüksek motivasyonlu sosyal ağların en azından reklamcı ruhundan uzak olacağını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Sonuç gibi

Son bir kaç senedir tutturulan “devrimler internetten yapılacak!” teranesi için henüz çok erken. Ancak internetin de, dijital aktivizmin de bir yere kaybolduğu yok. Varlığını sürdüreceği kesin olan bir organizma için rahatlıkla “onu öldürmeyecek olan şeyin onu güçlendireceği” söylenebilir. Dolayısıyla, Micah White üzülecek olsa da, onun eleştirileri dijital aktivizmin bitmesine değil evrim geçirmesine sebep olacaktır. Belki size ve bana düşündürdükleriyle bu evrim çoktan başladı bile…

Efe Göktoğan – 09/10/2010

Yeşiller Partisi Korsan Cephesi – www.ypkc.org

(Yeşil Gazete)

Ulus Baker Buluşması-3 gerçekleşiyor

Artık gelenekselleşmiş olan Ulus Baker Günleri’nin üçüncüsü “Siyasal Alan Neresi?” üstbaşlığıyla içinde bulunduğumuz ayın 8’i ile 10 arasında gerçekleştirilecek. İnşaat Mühendisleri Odası’nın Rüştü Özal Salonu’nda gerçekleşecek olan etkinliğin programı şu şekilde:

Ulus Baker Buluşması III:

Siyasal Alan Neresi?

8-10 Ekim 2010, İnşaat Mühendisleri Odası, Rüştü Özal Salonu, Necatibey Caddesi, No:57, Kızılay Ankara

8 Ekim 2010, Cuma,

18:30-19-30: Açılış Buluşması

9 Ekim 2010, Cumartesi:

10:00-13:00 Siyasal Alan ve Video: Eylemin Görüntüsünden Görüntünün Eylemine Tekel Direnişi: Gösterim (Güney Özcebe Salonu)

“Hep Sizi Beklemiştik”, 57’, 2010,  NHKM Sinema Atölyesi

“Tekel 51”, 51’, 2010,  Nurşen Bakır (Sine-Yol Film Kolektifi)

“Direniş Sokağı”, 20’, 2010, Aynur Özbakır (BEKSAV Sinema Atölyesi)

“Güneş Yine Doğuyor”, 14’, 2010, Onur Metin (Balıkbilir Videoeylem-Videoart Atölyesi)

“Kadınlar Tekel”, 24’, 2010, Cevahir Özgüler, İdil Soyseçkin (Karahaber)

10:00-13:00 Siyasal Alan ve Felsefe (Rüştü Özal Salonu)

Onur Kara: Arendt’in Ötesinde Baker: Kanaatlerden Duygulara Siyasal Alan

Göksun Yazıcı: Emek Siyasal Alanın Kıyısında mı? Emek Özgür bir Dünya Kuramaz mı?

Mehmet Ratip: ‘Siyasal Alan Burası Değil’ yahut Felsefenin İklim Mültecilerine Faydası: Doğanın, Halkın ve Bireyin Masumiyeti Üzerine Düşünceler

Levent Kavas: Al “alan”ı vur “yuvar”a: Toplumsal Yörüngelerin Dönüşü/Devrimi Üzerine

14:30-18:00 Siyasal Alan ve Video: Eylemin Görüntüsünden Görüntünün Eylemine Tekel Direnişi: Forum

Tekel işçileri

NHKM Sinema Atölyesi

Nurşen Bakır (Sine-Yol Film Kolektifi)

Aynur Özbakır (BEKSAV Sinema Atölyesi)

Erkal Tülek (Sendika TV)

Onur Metin (Balıkbilir Videoeylem-Videoart Atölyesi)

Cevahir Özgüler

İdil Soyseçkin  (Karahaber)

Oktay İnce (Karahaber)

10 Ekim 2010

11:00-13:30 Toplum ve Bilim Paneli:

“Siyasal Alan Neresi?”

15:00-17:00  Siyasal Alan ve Güncel Sanat

Seçil Yersel (Oda Projesi)

Önder Özengi

Erden Kosova

17:30 Kapanış Buluşması

İstanbul – Stuttgart Yeşil Direniş Hattı

2 Ekim’de İstanbul’un 23 ayrı noktasında 3. köprüye karşı bir eylem gerçekleşti. “2 Milyon İstanbullu Buluşması” adını verdiğimiz bu eylem bir çok ilki barındırıyordu. Öncelikle, İstanbul’da ve bildiğim kadarıyla Türkiye’de buna benzer çok merkezli bir eylem daha önce yapılmadı (1 dakika karanlık eylemlerini merkezsiz olması nedeniyle saymıyorum.). Bir diğer ilk de buluşmanın, Yeşiller Partisi’nin kendi inisiyatifiyle organize ettiği ilk büyük eylem olmasıydı.

2 Ekim’deki buluşmaya farklı açılardan yaklaşıp derinlemesine analiz etmek gerekir. Öncelikle 2 Ekim’deki eylem, demokratik katılım açısından Türkiye’deki en önemli doğa korumacı eylemlerden biriydi. Sivil toplum kuruluşları ve meslek odalarının yanı sıra vatandaşlar da evlerinden kalkıp soğuk havaya rağmen sahilde bir mum yakarak buluşmaya katıldı. Bu insanların sayısını bilemiyoruz ama buluşma noktalarında görevli arkadaşlardan edindiğimiz bilgi, kampanyayı internet, gazete, radyo ve televizyondan duyup da gelen örgütsüz binlerce İstanbullunun katıldığı yönünde.

Buna ek olarak, insanların merkezi olmayan bir eyleme katılmaktan çekinmemeleri ve bir lideri dinlemek veya görmek için değil de büyük çaplı bir eylemin yerel parçası olmak için çekinmediklerini göstermesi açısından da 2 Ekim buluşması çok önemli. Çünkü böylece, yerel çapta inisiyatif alabilen bir kitlenin var olduğunu öğrenmiş olduk ve Yeşiller’in ana ilkelerinden ikisi olan doğrudan demokrasi ve yerellik açısından bir potansiyelin üzerinde oturduğumuzu gördük. Şimdi bu potansiyeli büyütüp harekete geçirmenin yollarını aramamız gerekir.

Kampanyadaki en büyük avantajlarımızdan birisi, savunduğumuz konunun, yani 3. köprünün durdurulması gerektiği gerçeğinin boşluk içermemesi. Önümüzde o kadar saçma ve o kadar savunulamaz bir proje var ki, nasıl karşı çıkarsanız çıkın haklı oluyorsunuz. Hükümete körü körüne biat eden bir kesim dışında köprü projesini savunan neredeyse kimse yok. Çünkü savunulması en güç projelerden biri. Trafiği çözecek deseniz, çözmüyor; bilakis daha da artırıyor. Ucuz deseniz, değil; dile kolay 6 milyar dolar. Doğaya dost deseniz, herkes güler; 2,5 milyondan fazla ağaç kesiliyor, su havzaları kirleniyor, hava kalitesini düşürüyor, küresel iklim değişikliğine neden oluyor, vs. Saymakla bitmeyecek bir eksiler listesi var bu projenin. O yüzden, karşısına ne kadar artı koymaya çalışırsanız çalışın, bilançoyu denkleştiremiyorsunuz.

Yeşiller Partisi olarak bu gerçeği ortaya koymaya başlamamızla birlikte kamuoyunda da köprü karşıtı seslerin yükseldiğini gördük. Özellikle köşe yazarları birbiri ardına köprü karşıtı yazılar yazmaya başladı. Bu da halktaki bilinci ve tepkiyi yükseltti. Özellikle 2 milyon ağacın kesileceğini ortaya çıkarmamız İstanbulluların ilgisini köprü projesine yöneltti. Kafalardaki soru işaretlerini yok etti ve “evet, ben de karşıyım” düşüncesi herkesin kafasında yerleşti. Bundan sonra yapmamız gereken, öncelikle, 3. köprüye mahkum olmadığımız; eğer trafik sorununu çözmek istiyorsak 3. köprüden çok daha ucuz, daha verimli, daha mantıklı projelerin olduğu gerçeği. Ve İstanbulluların bu alternatif projeler arasından birini seçme haklarının olduğu. Çünkü bu, onların şehri; projeden yararlanacak veya zarar görecek olanlar da yine kendileri. O halde, söz hakları olmalı!

Bu nedenle, aslında 2 Milyon İstanbullu kampanyası bir demokrasi kampanyası. Hem de bir yerel demokrasi kampanyası! Evet, 15 milyonluk nüfusuyla İstanbul’un “yerelliğinden” bahsetmek biraz yadırgatıcı çünkü yerel denince genelde aklımıza köy veya kasabalar geliyor. Ama halbuki İstanbulluların da yerel demokrasiye hakları var. Şehirleri ne kadar büyük ve tüm ülke için diğer şehirlerle karşılaştırılamaz değerde olursa olsun, İstanbullular da kendilerini yakından ilgilendiren bir konuda söz sahibi olabilmeli. Yaptığımız ve bundan sonra da yapmamız gerekenlerden en önemlisi, daha fazla İstanbulluya yerel demokrasiye hakları olduğunu ve bunu talep etmeleri gerektiği mesajını vermek olmalı. Eğer İstanbullulara, kendi haklarını savunmak için yeterli desteği verirsek, bu mücadeleden kaçmayacaklarını 2 Ekim akşamında gördük. O akşamki coşkuları, sadece 3. köprüye olan muhalefetleri nedeniyle değildi. İlk defa şehirleriyle ilgili bir söz söyleme hakları vardı ve onu kullanmak için uygun bir ortam yakalamışlardı: Meşru bir ortam, büyük bir eylem ve medya!

2 Ekim buluşması, sınırlı imkanlar ve sıfıra yakın bir bütçeye rağmen, yoğun bir ekip çalışmasıyla ve gönüllülerin desteğiyle nelerin yapılabileceğini gösterdi. Amacımızın meşruluğu neredeyse tüm sivil toplum kuruluşlarının ve meslek odalarının desteğini beraberinde getirdi. Oluşturulan çatı /birliktelik / koalisyon /şemsiye (adına ne derseniz deyin), Türkiye’de bugüne kadar gerçekleştirilmiş en büyük doğa korumacı oluşum. Sırf bu bile amacımızın ne kadar doğru olduğunu gösteriyor: 3. köprü projesi durmalı!

Ancak, oluşturduğumuz bu büyük birlikteliğin sokaktaki yansımasının tatmin edici hale gelmesi için mücadeleye devam etmemiz gerektiği de açık. Destekçi kurum ve kuruluşların sokak desteğinin ne kadar büyük olduğu bu noktada çok önemli bir hale geliyor. Türkiye’de, en büyük, en zengin, en popüler ekolojist / çevreci sivil toplum kuruluşlarının bile sokağa dökebilecek binlerce insanı yok. Çünkü Türkiye’de henüz bir ekolojist / çevreci “halk” hareketi yok. Biz hep baskı grubu yöntemiyle hükümetlere dediğimizi yaptırtmaya veya onu durdurmaya çalıştık. Arkamıza kitlesel bir halk desteği alma gereği duymadık. Meşruiyetimizi halktan değil, savunduğumuz konunun haklılığından aldık. Ancak, bazen başarılı olmamıza karşın çoğu zaman başarısız olduk. Bu mücadele sırasında da hükümetler tarafından “istemezükçü” ilan edildik, yatırımların önünü tıkayan hippiler gibi algılandık ve marjinalize edildik. Marjinalize edildikçe de halktan koptuk. Ancak artık bu kısırdöngüye bir dur deme vakti geldi. Çünkü kör edici neoliberal düzene rağmen bilgilenen halkın değiştirme ve dönüştürme gücü artık eskisinden çok daha kuvvetli. Özellikle de yeşil mücadelede.

Tam bu noktada, kameralarımızı Stuttgart’a çevirelim. Türkiye medyasında çevre haberlerine ayrılan yer genelde fazla olmamasına rağmen bazı gazetelerden de takip edilebildiği üzere Almanya’nın Stuttgart kentinde Ağustos’un sonundan bu yana yeşil protestolar düzenleniyor. Bunun nedeni, şehrin eski garının yıkılarak Avrupa’nın tüm tren yollarının kesişeceği bir kavşak inşa edilmeye çalışılması. Stuttgart’ın anıtsal nitelikteki eski gar binasının yıkılacak ve 300 kadar ağaç kesilecek. Yeraltına inşa edilecek yeni gar 5 milyar dolara malolacak. Ancak, yerel halkın yaklaşık bir ay önce basit insan zincirleri ve yürüyüşlerle başlayan direnişi bugün 100 bin kişilik protestolara dönüşmüş durumda. Hıristiyan Demokratlar ve Liberaller’den oluşan bölge hükümetine yönelik tepkiyi de arkasına alan göstericiler, ekonomik krizin ortasında bu kadar büyük bir projeye başlanmasına anlam veremiyor. Protestolar, organizatörleri bile şaşırtan bir hızla büyüyor. Sıradan Stuttgart halkı projeye karşı her türlü etkinliğe güçlü şekilde destek veriyor. Hatta kalabalıkların büyük çoğunluğunu onlar oluşturuyor. Göstericiler arasında yer alan Angelika Schröder “oğlumun okulunda kırık camlar ödeneksizlik nedeniyle tamir edilmiyor, içeri soğuk hava giriyor. Ancak bu proje için milyarlar harcanıyor” diyerek tepkisini ortaya koyuyor.

İlk günlerde sayıları sadece binlerle ifade edilen göstericiler ilk önce 10 binleri, şimdi ise 100 binleri buldu. Ağaçların kesileceği bölgede dönüşümlü olarak nöbet tutan halk, maalesef ilk ağaçların kesilmesini engelleyemedi. Ancak bu kesimleri protesto etmek isteyen kalabalığa bin kadar polisin orantısız şekilde şiddet uygulaması, aralarında çok küçük yaştaki çocukların da olduğu yüzlerce kişinin yaralanması ve hatta bir kişinin kör olma tehlikesiyle karşı karşıya kalması üzerine gösteriler yeni bir boyut kazandı. Bölge hükümeti ve onu destekleyen Merkel’in merkezi hükümeti, her kesimden gelen baskılara daha fazla direnemedi ve bugün itibariyle projenin kısmî olarak iptal edildiği ve ağaç kesimlerinin de 2011 bahar sonrasına ertelendiği açıklandı. Bölgede Mart ayında seçimler olduğunu hatırlatmakta fayda var.

Ağustos sonundan bu yana devam eden sürece biraz uzaktan baktığımızda çok çarpıcı bir gerçekle karşılaşıyoruz. Stuttgart’taki bu projenin inşasında ısrar edilmesinin en büyük sebebi, oğlu okulda üşüyen Angelika Schröder’in dikkat çektiği nokta aslında: Ekonomik kriz! Ekonomik olarak geçirdikleri zor zamanları atlatmak isteyen Merkel hükümeti, büyük olasılıkla, Stuttgart 21 adı verilen bu gar projesine, ekonomiyi canlandıracak ve sıcak para akışı sağlayacak bir çıkış yolu olarak bakıyor. Bölge hükümeti de, popülaritesini kaybetmek pahasına, merkezi hükümetin bu dayatmasına müdahale etmekten çekiniyor. Merkel ve kabinesinin gözü o kadar dönmüş durumda ki, olmazsa da olur bir proje için 5 milyar doları gözden çıkartabiliyor. Bunu yaparken de tarihi bir yapıyı yok etmeyi ve 300 ağacı kesmeyi göze alabiliyor.

Bu açıdan baktığımızda, Stuttgart 21 Projesi’yle İstanbul’a yapılması planlanan 3. köprü projesi arasında büyük benzerlikler var. Köprü projesinin maliyeti de Stuttgart’taki gar projesine yakın, ondan biraz daha fazla hatta: 6 milyar dolar. Ama yaratacağı rant 350 milyar dolar olarak hesaplanıyor. Büyük olasılıkla hükümet, gelecek bu sıcak para nedeniyle bu saçma projenin yapılması konusunda bu kadar ısrarcı. Bizim hükümetimizin de gözü o kadar dönmüş durumda ki 2 milyondan fazla ağacın kesilmesini, su havzalarının yok olmasını, trafiğin daha da kilitlenecek olmasını ve İstanbul nüfusunun kontrol edilemeyecek seviyede artmasını göze alabiliyor. Ve İstanbul’da da yerel yönetim yani belediye, aynı Stuttgart’ın yerel hükümeti gibi, bir kukladan farksız olarak halk desteğini kaybetmek uğruna projeye olur veriyor. 3. köprünün İstanbul için cinayet olduğunu bilmesine rağmen bunu dillendiremiyor.

Projeler arasındaki bu paralelliklere karşın İstanbul’un direniş adına Stuttgart’tan öğreneceği çok şey var. 1990’lardan bu yana güçlü bir yeşil hareketin var olduğu Almanya’da bu projeye karşı bir direnişin olması bekleniyordu. Ancak Almanya’yı ve hatta bütün dünyayı şaşırtan, direnişin bu derece büyümesi ve inisiyatifi de sıradan Stuttgart halkının almış olması. Gar inşaatı bölgesinde Yeşiller Partisi ve ekolojistler kadar her gün işine gidip gelen, evinde yemek yapıp bulaşık yıkayan, boş zamanlarında bahçesinin çitini tamir eden sıradan insanlar da tepkilerini ortaya koyuyor. Anketler, Stuttgart halkının %63’ünün projeye karşı olduğunu ortaya koyuyor. Polise kestane atmaktan başka taşkınlık yapmayacak kadar bilinçli ve aklı başında olan bu topluluk, doğa korumacı direnişin ne kadar demokratik ve meşru bir zemine oturduğunun da kanıtı.

Halk, yaptığı gösterilerin aslında karar alma süreçlerine doğrudan müdahale edememesinden kaynaklandığını, bir başka deyişle aslında politik olduğunu da anlamış durumda. Göstericiler, doğa korumacı iradelerini yeşil hareketin iktidarına dönüştürmek zorunda olduğunun bilincinde. Proje nedeniyle bölge hükümetinin ve Merkel’in popülaritesi dibe vururken Yeşiller Partisi’nin ülke genelinde oy oranı ilk defa %24’e yükseldi. Bu destek seçimlere kadar devam ederse, Yeşiller Almanya’da ilk kez koalisyonun ana ortağı olma fırsatını yakalayacak. Merkel, projede ısrar etmesine neden olan ekonomik çıkarlar ne kadar büyük olursa olsun geri adım atmak zorunda.

İstanbul’da ise durum biraz daha farklı. Her şeyden önce ülkemizde maalesef yeşil hareket henüz çok zayıf ve arkasında geniş bir toplumsal dayanak yok. Bunda toplumsal ve kültürel geçmişimiz kadar, doğa korumacılığın ve ekolojinin politik bir alan olmadığı düşüncesi de yatıyor. Şu ana kadar çok önemli bir işlev gören ve hala da görmekte olan çevreci/ekolojist/doğa korumacı sivil toplum kuruluşlarının en büyükleri bile kitleleri harekete geçirebilecek kapasiteden yoksun. Çünkü gösterdikleri çabanın politik olmadığı ve o yüzden demokratik temellere oturması gerekmediği düşüncesini taşıyorlar. Oysa, neoliberal kapitalist düzenin doğayı bir hammadeden ibaret görmesi ve kâr uğruna insan, hayvan, orman ve bitki yaşamını feda ederken bir saniye bile düşünmemesi karşısında doğa korumacılık aynı zamanda politik bir duruş. Karadeniz’de HES’lere karşı, Sinop’ta ve Akkuyu’da nükleere karşı, Hasankeyf’te, Munzur’da ve Allianoi’de barajlara karşı, Güneydoğu’da orman yakmalara karşı, Ege’de altın aramalara karşı ve İstanbul’da 3. köprüye karşı mücadele aslında, yaşama önemsemeyen gözü dönmüş sermayenin ve doğayı değil de şirketleri düşünen hükümetin ekonomi politikasına karşı yürütülmüyor mu? Cevap evetse, o halde kabul etmek gerekir ki bu mücadelelerin her biri politik bir mücadele. O yüzden artık doğa korumacı bu iradenin politik arenaya taşınması ve hükümetlerin karşısına güçlü, kitleleri arkasına almış, gündem yaratma gücü olan politik aktörler olarak çıkmak gerekir. Aksi takdirde, iktidarı kaptırma korkusu olmayan bir hükümete sözümüzü geçirmemiz mümkün olmayacak.

İşte İstanbul’da 2 Ekim akşamında gerçekleştirilen büyük buluşma, Türkiye’deki yeşil hareket için, bu yüzden bir milat kabul edilmeli. İlk defa büyüklü-küçüklü çok sayıda sivil toplum kuruluşu ve meslek odası bir siyasal parti olan Yeşiller Partisi’nin organize ettiği doğa korumacı bir eylemde bir araya geldi. 2 Ekim akşamı mumlarımız 3. köprüyü durdurmak için olduğu kadar, birbirimizin rakibi olmadığımızı ve dayanışma içerisinde hareket edersek ne kadar etkili olabileceğimizi göstermek adına da yandı. 2 Milyon İstanbullu kampanyası çerçevesinde gerçekleşen bu birliktelik, İstanbul’da ve Türkiye’nin her yerinde daha fazla toplumsal katılımı sağlayacak şekilde devam ettirilmeli. Dayanışma içerisinde, doğaya yapılan her saldırıya ortak şekilde tepki verilebilmeli. Hatta karar alma süreçlerine doğrudan müdahale etmek adına 2011 genel seçimlerinde, birlikte belirlenecek ortak en az bir ekolojist/yeşil aday milletvekili olarak Ankara’ya gönderilebilmeli. Çünkü ancak o zaman, tüm büyük ekonomik çıkarlara rağmen hükümetleri geri adım atmak zorunda bırakabiliriz.

Serkan Köybaşı

Yeşiller Partisi PM üyesi

Bu yazının yazılması sırasında Reuters ve BBC’nin internet sayfaları ile Radikal ve Cumhuriyet gazetelerinde çıkan haberlerden faydalanılmıştır.

Almanya-Türkiye futbol maçı bu akşam!

0

Euro 2012 grup eleme maçında Türkiye ve Almanya Milli Futbol Takımları bugün TSİ 21:45’de Berlin Olimpiyat Stadı’nda karşılacaklar. NTV’ den naklen yayınlanacak maçın öncesinde özelllikle konuşulan konulardan biri de Türkiye asıllı Alman futbolculardan Mesut Özil’in milli takım olarak Almanya’yı, Nuri Şahin’in ise Türkiye’yi seçmiş olması. Futbolseverlere göre bu durum maçın seyir keyfini ve heyecanını daha da arttıracak.

Türkiye ile Almanya arasında oynanan son karşılaşma Euro 2008 yarıfinalinde yaşanmış ve Almanya Türkiye’yi 3-2 yenmişti.

Maçı aynı zamanda www.footbo.com adresinden, ücretsiz olarak gerçekleştirilen bir üyelik işlemi sonrasında izlemek mümkün. (NTVMSNBC)