Ana Sayfa Blog Sayfa 5402

Hicap duymak – Nilüfer Kuyaş

Erkeklerin yüzyıllarca kadını kontrol etmek için takmaya zorladığı hicap örtüsünü şimdi birçok kadın özgür iradesiyle taktığını söylüyor.

Ama aynı kadınlar hicabın erkekler tarafından siyasi İslam sembolü yapılmasını engelleyebiliyorlar mı?

Dinî muhafazakârlık kabarışının aracı olmaktan kurtarabiliyorlar mı türbanı? Elbette hayır. Böyle bir güce sahip değiller çünkü.

Burada çok derin bir sosyolojik çelişki var. Türban takan kadın hiç baskı görmeden, gerçekten özgürce mi karar veriyor yoksa bir dayatmayı mı içselleştiriyor? Bunu bilmek hayli zor. Ama kadınların yüzde yetmişe yakın oranda örtündüğü bir toplumda bana asıl başını örtmemek kişisel bir seçim olarak görünmeye başladı. Kişisel seçim herhangi bir sosyal grubun baskısı olmadan alınmış karara denir. Çoğunluğun dayattığını yaparsanız, oradaki kişiselliğin görünürlüğü kalmıyor.

Nedeni de gayet açık: Birincisi, kadınlar henüz din dâhil hiçbir sosyal alanda özgür ve erkeklerle eşit değiller. Eşit olsalardı, o zaman bir kadının hicap takıp takmaması sırf kendisini ilgilendiren, gayet önemsiz bir konu olurdu. Maalesef şu anda öyle değil.

İkincisi, dinî inancın kendisi hâlâ kişisel bir seçim olmaktan çok uzak, ağır bir sosyal baskı sözkonusu, ayrıca din de cinsiyet ayrımcılığı üzerine kurulu. İslam dini kadınlara eşitlik tanısa, örneğin kadınların imam ve hatip olmasına izin verse, bütün kurumsal çelişkileri bir yana Diyanet İşleri’ne bir kadın da başkan seçilebilse, belki o zaman türban takmanın da sahiden kişisel bir seçim olması anlam kazanabilecek.

Ama bu da yeterli değil. Ayrıca din dediğimiz alanın vicdan hürriyetiyle çelişmemesi gerekiyor.

Hâlbuki Türkiye’de Alevilerin, gayrımüslim azınlıkların ya da dindar olmayanların hedef olduğu yasal ve toplumsal baskılar azımsanacak gibi değil. Laikliğini tamamlayamamış bir ülkede başka türlü olması beklenemezdi zaten.

Biz hâlâ kimlik kartlarından din hanesini kaldıramamış bir ülkeyiz. Benim Müslüman olduğuma niçin devlet karar veriyor? Reşit olduğum zaman kendim karar vereceğim dinî inancıma. Gerçek laiklik ve gerçek vicdan hürriyeti budur. Gittiğim okulda da din dersi seçmeli olacak, mecburi değil. Kimlik kartımda din yazmayacak. Ancak bütün bunlar gerçekleştiği zaman, bir kadının türban takıp takmaması da gerçekten kişisel seçimi olabilir. Türkiye gibi bunlardan hiçbirinin olmadığı bir ülkede, kızlar üniversiteye türbanla girsin mi diye tartışmak, bence çok anlamsız.

Elbette türban takanlar da üniversiteye girebilmeli, ama çözüm bununla sınırlı kalamaz. Örtünmek bugün demokratik kamusal alanda kullanılan bir hak. Dolayısıyla bütün haklar gibi bu hakkın da sınırları açıkça çizilmek zorunda. Demokrasi her şeyden önce belli bir zümrenin baskısından kurtulmak demektir. Daha önemlisi, demokrasideki kurumların işleyişi belli bir şeffaflığı şart kılar.

Demokrasi bazı zamanlarda görünürlük ister, buna yüzün tanınması da dâhildir. Kimlik fotoğrafı çektirirken, oy kullanırken, havaalanı güvenliğinden geçerken ve benzeri örneklerde yüzün tanınırlığını kısmen ya da tamamen engelleyen bazı pratikler demokratik şeffaflıkla çelişebilir. Toplumun bu çelişkileri çok dikkatle müzakere edip çözmesi gerekir.

Aynı şekilde, laik bir ülkede yaşıyorsak, kamu hizmeti aldığımız yerlerde karşımıza dinî kılığa bürünmüş devlet memuru çıkamaz; türbanlı yargıç, türbanlı Anayasa Mahkemesi üyesi olamaz mesela. Bir yandan da sivil kamuda doktorluk gibi bazı meslekler belli bir giyim tarzı gerektirebilir. Türbanlı bir cerrah ameliyata nasıl girer, tam hayal edemiyorum. İşin özeti şu: Türban takmayı vazgeçemeyeceği bir kişisel hak olarak gören kadın, bu uğurda diğer bazı haklarından vazgeçmek zorunda kalabilir, yoksa demokrasi olmaz.

Ama bütün bunlardan çok daha ciddi bir başka sorun var ortada.

Çoğu kadın türbanı toplumun ona nasıl baktığını kontrol etme güdüsüyle seçiyor bence, böyle bir sosyolojik olgu var. Cinsel tacize uğramamak, saygı görmek istediği için takıyor türbanı. Muhafazakâr, otoriter, şiddetin yaygın olduğu, erkek-egemen bir dünyada daha emniyette olmak, daha serbestçe dolaşmak, kısacası rahat etmek için takıyor.

Bu durum başı açık kadınların aynı ölçüde ama ters orantıda rahat etmemesi, emniyette olmaması, cinsel nesne olarak görülmesi, açık hedef olması anlamına gelirse, iş ciddileşir. Bir yanda türbanlılar rahibeler gibi kutsal bir dokunulmazlık kalkanıyla dolaşırken, diğer yanda başı açık kadınlar daha savunmasız kalırlar.

Yıldız Teknik Üniversitesi’ndeki protesto gösterisinde polisin ağzını eliyle kapattığı, kaba kuvvete hedef olan genç kızın yerinde başörtülü bir kız olabilir miydi? Türbanlıysa şefkat göster, başı açıksa dokun mesajı yok mu burada?

Kadın erkek ayrımcılığı yanında şimdi bir de kadınlar arası ayrımcılık, hem de taciz ve şiddet temelinde. Çok vahim. Feminist hareket bir dönem buna karşı çıkmıştı, saflar tekrar bölündü. Galiba yeniden düşünme zamanı.

Başımda örtü yok ama bu ülkedeki otoriterlik derin hicap duymama yetiyor.

(Taraf Gazetesi – 8 Ekim 2010)

Aymazlık

Uzun suredir bir futbol maçını izlerken bu kadar sinirlenmemiştim.  Türkiye’nin Azerbaycan karşılaşmasındaki futbolu nasıl bir aymazlıktır inanamıyorum.  Yenersiniz, yenilirsiniz, hepsi olur hepsi ayrı mesele. Azerbaycan’ın futbol seviyesi de ayrı mesele.

Türkiye’nin havada karada yenmesi lazım filan da demeyeceğim. Yenmesi lazım tabii ama ben sahadaki ruhsuzluğa, umursamazlığa laf edeceğim.

Dünya Sağlık Zirvesi: “İklim değişikliğiyle sağlık arasındaki ilişki açık”

Berlin’deki Dünya Sağlık Zirvesi’ne katılan bilim insanları, iklim değişikliği ve sağlık sorunları arasındaki ilişkiyi gözler önüne serdi. Bilim insanlarının geleceğe yönelik tahminleri korkutucu.

İkinci Dünya Sağlık Zirvesi bu yıl 10-13 Ekim tarihleri arasında Berlin’de düzenleniyor. Zirve kapsamında aralarında Nobel Ödüllü bilim insanlarının da bulunduğu yüzlerce katılımcı Berlin’de bir araya geldi. Zirve’de en çok dikkat çeken konulardan biri ise iklim değişikliği ve sağlık arasındaki bağlantı oldu. İklim araştırmacılarına göre küresel çapta yeterli önlem alınmazsa, sıcaklık 2200 yılına kadar sekiz derece artabilir. İklim değişikliği, küresel ısınma ve sağlık problemleri arasındaki bağlantıyı ele alan bir konuşma yapan Alman iklim araştırmacısı Hans-Joachim Schellnhuber’in geleceğe yönelik tahminleri ürkütücü görünüyor.

Moskova’daki sıcak dalgası

Bu yaz Rusya’nın başkenti Moskova’ya alışılmışın dışında bir sıcak hava dalgası hâkimdi. Hava sıcaklığı haftalarca 30 derecenin altına hiç düşmedi. Bu sıcak dalgasının ve Moskova çevresindeki orman ve bataklık yangınlarının insanların sağlığı üzerinde ne tür etkilere yol açtığı ise bugüne kadar bilinmiyor. Postdam İklim Araştırmaları Enstitüsü’nün Direktörü Hans Joachim Schellnhuber, Moskova’da yaşananlara dair güvenilir bilgi bulunmamasından şikâyetçi. Ancak buna karşın 2005 yılında Avrupa’nın batısını etkisi altına alan sıcak dalgası hakkında veriler mevcut. Sadece Fransa’da temmuz ve ağustos aylarında çoğunluğu yaşlı 75 bin kişi aşırı sıcak yüzünden hayatını kaybetmişti. Bu nedenle Alman iklim araştırmacısı Schellnhuber, iklim değişiminin küresel bağlamda insan sağlığı üzerinde büyük etkileri olduğu görüşünü taşıyor.

Schellnhuber, “En kötü etkiler, kalkınmakta olan ülkelerde hissediliyor. Yakacak olarak kömür kullandıkları için küresel ısınmanın kuzeydeki ülkeler tarafından tetiklenmiş olması garip bir ironi. Ancak iklim değişikliği ile ilgili iyimser bir senaryoya göre, ısınmadan kâr sağlayanlar da onlar olacak. 2 derecelik bir ısınma İskandinavya, Kanada ve Sibirya için yararlı olacaktır. Ancak küresel ısınmayla hiç bir ilgisi olmayan, bu konuda tarihsel bir sorumluluk taşımayan ve sıcak bölgelerde bulunan ülkelerde hava daha da sıcak olacak. Bu hiç adil değil ancak bir gerçek” ifadelerini kullanıyor.

Seller ve iklim değişikliği

Bangladeş’teki Dhaka Üniversitesi’nde kamu sağlığı alanında uzman olan Timothy Evans da bu konuda hemfikir. Berlin’deki Dünya Sağlık Zirvesi’ne katılan Evans, Asya’daki muson yağmurları ve siklonların yoğunluğunun değiştiğini söyledi. Evans’a göre, Pakistan’da kısa bir süre önce meydana gelen seller ve iki yıl önceki tayfunlar nedeniyle Myanmar’da yaşanan yıkım, bu gelişmenin bir sonucu. Dünyanın en yoksul ülkelerinden biri olan Bangladeş de sürekli yaşanan seller nedeniyle zarar görüyor.

Evans, “Bangladeş’te tarımsal üretim daha önce verimli olan bölgelerdeki toprağın gittikçe daha fazla oranda tuzlanması nedeniyle çok hızlı bir şekilde geriliyor. Bunun sonucu olarak çiftçilerin kendi kendini besleme yeteneği de büyük oranda azalıyor. Gıda sorunu ve işsizlik insanları sıklıkla sağlık için riskli işlere yöneltiyor. Yani bu da sağlık üzerinde dolaylı bir etkisi olan bir alan” şeklinde konuşuyor.

Kanser, astım, kalp rahatsızlıkları…

İklim değişikliğinin küresel bağlamda sağlık üzerindeki etkileri konusunda uzun süredir yeterli araştırma yapılmıyor. Ulusal Sağlık Enstitüsü Direktörü Francis Collins, ABD’de bilim adamlarının küresel ısınmanın tetiklediği sağlık problemlerini ele alan bir araştırma yayınladıklarını belirtiyor.

Collins, “2010 yılı Nisan ayına ait bu rapora internette ulaşılabilir. Raporun astım, kanser, kalp ve damar hastalıkları, beslenme konusu, sıcağa bağlı ölümler, zihinsel kusurlar, nörolojik hastalıklar, dang hastalığı gibi enfeksiyonun neden olduğu rahatsızlıklar, suyla bulaşan hastalıklar, havayla bağlantısı olan rahatsızlık ve ölüm vakalarını ele alan bir bölümü var” diyor.

Collins, bu uzun listeye bakınca, iklim değişikliği ve dünya genelindeki sağlık problemleri arasındaki bağlantının acil bir şekilde araştırılması hissine kapıldığını kaydediyor.

KAYNAK: Deutsche Welle Türkçe

Planlı cinayetin cezası 500 lira

Cinayet güvenlik kameralarına yansıdı

Bornova’da, üniversiteli 4 gencin, bir büfecinin baktığı sokak kedisini tekmeleyerek öldürmesi, güvenlik kamerasınca kaydedildi, hayvanseverler olaya büyük tepki gösterdi. İlçe Emniyet Amirliği önünde toplanan hayvanseverler suç duyurusunda bulunurken, gençlerden 2’si polis tarafından kısa sürede yakalandı.

İnsanın kanını donduran görüntüler Bornova’da bir büfenin güvenlik kamerasınca kaydedildi. 8 Ekim sabahı büfesini açmaya gelen Arda Damar, bir kutunun içinde beslediği kedinin yerinde kan izleri gördü. Güvenlik kamerasını inceleyen Damar, gece büfenin önüne ellerinde pitbull köpekle gelen bir grup gencin önce köpeklerini kedinin üzerine saldırtmak istediklerini, başaramayınca da birisinin kediyi feci şekilde tekmeleyip, başını de ezerek öldürdüğünü gördü. Büfeci görüntüleri polise verip yardım istedi.

Bugün de olaydan haberleri olan hayvenseverler ayaklandı. Bir grup hayvensever İlçe Emniyet Müdürlüğü önüne gidip, suç duyurusunda bulundu, tepki gösterdi. Hayvensever Funda Ersoy, “Bu vahşeti işleyen mutlaka psikolojik tedavi görmeli. Okullarda hayvan sevgisi ile ilgili özel dersler konulmalı. Bugün masum bir kediye bunları yapanlar yarın çocuklara, bizlere yönelecek. Türkiye’de neredeyse her gün karşılaştığımız bu tür vahşetin önüne geçilmesi için günlerdir meydanlarda bağırdığımız 5199 Sayılı Hayvan Hakları Kanunu mutlaka TCK kapsamına alınmalı, yeni bir yasal düzenleme yapılmalı” dedi.

Baktığı sokak kedisinin vahşice öldürülmesini sabah işe geldiği zaman büfesinin güvenlik kamerasından gördüğünde şoka uğradığını belirten Arda Damar, “Masum bir kediye bu kadar vahşice tekmelerle saldırıp ayakları ile başını ezerek öldürdüklerini görünce tüylerim ürperdi. Hemen durumu polise bildirdim. Üstelik bunu yapanlar da Üniversitede okuyan öğrenciler. Kediyi sokaktan sahiplenmiştim. Büfenin önündeki kutu içinde yatıyordu. Şu anda ben de şok içindeyim. Bu görüntelere inanmak bile istemedim. Diğer sokakta baktığım kedilerin başına da aynı şeyler gelecek diye çok korkuyorum. Biran önce bu vahşete karşı önlem alınmalı” dedi.

Edinilen bilgiye göre kediyi kafasına basarak öldüren üniversite öğrencisi U.G., Bornova Merkez Amirliği’nde ifadesi alındıktan sonra savcılığın talimatıyla “5199 Sayılı Hayvanları Koruma Kanunu” kapsamında işlem yapıldı. U.G., 500 lira para cezasına çarptırılarak salıverildi.

Olayı protesto eden hayvan hakları savunucuları 16 Ekim Cumartesi günü 15:00’te İstanbul ve Ankara’da gösteri düzenleyecek. (Yeşil Gazete, Milliyet, Haberoku)

Kürşad Kahramanoğlu ve Yeşiller anayasayı tartıştı

Yeşiller Partisi LGBT Çalışma Grubu, Beyoğlu Yeşil Ev’de, Türkiyeli tanınmış LGBT aktivisti, akademisyen ve yazar Kürşad Kahramanoğlu’nu ağırladı. Söyleşinin moderatörlüğünü de Yeşiller Partisi Eşsözcüsü Ümit Şahin yaptı. “LGBT hakları, yeni anayasa ve siyaset” çerçevesinde renkli ve samimi bir sunum yapan Kürşad Kahramanoğlu, farklı ülkelerden örnekler verdi. Mücadelede ortak paydalar arayan, umut veren, LGBT hakları için çalışan grupları somut ortak taleplere odaklanmaya davet eden bir söyleşi gerçekleşti. Ümit Şahin’in pratik politikaya dönük soruları ve diğer katılımcıların paylaşımları ile toplantı bir sohbete dönüştü. Yeşiller Partisi üyeleri dışında da yoğun katılımın olduğu toplantıda konuşulanlardan derlediklerim şöyle:

Kürşad Kahramanoğlu: Toplumu oluşturan bireyler olarak anayasa tartışmalarını, ulusal futbol maçlarını sahiplenir gibi sahiplenebilmeliyiz. Tartışmalıyız. Anlamaya, öğrenmeye, yorumlamaya çalışmalıyız. Sürece doğrudan katılım göstermeliyiz.

Genel olarak iki çeşit anayasa olduğunu söyleyebiliriz. Birinci türden anayasalar, devleti ve sistemi koruyan; ya da bir idare değişikliğini, sistem, rejim değişikliğini garanti altına almayı hedefleyen anayasalardır. Askeri müdahalelerin ürettiği anayasalar da böyledirler; topluma verilmek istenen hizayı metinleştirerek kalıcı hale getirmeyi amaçlarlar. Bunların, değişmez olarak belirtilen kuralları çoktur. İkinci türden anayasalar ise bireysel hakları ya da genel insan haklarını kollamayı, kişisel alanı ve tercihleri iktidarlara karşı korumayı amaçlamaktadır. Toplumsal devrimler sonrası oluşturulan anayasalar daha çok bu kapsama girerler. Amerikan Anayasası, Fransız Anayasası gibi. Özgürlükçü anayasalar daha genel çerçevede metinlerdir; aşırı detaya, kapsama girmezler. Azınlık haklarını gözeten anayasalardır. Aynı demokrasiler gibi, anayasalar da azınlık haklarını gözettikleri ölçüde özgürlükçüdürler.

Anayasa tartışmalarında LGBT haklarının ve özgürlüğünün tanımlanması, özgürlükçü ve demokratik bir anayasa için son derece önemli bir belirtidir. Güney Afrika’daki anayasa yapma sürecini ve Nelson Mandela’yı anımsamakta yarar var. Ülkede ırkçılık temelli on yıllar süren bir apartheid rejimi uygulanıyor. Ancak bir gün siyahların mücadelesi sonucu Mandela’nın 27 sene süren hapishane hayatını da sona erdiren ülke anayasası böylece büyük bir revizyona gidiyor. Mandela hapisten çıkıyor; başkan seçiliyor ve yeni sivil demokratik özgürlükçü anayasa çalışmaları başlıyor. Bu süreçte Katolik Kilisesi Mandela’ya geliyor ve “Her konuda anayasal çerçevenizi destekliyoruz; ama bu LGBT’yi dışarıda bırakın. Bunlar Afrika’ya özgü değildir. LGBT olmak, batı kaynaklı dejenerasyondur.” benzeri şeyler söylüyorlar. Gayet heteroseksüel bir yaşamı olan Mandela ise kiliseye, “Ben de LGBT’leri çok bilmem. Ama nereden geldikleri, nasıl ortaya çıktıkları, yoksa zaten hep burada mı oldukları önemli değil. Eğer ülkede var iseler, anayasada onlar da olacaklar.” diyor.

Güney Afrika gibi, İspanya da önümüzde duruyor. İspanya da tutucu bir ülke. Kilise etkisi çok büyük. Katolik Kilisesi politik veya sosyokültürel anlamda çok ciddi bir aktör, otorite. Ayrıca Franko Dönemi’ni yaşamış, iç savaş yaşamış bir ülke. Ancak Franko sonrası çok ciddi bir reaksiyon yaşanıyor. Sözde “liberal, özgürlükçü” Hollanda, İskandinav ülkeleri, Fransa gibi ülkeler eşcinsellere ancak evlilik yerine bir toplumsal sözleşme, birliktelik hakkı verebilirken, İspanya direkt olarak evliliği yasallaştırıyor. “Evlilik iki insan arasında olur, ille bir kadın bir erkek arasında değil” diyor artık İspanya kanunları. Hükümet “karşılıklı rıza gösteren herkes birbiriyle evlenebilir; devlet bunun önünde bir engel teşkil edemez” diyor.

Politikacının vizyonu önemli. Politikacının LGBT, engelli, kadın, vb. olması gerekmez. Vizyonu ve empati yeteneği olması gerekir. Oysa biz ülkemizdeki AKP’nin çığırtıp durduğu demokratik anayasa, darbeler ile hesaplaşmak sloganlarına rağmen, kendilerinden dürüst bir yaklaşım göremiyoruz. AKP son derece ikiyüzlü bir parti. Bahsettikleri özgürlükçü anayasa, LGBT’siz olur mu? Bu kadar kurban veren, hak ihlaline uğrayan bir azınlık iken… AKP’nin anayasa pratiği başörtüsü ile sınırlı; ki onu da başaramadılar. Dürüst olmak gerekirse CHP’den de umut yok. Tamam; Türkiye’de herkes anayasa değişsin istiyor. AKP de, CHP de, MHP de. Ancak bir konsensüs yok. Herkes kendisi için, kendine doğru bir anayasa istiyor. Ancak biz LGBT anayasasını savunurken, etnik kimlikleri de, diğer azınlıkları da, hayvanları da görebilmeliyiz. Anayasa bir konsensüs sonucunda ortaya çıkmalı. Bu konsensüsün sonucu ve nedeni olabilen bir metin olabilmeli. İşte anayasa bu yüzden; futbol, basket maçları gibi ilgi görmeli. İnsanların ortaklaştığı gündem olmalı.

En şiddetli ortamlar, en diktatörce yönetilen ülkeler, en tutucu kültürler bile değişebilir. Anayasalar, kanunlar değişebilir. Bunun için, organize olmuş bir LGBT hareketi gerekiyor. Yasalar değiştiğinde İspanya’da tabii ki önyargılar bitmedi. Bunun için asırların biriktirdiği önyargıların değişmesi gerek. Bu da birkaç jenerasyonluk süreç gerektiriyor. Ancak LGBT’ler toplumsal bir grup ve anayasaya bir taraf olarak kendilerini kabul ettirdiler. Türkiye’de ben LGBT örgütlerini eleştiriyorum; yapıcı olduğumu düşünerek. Tabii ki dayanışacağız, tabii ki reaksiyonel olacağız, tabii ki eğleneceğiz, partilerde kendimizden geçeceğiz. Ancak şu an için LGBT gündeminin en ama en önemli konusunun anayasal tanınmışlık ve nefret suçları olduğunu görmemiz gerekiyor. LGBT olmak bizde hiçbir zaman illegal olmadı deniyor. Peki ya bunca cinayeti, hakareti, hak ihlalini, özgürlük kısıtlamalarını, kapatma davalarını, yok sayılmayı ne yapacaksınız? LGBT bireyler ya da gruplar tehdit altındalar. Hem sivil hem resmi tehditlerin altında yaşam ve kendilerini ifade etme mücadelesi veriyorlar. Kendi babası tarafından öldürüldüğü söylenen gencecik bir Ahmet Yıldız, onlarca bıçak darbesi ile öldürülen translar, polis tarafından ceza kesilen travestiler, yaygın medyadaki eşcinsellere yönelik hakaretler. Ancak tüm bunlara rağmen LGBT hareketi olması gereken yerde değil.

Yeşiller Partisi, örneğin bir Almanya’da ya da Fransa’da LGBT politikalarını binlerce kişi ile, tüm gücü ile destekler. 1980’lerde, herkes LGBT’lere sırt çevirdiğinde Yeşiller Partisi bizlerle birlik durmuştur. Avrupa’nın pek çok ülkesinde LGBT hakları ve özgürlükleri onlarca yıllık politik mücadelenin sonucunda bugünlere geldi. LGBT hareketinin şunu bilmesi gerek: Kanunlar değişmez değildir. Stratejik, sürekli, sabırlı ve birikimsel bir mücadele ile kanunlar değişebilir. Örneğin hayvan hakları, örneğin Çocuklar İçin Adalet Çağrıcıları. Çocuklar için ben 12. imzacıydım. Şimdi 7000 kişi olduk, yasayı da değiştirdikten sonra bu işi takip eden. Türkiye gibi tutucu bir ülkede bile her şey değişebilir.

Ayrıca, bir ülkede sorunları çözmek, uzlaşıyı arttırmak, bir arada yaşamayı kolaylaştırmak sadece anayasaya bağlı da değil. Hukuk sistemi de çok önemli. Örneğin hukuk sistemini değerlendirebilmek için küresel bir oran vardır: Ülkedeki tutukluların hükümlülere olan oranı. Bir ülkede ne kadar çok hüküm giymemiş ama tutuklu insan varsa, o ülkenin adalet mekanizması o kadar adaletten uzaktır. Bu çağdışı bir şeydir. Ya da başka bir örnek: Dünyanın pek çok ülkesinde araştırma soruşturma yapan polis ile, tutuklama yapan polis farklıdır. Türkiye’de de tek tip polis olmamalı. Bunlar direkt anayasa ile ilgili değil. Peki ya bunları değiştirmek için ne yapıyor AKP? Sadece başörtüsünü sadece kendi tabanını memnun edecek konuları gündemine alması tamamen güven kaybettiren bir şey. Tabii ki başörtüsü yasağı kalkmalı; ama toplumun tek derdi o değil ki. AKP’nin anayasa pratiğine bakalım yine. Venedik Kriterleri der ki: Anayasa oylamaları sırasında farklı farklı maddeleri bir arada oylayamazsınız. Biz de ise, birbiriyle hiç ilgisi olmayan 26 madde bir arada oylandı. Sonra Başbakan’ın “taraf – bertaraf” sözleri. Nasıl güvenelim AKP’ye?

Toplantıda Kürşad Kahramanoğlu’nun önemle üstünde durduğu noktalardan birisi ise, LGBT bireylerin cinsel yönelimlerini çevrelerine açıklamalarının hareket için yaşamsal politik önemde olduğu idi:

Bir ülkede eşcinsel mücadelesi verilirken önemli bir konu da rol modelleridir. Yani toplumda tanınan, saygı duyulan, kanaat önderliği yapabilecek eşcinsel kişilerin bu kimliklerini saklamadan, utanmadan, özür dilemeden kendilerini deklare etmeleri gerekir. Önemli konumlardaki eşcinsellerin cinse yönelimlerini açıklamaları, kendileri kadar şanslı ve başarılı olmayan, ülkenin her yerindeki ergenlere, gençlere, bireylere destek olur. Türkiye’de böyle rol modelleri olmadığı gibi birçok meşhur, zengin, güçlü LGBT bireyi eşcinselliği sadece sekse indirerek yaşıyor. Kendi varlıklarından utanan, kendilerini sevmeyen bu bireylerin en dürüst ve cesurları bile özür dileyerek, saklanarak var olagelmişler. Halbuki eşcinsellik bir varoluş şeklidir. Heteroseksüel liğin varoluş biçimlerinden ne fazlası ne de eksiği vardır. Bunda utanılacak, suçlanacak hiçbir şey yok. Onu ayıp, günah, hastalık yapan diğer insanların önyargılarıdır. Nüfuz sahibi eçcinsellerin bu suskunluğu devletin nefret suçlarına göz yummasına, LGBT bireylerin şantajlara ve şiddete maruz kalmalarına neden oluyor.

Ümit Şahin: Medyanın rolü sizce ne olmalı anayasa tartışmalarında? Eşcinsel evliliği kampanya konusu olabilir mi? Somut talepler ne olmalı? Çünkü hep söylüyoruz; haklarımızı istiyoruz, özgürlük istiyoruz diye. Bu talepleri somutlaştırmamız gerekiyor. Bir de, Türkiye’nin içler acısı seçim yasasını düşünürsek, Yeşiller Partisi gibi özgürlükçü partiler, LGBT ile dayanışmak dışında sizce neler yapmalı? (Ümit Şahin ayrıca, LGBT hareketinin milletvekili çıkarmasının, ya da LGBT adayların yerel seçimlere katılmalarının çok önemli olduğunu söyledi. LGBT hareketinin göreceli olarak başarıya ulaştığı ülkelerden bu yönde örnekler verdi.)

Kürşad Kahramanoğlu: Eşcinselleri bir parodi olarak gören bir medyadan bugünlere geldik. Tabii ki medya çok önemli. Medyadaki LGBT temsiliyeti çok önemli. Örneğin ben gazeteci değilim; ama neden yapıyorum bu işi? Çünkü Türkiye’de benim dışımda birinci tekil kişiden yazan LGBT gazete yazarı yok. Eşcinsel evliliği için ise benim çekincelerim var. Yani tabii ki stratejik bir hedef ama, şu an nefret suçları için bir yasa yokken, anayasal tanınmışlık yokken eşcinsel evliliğini biraz daha orta vadeli bir hedef olarak görme eğilimindeyim. Yeşiller Partisi gibi partiler için mücadeleye sunabilecekleri bence en önemli politik katkı nefret suçlarının ceza hukukunda tanınması ve özgürlükçü anayasa için mücadele etmek olur.

Katılımcılardan son yerel seçimlerde Beyoğlu Kâtip Mustafa Çelebi Mahallesi’nden muhtar adaylığını koyan ve üçüncü olan Belgin Çelik ise, LGBT özgürlüğünü referans almak için ille de Avrupa’ya gitmek gerekmediğini belirtti. Osmanlı İmparatorluğu döneminde, hatta 1980 darbesinden önce bile LGBT’nin kamusal temsiliyeti, görünürlüğü farklıydı. İmparatorluk zamanında köçeklerin, oğlanların, zennelerin vb. yasal, kamusal temsiliyetleri vardı. Görünürdüler. Kayıt altındaydılar ve Saray’a dahildiler. Ancak cumhuriyet ile birlikte bu temsiliyet bir yok saymaya dönüştü. Son darbe ile de köçekler, translar iyice marjinalize olarak toplumdan dışlandılar.

Katılımcılardan Pozitif Yaşam Derneği Başkanı Nejat Ünlü de; Türkiyeli LGBT örgütlerinin stratejik, bütünsel bir mücadele üretemediklerini, kurumsal bir yapı ve devamlılık konusunda hala eksikliklerinin olduğunu, hatta bu bağlamda mücadelenin geriye gitmiş bile olabileceğini söyledi. Daha karamsar bir tablo çizdi. Nejat Ünlü’ye göre LGBT’yi Yeşiller veya benzeri partiler değil, kendi öz mücadelesi özgürleştirecek.

Beyoğlu Yeşil Ev, LGBT’yi ve politikayı tartışmaya devam edecek. Yeni konuklar, konular ve katılımcılar ile… Yeşil gökkuşağını takipte kalın!

(Murat Köylü – Yeşil Gazete)

 

Yalova’da bisikletli 350 eylemi

10.10.10 Küresel İklim Değişikliği etkinlikleri için 350 Hareketine bir destek de Yalova’dan geldi.

Perşembe Akşamı Bisikletçileri Yalova Grubu’nun organizasyonunda, Yalova Cumhuriyet Meydanı’nda bisikletler ve insanlar dev bir 350 oluşturarak, dünya genelinde politikacıları iklim değişikliğine karşı radikal önlemler almaya ve çevreci politikalar oluşturmaya davet etti.

Yalova’daki etkinliklere CHP Grupbaşkanvekili ve Yalova milletvekili Muharrem İnce de katılarak destek verdi. İnce’nin 350 pankartı yazılı bisiklet ile gazetecilerin üzerine sürmesi de gülüşmelere neden oldu. İnce’nin ardından Yalova Belediye Başkanı Yakup Koçal da etkinliğe katıldı. Koçal, Yalova’nın bir bisiklet kenti olması için hazırlanan projelerin hayata geçirileceği müjdesini verdi.

Yalova’da oluşturulan dev 350 rakamına, Perşembe Akşamı Bisikletçileri (PAB) Yalova Grubu’nun yanı sıra Bursa’dan gelen Yeşil Pedallar, Yeşiller Partisi, İstanbul’dan gelen Küresel Eylem Grubu, Barışa Pedal ve Greenpeace gönüllüleri, Yalova’dan ise Tükoder, Temad gibi stk’lar katıldı. Etkinlik, kent meydanından TİGEM’e bisiklet yolu kullanılarak yapılan bisiklet turunun ardından, YAFEM Derneği’nin organize ettiği yemekle son buldu.

PAB Yalova Koordinatörü Aytunç Sevren ise, etkinlikte yapılan basın açıklamasında, “Bizler, bugün Türkiye’de 10 kentle birlikte kentimizde, dünyada binlerce kentteki sokaklarla birlikte bu sokaklarda bir araya geldik. Bizler, fosil yakıtların yok ettiği gezegenimizde, fosil yakıtlara dur demeyen politikacılara çevreci politikaların önünü açmaları için çağrıda bulunuyoruz. Bugün atmosferdeki karbondioksit miktarını milyonda 280 parçacıktan 392 parçacığa çıkaran fosil yakıt politikacılarına karşı, Türkiye’de 10 kentte ve dünyada binlerce kentte bu adımı atıyoruz. Bizi örnek alın diyoruz. Gezegenimizi kurtarmak için bekleyecek zamanımız kalmadı. Hızla fosil yakıt ekonomisinden, ormanı dağı çimento dökme anlayışından vazgeçmeliyiz. İşte bu yüzden 10 Ekim 2010’da bizler de 10 Kentte 350 için sokaktayız. Hayırlı olsun” diye konuştu.

KAYNAK: Yalovamiz.com

Alman Yeşilleri Berlin’de iktidar yolunda

Almanya’nın eyalet konumundaki başkenti Berlin’de gelecek yıl eylül ayında yapılacak Eyalet Parlamentosu seçimlerinden Yeşiller’in en güçlü parti olarak çıkacağı görüşü ağırlık kazanmaya başladı. Son yapılan kamuoyu yoklamalarına göre Berlin’de bu hafta sonu Eyalet Parlamentosu seçimleri olsa Yeşiller’in toplam oyların yüzde 28’ini alacağı belirlendi. Şu anda iktidarda bulunan Sosyal Demokrat Parti’nin (SPD) yüzde 26, Sol Parti’nin de yüzde 16 oy alacağı da kaydedildi. Anamuhalfet Hıristiyan Demokrat birlik partisi’nin (CDU) ise toplam oyların ancak yüzde 17’sini Hür Demokrat Parti’nin (FDP) de yüzde 5’ini alacağı da belirlendi.

Kitle partisi yolunda

1980’li yılların başında “protesto partisi” olarak kurulan Yeşiller’in “kitle partisi” olma yolunda hızlı adımlarla ilerlediğine de dikkat çekildi. Stuttgart garının yapımına karşı oluşturulan “Stuttgar 21” hareketi içinde yer alan Yeşiller’in Baden-Württemberge’de 27 Mart 2011 tarihinde yapılacak Eyalet Parlamentosu seçimlerinden ikinci güçlü parti olarak çıkmasına kesin gözüyle bakıldığı kaydedildi.

Haftalık “Der Spiegel” dergisi adına yapılan son kamuoyu yoklamasında, Baden-Württenberg seçimlerine yaklaşık 6 ay kala Yeşiller’in oy oranını yüzde 32’ye yükselttiği saptandı. Baden-Württemberg’de bu hafta sonu seçim olsa CDU’nun yüzde 34, SPD’nin ise yüzde 19 oranında oy alacağı da saptandı. FDP’nin yüzde 6 ve Sol Parti’nin de yüzde 5’le parlamentoyu gireceği de belirlendi.

SPD’yi geçtiler

ALMANYA’da geçen hafta açıklanan kamuoyu yıklamalarına göre Yeşiller Partisi oy oranını artırarak SPD’yi solladı. SPD iki puan kaybederek yüzde 23 oy oranına düşerken Yeşiller ise bir puan kazanarak yüzde 24’e çıktığı belirtilmişti.

Künast lider adayı

Renate Künast

Berlin’de yapılacak Eyalet Parlamentosu seçimlerine Yeşiller’in kendi başbakan adayı ile katılması için tabandan baskılar da artmaya başladı. Klaus Wowereit’a karşı Yeşiller Federal Meclis Meclis Grubu Eşbaşkanı Renate Küanast’ın başbakan adayı olması gündeme geldi. Renate Künast bu konuda bir açıklama yapmaktan kaçınırken, adaylığının bu yılın sonlarına doğru ilan edilmesine kesin gözüyle bakıldığı da belirtildi.

4 yılda büyüdü

Berlin’de 2006 yılında yapılan Eyalet Parlamentosu seçimlerinden 4’üncü güçlü parti olarak çıkan Yeşiller’in son dönemlerde oy oranını artırmasında, partinin sürdürdüğü kararlı politikanın yanı sıra hükümet partilerinin yaptığı hataların da önemli bir etkin olduğuna dikkat çekildi. 2006 yılındaki Berlin Eyalet Parlamentosu seçimlerinde SPD yüzde 30.8, CDU yüzde 21.3, Sol parti yüzde 13.4, Yeşiller yüzde 13.1 ve FDP de yüzde 7.6 oranında oy almıştı.

Merkel’e eleştiri

Yeşiller Eşbaşkanı Cem Özdemir, nükleer santrallerin üretim süresinin uzatılması ve Stuttgart tren istasyonu inşasına verdiği tam destek nedeniyle Başbakan Angela Merkel’e “radikalleşme” suçlamasında bulundu. “Merkel, katı, hem de çok katı yolu seçiyor” diyen Cem Özdemir, bu radikalleşme yüzünden muhafazakar kanat ile Yeşiller arasında ileriye dönük işbirliği şansının azalacağına da dikkat çekti.

KAYNAK: Hürriyet Avrupa

Hasankeyf’le dayanışma kampı başladı

Ilısu Barajı tehdidi altındaki Batman’ın tarihi Hasankeyf ilçesine destek için Hasankeyf Yaşatma Girişimi öncülüğünde dayanışma kampı düzenlendi.

Etkinliğe BDP Grup Başkan Vekili Bengi Yıldız, Batman Belediye Başkan Vekili Serhat Temel, siyasi parti temsilcileri ile çevre örgütlerinin temsilcileri katıldı. Bir hafta sürecek, konserler ile birçok değişik etkinliğin yer alacağı dayanışma kampı Köprübaşı’nda yapılan basın açıklaması ile başladı.

Dicle Nehri kenarında basın açıklamasını okuyan İpek Taşlı, uluslararası desteğini kaybeden Ilısu Barajı’ndan vazgeçilerek, Hasankeyf’i kurtarmaya yönelik projelerin geliştirilmesi gerektiğini belirtti. Taşlı, bir hafta sürecek dayanışma kampının programını açıkladı.

Programda dikkat çeken paneller arasında Allianoi, Munzur ve Karadeniz’den katılımcıların yer aldığı baraj ve HES mağdurlarının deneyim paylaşımı oturumları ve Yeşiller Partisi eski eş sözcüsü Bilge Contepe’nin de konuşmacı olarak katıldığı Ilısu Baraj Projesi’nin Hukuki, Sosyal, Ekonomik ve Ekolojik Açıdan Değerlendirilmesi başlıklı oturum yer alıyor.

Etkinliğe destek amacıyla kampa katılan BDP Grup Başkan Vekili Bengi Yıldız, yıllardır Hasankeyf’e gelip bu tür açıklamalar yaptıklarını, ancak, karşılarında kör sağır tepkileri görmezlikten gelen bir devletle karşı karşıya olduklarını ifade etti.

Batıda da kapitalistlerin benzer birçok projeyi hayata geçirmek istediklerini, ancak oradaki sivil toplum örgütleri ve halkın karşı çıkmasından sonra projelerden vazgeçildiğini ileri süren Yıldız, “Ama iş Kürt coğrafyasına geldiğinde farklı bir devlet projesi ile karşı karşıyayız. Hasankeyf ve Munzur meselesi, devletin Kürtlere bakış açısını gösteriyor. Devlet buraya bir sömürge muamelesi yapıyor. Onun içindir ki buradan yükselen hiçbir sesi dikkate almıyor.” dedi.

Bir haftalık etkinliklere, Hasankeyf’e destek vermek adına Batman milletvekili olarak katıldığını belirten Yıldız, konuşmasında şunları ifade etti: “Hasankeyf sular altında kaldığında, bugünkü yöneticileri tarih affetmeyecek, halkımız affetmeyecek ve daima lanetlenecekler. Tarihi yaşatalım. Halkımızın geçmişidir bu. Eğer bu halka, tarihe ve doğaya düşman değilsek, herkesin ve hükümetin görevi bu tarihi yaşatmaktır.”

Halk oyunları gösterisinin yapıldığı etkinlikte Türkçe, Kürtçe, Arapça ve İngilizce ‘Hasankeyf’e hoş geldiniz’ yazılı tabelanın dikimi gerçekleştirildi. Daha sonra etkinliğe katılanlar, davul zurna eşliğinde ilçe merkezine yürüyüş düzenledi.

Bir hafta sürecek ve yüzlerce çevrecinin çadırlarda kalacağı dayanışma kampı kapsamında konserler, resim ve fotoğraf sergileri, söyleşiler, yarışmalar ve geziler düzenlenecek. Katılımcılar 17 Ekim günü Batman Hasankeyf Festivali’ne  katılmak üzere Batman’a doğru yola çıkacak. (Yeşil Gazete, Cihan Haber Ajansı)

Allianoi’yi kurtarmak için çok geç değil

Allianoi'de 10 Ekim'de eylem vardı

Allianoi’nin su altında kalmasına tepki gösterenler Bergama’da buluştu. İzmir, Balıkesir, Manisa, Aydın, Antalya, İstanbul ve Muğla’daki çeşitli sivil toplum örgütleri eylem için Antik kentin bulunduğu yere geldi. Mitinge katılanların sayısı bini buldu.

Bir tarafta eylem öbür tarafta kentin üzerinin kumla örtülmesi çalışması vardı. Çevreciler yere yatarak ‘kurtar’ yazısı oluşturdu. Eylemciler şarkılar ve sloganlarla kenti su altında kalmasına tepki gösterdi.

Eyleme katılan Allianoi Girişim grubundan Ahmet Tuncay Karaçorlu, teknik olarak da geri dönüşün mümkün olduğuna dikkat çekti, “Bilim insanlar bize, şu anda oraya girsek iki ayda dökülen kumu temizleriz, diyorlar. Çünkü, henüz sıkıştırılmış bir toprak değil. O nedenle temizlemek mümkün” dedi.

Allianoi’deki tarih katliamını durduracaklarının altını çizen Karaçorlu “Eylemde çok açık bir mesaj verdik. Sizi bir kez daha uyarıyoruz, doğa, tarım, bilim ve kültüre karşı yanlış uygulamalar yapıyor, suç işliyorsunuz. Bunun hesabını vereceksiniz, dedik. Nasıl Kordon’ya yapılmak istenen otoyolu durdurmayı başardık, Alliaoni’de de başaracağız. Suyla dolmadan bu işi durduracağız. Hasankeyf, Munzur, Yuvarlakçay ve Karadeniz için durduracağız” dedi.

Eylemlerinin süreceğini belirten çevreciler daha sonra anttik kenten ayrıldı. (CNN Türk, ANF)

Toplum Gönüllüleri Vakfı özgür üniversite istedi

Türkiye’de gençlik alanında faaliyet gösteren en yaygın kuruluşlardan biri olan Toplum Gönüllüleri Vakfı (TOG), Yüksek Öğrenim Kurumu tarafından Emniyet Genel Müdürlüğü aracılığı ile 81 il valisine gönderilen ve üniversitelerin kapısını açan “Özgür ve Güvenli Üniversite” başlıklı yazı hakkında görüşlerini bir mektup ile YÖK’e sundu.

Üniversitelerin zaten öğrenci merkezli olmadığı ve gençlerin üniversitelerde örgütlenmesinin önünde ciddi engeller olduğu görüşünü sunan TOG, bu genelge ile üniversitelerdeki özgürlüklerin daha da kısıtlanacağını belirtti.

TOG:

  • Sivil polislere üniversitelerin içinde yer tahsis edilmesinin polisin kampuslar içinde üniversite yönetiminin onayına gerek kalmadan fiilen sürekli bulunmasının önünü açacağını;
  • Giriş çıkış noktalarında parmak izi dahil olmak üzere çeşitli elektronik tedbirlerin alınmasının üniversite yönetimlerinin öğrenciler üzerindeki kontrolünü ve baskısını arttıracağını;
  • Öğrencilerin ve kulüplerin/toplulukların faaliyetlerini diğer öğrencilerle paylaşmalarını sağlamaya yönelik bilgilendirme masaları ve benzer faaliyetler için –zaten uzun süren- izin prosedürlerinin ağırlaştırılmasının örgütlenme özgürlüğü aleyhine işleyeceğini düşünüyor.

Son olarak bu kararların evrensel hak ve özgürlüklerle çeliştiğine dikkat çeken Toplum Gönüllüleri Vakfı; bu ve benzer önlemlerin gençlerin lehine olacak biçimde değiştirilmesi ve mevcut güvenlik anlayışının özgürlükleri yasal garantiler altına alan bir yaklaşım biçimi çerçevesinde yapılandırılmasını talep etti.

(Yeşil Gazete)