Ana Sayfa Blog Sayfa 5390

Noyan Özkan: “Dilekçe ve bilgi edinme hakkı engelleniyor.”

Noyan Özkan

Eski İzmir Barosu başkanı avukat Noyan Özkan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a başvurarak dilekçe ve bilgi edinme hakkının ihlali konusunda şikayetçi oldu. 5 Mayıs 2010’da yazdığı dilekçelerine cevap verilmediğini söyleyen Noyan Özkan, Başbakanlık, Cumhurbaşkanlığı ve Adalet Bakanlığı’nın dilekçe ve bilgi edinme hakkını ihlal ettiğini söyledi. Özkan, bilgi edinme hakkını kullanan bir yurttaşın 5 ay bekletilmesinin çağdaş ve uygar kamu yönetimlerine yakışmadığını belirtti.

Noyan Özkan’ın Cumhurbaşkanı Gül’e yazdığı dilekçe şöyle:

“Sayın Cumhurbaşkanı,

Bir örneği ekte sunulan 05.05.2010 günlü “Başbakan Erdoğan tarafından 2. Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü ve hatırasına Hitler yakıştırması ile alenen yapılan ağır hakaretler ve saldırıların kınanması” istemli dilekçeme aradan yaklaşık 165 gün geçmesine karşın cevap verilmemiştir.

Bu durum son derece üzücü ve düşündürücüdür. Bilgi edinme hakkını kullanan bir yurttaşı yaklaşık 5 ay bekletmek ve ikinci kez dilekçe yazdırmaya zorlamak, çağdaş ve uygar kamu yönetimlerine yakışmaz.

Kamu yönetiminde ‘’Şeffaflık ve Hesap verilebilirlik’’  ilkeleri ile Anayasanın 74., maddesi , 3071 sayılı Dilekçe Hakkının Kullanılması Hakkındaki Kanun ve  4982 sayılı Bilgi Edinme Hakkında Kanununun amir hükümleri açıkça ihlal edilmiştir.

Ayrıca Cumhurbaşkanlığının, kamuya mal olan ve yoğun tartışmalara yol açan  söz konusu  aleni hakaret ve saldırı karşısında suskun ve tepkisiz kalması, yapılan saldırıya zımnen muvafakat etmesi anlamına gelmektedir.

4982 sayılı Bilgi Edinme Hakkı Kanunu uyarınca;  anılan dilekçelerimin ivedilikle yanıtlanmasını ve Başbakan Erdoğan tarafından 2. Cumhurbaşkanımız merhum İsmet İnönü ve hatırasına Hitler yakıştırması ile alenen yapılan ağır hakaretler ve saldırıların kınanıp kınanmadığı ve ne gibi bir işlem yapıldığı hususunda dilekçeme cevap ve bilgi verilmesini saygılarımla dilerim.”

(Yeşil Gazete)

Chopin birincisi Yulianna Avdeeva

Yulianna Avdeeva

Polonya’nın başkenti Varşova’da yapılan 16. Chopin Uluslararası Piyano Yarışması’nı 25 yaşındaki Rus piyanist Yulianna Avdeeva kazandı. İkinciliği Rusya ve Litvanya adına yarışan Lukas Geniusas ve Avusturya’dan Ingolf Wunder’in paylaştığı yarışmada yine Rusya’dan Daniil Trifonov üçüncü, Bulgaristan’dan Evgeni Bozhanov dördüncü ve Fransa’dan François Dumont beşinci oldu.

İlk kez 1927’de yapılan ve beş yılda bir düzenlenen Uluslararası Chopin Piyano Yarışması dünyanın en prestijli piyano yarışmalarından biri olarak kabul ediliyor. Chopin’in 200. doğum yılı olması nedeniyle bu yıl özel bir önem taşıyan  yarışma 3 Ekim’e başlamış ve finaller önceki gün yapılmıştı. Ödül jürisinde Martha Argerich, Adam Harasiewicz gibi ünlü piyanistler ve Bella Davidovich gibi önceki yıllarda aynı ödülü kazanmış isimler bulunuyordu.

Bu yılki ödülü kazanan Yulianna Avdeeva 1985’te Moskova’da doğdu. Moskova’da Gnessin Özel Müzik Okulu’nda öğrenim gören Avdeeva halen Konstantin Scherbakov’un asistanlığını yapıyor. Aydeeva, 2006’da Cenevre Uluslararası Müzik Yarışması’nda ve Uluslararası Ignacy Jana Paderewski piyano yarışmalarında ikinci olmuştu.

Yulianna Avdeeva, 1965 yılında ödülü kazanan Martha Argerich’ten bu yana Chopin yarışmasında birinci olan ilk kadın piyanist oldu. (NYT, TFCI)

Amargi kadınları protestoya çağırıyor

0

Son dönemde, hak ve özgürlük için mücadele eden Türkiyeli kadınların gündemi tecavüz, taciz ve medya sömürüleri ile çalkalanıyor. Bir de buna, feminist çevreler tarafından büyük eleştiriler ile karşılanan yargı kararları eklendi. Amargi Kadın Akademisi de bu gündemi kapsayacak bir protestoya hazırlanıyor. Amargi tarafından basına duyurulan protesto gerekçeleri şöyle:

“Fatmagül’ün Suçu Ne?”dizisinin cinsel şiddet içeren bölümünün ardından medyada yer alan çeşitli haberlerde, yazılarda ve programlarda konunun ele alınış biçimini kaygı ve öfkeyle izliyoruz.

Son olarak 17 Ekim Pazar günü, Habertürk’te yayınlanan Gölgede Muhabbet programında bu konunun komediye dönüştürülmesini dehşetle seyrettik.

12 Ekim Salı günü Sincan Fatih 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nin Sincan’da bir kadına tecavüz eden iki kişiyi serbest bırakması ise biz kadınlara bu sokakların dar edilmek istendiği yönündeki kaygılarımızı arttırdı. Adli Tıp Kurumu her zamanki gibi tecavüze uğrayan kadınla görüşmeyi 1,5 yıl sonraya erteledi.

Yargı ise tecavüzcüyü ‘mağdur etmemek’ için serbest bıraktı. Adli Tıp kurumu travmasına dayanarak tecavüzcüleri serbest bırakan mahkemeleri uyarıyoruz! Tecavüze ortak olmayın!

Kadınların can güvenliği yok. Kadınlar tehdit altında.

Bu tehditlere boyun eğmeyeceğiz.

Habertürk’ün ve diğer medya organlarının tecavüzü normalleştiren, komedi haline getiren, pornografik malzeme olarak sunan yayınlarını , Sincan Ağır Ceza mahkemesinde tecavüzcülerin serbest bırakılmasını ve Yargıtay’ın sadece Adli Tıp Kurumu raporlarını geçerli saymasını protesto etmek amacıyla 23 Ekim 2010, Cumartesi günü, saat 13.30’da Taksim’deki Habertürk binası önünde toplanacağız.. Bütün kadınlara çağrımızdır.

(Yeşil Gazete)

Adalet için soruyorlar, Adalet’e soruyorlar

Hrant’ın Arkadaşları; Hrant için, Adalet için sormaya devam ediyorlar:

25 Ekim Pazartesi, saat 10:00’da, Beşiktaş İskele Meydanı’nda, Hrant için, adalet için, bir araya geliyoruz!

Hakikat anlatıcımız, arkadaşımız Hrant Dink’in özlemiyle geçen yıllar acımıza yeni acılar ekliyor. “Bu planlamış, bu silahı vermiş, bu tetiği çekmiş…” diye giden masalın nasıl yakıcı bir gerçeği işaret ettiğini anlamak ve anlatmak için her kapıyı çalmaya, sonu hiç gelmese de sonuna kadar adalet nöbetimizin başında olmaya kararlı biz Hrant Dink’in arkadaşları, en son Cumhurbaşkanı’na, Başbakan’a, Adalet, Dışişleri ve İçişleri Bakanlıkları’na sorduk. Aldığımız cevaplar bize açıkça “verecek cevapları olmadığını” gösteriyordu. Her keresinde adalet umudumuz biraz daha incinse de, her keresinde acımız, mücadele isteğimiz ve öfkemiz biraz daha artıyor. Savsaklanmış, ciddiyetsiz ve değersizleştirici her tavra bir yenisi eklendiğinde, biz; mağduru, takipçisi ve tanığı olduğumuz bu utanç davasını, bu vicdan kavgasını daha da bilenerek sürdürme azmiyle doluyoruz.
Şimdi yine bir duruşma kapıda. Biz de yine o duruşmanın kapısında olacağız. Adalet sahnesinde sergilenen oyunu bütün dikkatimizle izlemek için… Nöbeti birlikte tutmak, unutmamak, unutturmamak için…
25 Ekim Pazartesi, saat 10:00’da, Beşiktaş İskele Meydanı’nda, Hrant için, adalet için, biraraya geliyoruz!
HRANT’IN ARKADAŞLARI

(Yeşil Gazete)

BM: Hollanda’nın Iraklılar’ı sınırdışı etmesi sorumsuzcadır

0

Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR) Hollanda’nın iltica talebi reddedilmiş Iraklıları ülkelerine geri gönderme kararının “anlaşılmaz ve sorumsuzca” bir davranış olduğunu söyledi.

UNHCR Irak yetkililerinden Daniel Endres geldiği Hollanda’da hükümetten iltica talebi reddedilmiş Iraklı mültecileri geri göndermesi kararından vazgeçmesini istedi. Enders, Irak’ta yeni hükümet kurulup duruma hakim olmasına kadar mültecileri geri gönderme kararının ertelenmesi talebinde bulundu.

Hollanda eski Adalet Bakanı Hirsch Ballin, insan hakları örgütleri ile UNHCR’nin tüm protestolarına rağmen Mart, Haziran ve Eylül aylarında gruplar halinde Iraklı mültecileri zorla Bağdat’ta geri göndermişti.

Hollanda Dışişleri Bakanlığı internet sayfasında aylardır Irak’a seyahat edilmemesi isteniyor. Bakan Ballin, Irak’ın merkez bölgelerinde güvenlik durumunun kötü olduğunu kabul etmesine karşın, Irak’ta güvenlik durumunun yaşamı tehdit eder düzeyde olduğu yönünde ‘yeterli derecede’ sinyal almadıklarını ileri sürmüştü.

Bakanın bu yaklaşımına tepki gösteren UNHCR yetkilisi Enders, “Her ay binlerce olay meydana geliyor. Roket ve yola döşenen bombalı saldırılar gibi ciddi olaylar. Hollanda sınır dışı edilen insanların güvenliğini garanti edemez. Biz yerinde bunu yapamıyoruz” dedi.

Irak’a zorla gönderilen eski mültecilerin Bağdat’ta ulaşır ulaşmaz tutuklanıp işkencelere maruz kaldıkları iddia ediliyor. Uluslararası Af Örgütü’nün verilerine göre Irak’ta mevcut durumda 30 bin kişi hiçbir hukuki uygulamadan geçmeksizin cezaevlerinde tutuluyor. Enders, “Irak sadece güvenlikli değil, insan hakları konusunda da kötü durumda olan bir ülkedir” dedi.

Hollanda hükümetinin UNHCR yetkilisi Enders’in çağrılarına kulak vermesi beklenmiyor. Zira yeni kurulan, İslam ve göçmen karşıtı Geert Wilders’in Özgürlük Partisi (PVV) tarafından dışarıdan desteklenen sağcı hükümet, daha önceki hükümetler tarafından uygulanan ilticaları reddedilmelerine karşın mültecilerin geri gönderilemeyeceği ülkeler kotasını kaldıracağını açıklamıştı. Yeni hükümetin Göç ve İlticalardan sorumlu Bakanı Gerd Leers, Iraklı mültecilerin geri gönderilmesi uygulamasına yeni düzenleme getirmeyi düşünmediklerini bildirdi. (ANF)

Görünmez olma durumu – Bir bisiklet macerası

İşte tam da böyle hissettim dün.  Otomobiller yanımdan vızır vızır geçerken sanki görmüyorlardı beni.

Dün yeni işyerim yakında olduğundan dolayı, uzun bir süre sonra bisiklete atlayıp Göztepe – Kadıköy güzergâhını bisikletle kat ettim.

Bir bisikletlinin Türkiye’deki halini ancak bir bisikletli anlarmış. Kaldırımdan gitseniz yayadan fırça yiyorsunuz, yoldan gitseniz vahşi batı kovboyları gibi davranan sürücülerin gözünde Kızılderili muamelesi görüyorsunuz.

Gerçekten, çok zordu benim için. Bunun kısmi nedeni kondisyonsuzluğum, bir diğer nedeni yokuşlar; ama beni en çok zorlayan otomobiller ve yayalardı.

Meğer Türkiye’deki yollar vahşi batıymış da haberimiz yokmuş. Hiçbir sürücünün etrafındakiler saygısı yok; ama herhalde kendi aracı zarar görmesin diye iyi davranıyormuş etrafındaki otomobillere.

Bisikletliyseniz durum değişiyor. Üstünüze üstünüze geliyorlar.  Varlığınızı ret ediyorlar. Hayalet gibi hissediyorsunuz.  Son ana kadar fark etmiyorlar sizi; fark edince de basıyorlar kornaya… Yol denilen âlemin kralı onlar ya; köle ne arıyorsun sen yolda!

Topu topu 3.5 kilometrelik yolda kullandım bisikleti. Buna rağmen herhalde 3-4 defa otomobiller tarafından ezilme tehlikesi ile yüz yüze kalmışımdır.

Bir ara; Bağdat Cad. dolaylarında dedim ki kaldırımdan gideyim. Sürücüler sallamıyor; görmüyor beni belki yayalar görür. Kaldırıma çıktım.

Demez olaydım. Çıkmaz olaydım. Yayalar da görmüyor sizi. Görünce de öfke ile bakıyorlar. Yüz yüze geldiğimde tek gördüğüm bir çift çakık kaş. Suçlu hissettim kendimi…

Biliyordum, okuyor, duyuyordum arkadaşlarımdan ama görünce daha iyi anladım. Bisikletlilere kimse saygı duymuyor. Şaşırdım bu kadar tepkiye ve bu kadar görmemezliğe.

Oysaki hemen hemen hepimiz bisikletin hayatımızın bir parçası olduğu günler yaşamışızdır.  Bisikleti sevmeyen çocuk tanımıyorum ben.  Bisiklete binmeyen, binmek istemeyen çocuk da tanımıyorum.  Bisikleti seven bir toplumuz. En azından çocukken severdik.

İşte bu yüzden, bisikleti bir zamanlar seven insanların, trafikte bisikletliye davranışını görünce şaşırdım.

Bisikletin iyi bir şey olduğunu da pek anlatmaya gerek yok. Bisikletle seyahat etmenin sağlığa, ekolojiye, ekonomiye faydalarını saymaya başlasam roman olur herhalde.

Peki neden kullanmıyoruz? Bisikleti neden bir ulaşım aracı olarak görmüyoruz?

Ben size söyleyeyim neden…  Çünkü bisikleti kullanmayı teşvik eden altyapı yok.  Yollar otomobiller, kaldırımlar yayalar için. Bisikletlinin trafiğe çıkacağı hiç varsayılmamış.  Gezinti için yapılan bisiklet yolları dışında ne bisiklet yollarımız var ne de bisikletliler için düzenlenmiş, onları koruyan, kollayan; onların trafikte varlığını kabul eden ve teşvik eden trafik kurallarımız.

İşte burada karar vericilere biraz görev düşüyor. Bisikleti tekrar sevdirmek kolay. Yeter ki ödediğimiz vergiler ile bisikletliye uygun altyapı kurulsun, trafik bisikletliyi de bir paydaş kabul eder biçimde düzenlensin. O zaman bisiklet kullanan da artar, bisikletliyi gören sürücü ve yaya da…

Neyse, başa dönersek dediğim gibi trafikte kötü saatler geçirdim. Bisikletli olmak zormuş. Ama denemeye değer.  Verdiği haz da bambaşka. O yüzden bisiklet kullanmaya inatla devam. Bisikletli olmak artık daha çok ciddiye aldığım bir mücadele alanı oldu benim için.

Rengahenk bir Gökyokuş

Gökova Pedallarımın Altında’nın dördüncüsünü anlatıyorduk geçen hafta. Köşenin sınırları bizi ancak Bodrum’a kadar getirebilmişti.

Kaldığımız yerden devam edelim.

Biliyorsunuz Bodrum’a Halikarnas Balıkçısı’na selam vererek girmiştik. Ertesi sabah ayrılırken Zeki Müren’le vedalaştık, gönül penceresinden ansızın bakıp geçtik.

Datça’ya gitmek üzere, bisikletlerimizi ve yorgun gövdelerimizi feribota yükledik.

(Bu feribot yolculuğunu yapanların anıları genellikle pek hoş değildir. Ceviz gibi sallanmaktan ve konfor sorunlarından bahsederler sık sık. Bizim böyle sorunlarımız olmadı. O kadar bisiklete bindikten sonra seleden başka her yer insana çok rahat geliyor.)

Öğleye doğru Datça’ya vardık. Öğle yemeğinin ardından eski Datça’ya Can Baba’ya, gitmek üzere yola koyulduk.

‘Canevi’ne gitmeden önce bir otelcilik meslek lisesinde ağırlandık. Öğrenci arkadaşlarla ayaküstü muhabbet ettik. Bu kadar yolu bisikletle geldiğimiz için suratlarında yoruma açık bir tebessüm vardı.

Okuldan ayrıldık… ‘Rengahenk’ bir ‘Gökyokuş’u tırmanıp eski Datça’ya vardık.

(İş Bankası Can Yücel’in toplu eserlerini yeniden yayımlıyor. Rengahenk ve Gökyokuş da onların arasında.)

Can Baba’nın varlığı eski Datça’ya o kadar sinmiş ki, mandalinalar, üzümler bile ‘yeşilmişik kokuyordu.

Genç insanların Can Yücel’e besledikleri muhabbete sevinmemek elde değil; Lakin birçoğu onu güzel içen, güzel küfreden bir şirin baba gibi algılıyor.

Şirin Baba’nın Can Yücel ile olan akrabalığına itiraz etmem elbette. Ama şu meşum şehir efsanesine itirazım bakidir. Yanımdaki çocuk, arkadaşına heyecanla anlatıyordu: “Duygu Asena ‘Nâzım Hikmet kartpostal şairidir’ deyince, Can Baba: ‘Kart sensin, postal da sana girsin’ dedi, gözlerimle gördüm…”

Metin Üstündağ yıllarca bunun böyle olmadığını, Can Yücel’in o lafı Duygu Asena’ya söylemediğini anlatmak için yırtındı durdu. Hatta Digital Age dergisinin ekim sayısında kendisiyle yapılmış bir söyleşide yine aynı konudan söz etti: “Bir başka örnek Duygu Asena’ydı bence, belki o yüzden kanser oldu… Can Yücel’in bütün anma toplantılarına gelirdi Duygu Asena. Rahmetli onu her yerde açıklamak zorunda kaldı.


Can Yücel onu Ece Ayhan’a söyledi. İki büyük şair, onlar da öyle sevişirlerdi…

Bilir misiniz Ece Ayhan’da Datça doğumludur ve Bisiklet Manifestosu’nun iki maddesi ilhamını bu iki koca şairden almıştır. (Şarabi Eşkıya ve Mor Külhani.)

Can Baba’yla vedalaştıktan sonra, Aktur Kamping’e gitmek üzere yola koyulduk. Aktur akşamında, seyyah olmuş şu âlemi gezen dostların bisiklet videolarını ve slaytlarını izledik. İmrendik.

Aktur’dan sonraki rotamız Marmaris’ti.

“Marmaris’e kadar gitmişken Kenan Evren’i de mi ziyaret etsek?” diye geyik çevirdik. Yeni nesillerin onu kötü resimler yapan bir amca zannettiği söylenir. Allahtan bizim grup paşayı gayet yakından tanıyordu.

(Kenan Evren’i daha iyi tanımak için bir film oynuyor sinemalarda. Oğlunuz Erdal yaşı büyütülerek idam edilen Erdal Eren’in hikâyesi. Hani Nazi subayı, Guernica’yı gösterip Picasso’ya “bunu siz mi yaptınız” diye sormuş, üstad: “hayır siz yaptınız” diye cevaplamış ya; Kenan Evren’e verilecek cevap aynıdır.)

Marmaris bizim için GPA’nın son durağıydı. Ertesi sabah 175 yoldaşla vedalaşıp yola koyulduk ve akşam saatlerinde İstanbul’un kaosuna düştük.

GPA’nın nesini sevmezsiniz diye sorulsa cevabımız hazır: İstanbul’a dönüşünü.

(Bu cümleyi bir İstanbul aşığının yazdığını hatırlatırım.)

Çok keyifli bir hafta geçirdim. Ne Londra konferansı, ne doping bombası… Hiçbiriyle ilgilenmedim. Ruhuma detoks yaptım..

Emeği geçen herkese müteşekkirim.

Yazıyı Can Yücel’in kızı Su’ya yazdığı dizeyle bitirmek istiyorum: “Şiir getirenlerin çok olsun çocuğum…”

Şiir getirenleriniz çok olsun…

78’den 2010’a – Fırat Bilir

Kürt halkına yönelimler arttı. Silopi’de bir çocuk daha katledildi. Roj Tv küresel pazarlıklarda kullanılıyor. Operasyonlar son sürat devam halinde. Kadınlarımız, küçük kızlarımız hergün tecavüze uğruyor. Dilimiz ve benliğimiz de… Onca şeyin arasında Şerzan Kurt’u anmak ne kadar anlamlıysa direncini mücadelesinde bulan bir halkın gerekçe aramadan özgürlüğün bir ucundan tutmasının o kadar önemli olduğunun farkındayız sanırım.

Evet, bugün (Cuma) Şerzan’ın katledilişiyle ilgili davanın ilk duruşması yapıldı. 12 Mayıs 2010 tarihinde Muğla’da bir polisin silahından çıkan kurşunun isabet etmesi sonucu Muğla üniversitesi ikinci sınıf öğrencisi olan Şerzan Kurt ağır yaralanmış ve tarihler 19 Mayıs’ı gösterdiğinde hayata gözlerini kapamıştı. Bugün ise olayın üzerinden tam beş ay geçti. Şerzan’ın failleri halen cezalandırılmış değil. Yaşamının baharında polis kurşununa hedef olan 21 yaşındaki Şerzan’ın faillerinin cezalandırılması bir yana dava, “güvenlik” gerekçesiyle Eskişehir’e alındı. Üstelik bu, yaşanan katliamın ilk duruşması dahi yapılmadan, 9 Ağustos 2010 gecesi Muğla mahkemelerinin evrak üzerinde aldığı kararla gerçekleştirildi. Dahası bu karar alınırken Şerzan’ın avukatı da habersiz bırakıldı.

Şerzan’ın katledilişi öyle bir yere oturuyor ki ülkenin geçmişinden bugüne aslında hiçbir şeyin değişmediği ortaya çıkıyor. Türkiye’nin, her dönemi kasvetli ve kirli siyasi tarihine bakıldığında üniversiteli demokrat gençlere yönelimler her zaman oldu. Devletin hiçbir kademesinde üniversitelerin özgürleşmesi istenmedi. Özellikle de 68 Kuşağı’nın üniversitelerde başlayıp taşraya kadar uzanan örgütlülüğü düşünüldüğünde, devletin ve karanlık güçlerin üniversitelere el atmayı bir borç bildiğini hatırlamak zor değil. Demokrasi, devrim ve halkların kardeşliğine uzanan o uzun soluklu yolun öncüleri her zaman üniversitelerde doğmuştur. Devletin ve emperyalistlerin dayattıkları sisteme dur demek için üniversite içinde üniversite kurdular, örgütlendiler, direndiler. Onlar gibiler için kendilerini yetiştirmek ve mücadeleye her anlamda hazırlanmak kampüslerle sınırlı değildi, heryerdi. Tam da bu yüzden devlet için de onları katletmenin yeri ve zamanı yoktu.

Bu konu konuşulduğunda aklıma ilk gelen olay ise yedi TİP’li öğrencinin ülkücü faşistlerce katledilişi oluyor. 9 Ekim 1978’de Abdullah Çatlı, Haluk Kırcı ve ülkücü arkadaşları tarafından gerçekleştirilmişti bu olay. Çatlı, Susurluk kazasında öldü. Kırcı ise serbest. Bildiklerimizin ötesinde o kadar çok olay var ki Türkiye siyasi tarihinin kanla ve zulümle bezenmiş sayfalarını hafızalarımıza sıkıştıramamamız normal görülmeli. Çünkü kendisi gibi olmayanı reddeden bir zihniyetin varlığı kendini hala koruyor. İşte Şerzan’ın adı da o zihniyetin son halklarından birinin ismi haline geldi.

Son dönemde de Şerzan Kurt gibi Kürt gençlerine olan yönelimler ve katliamların bir tesadüf olmadığı, polisle yaşanan çatışmalarda kurşunun kazara isabet etmesi sonucu öldürülmelerinin ilk olmadığı bir ülke burası. Devlet katledilenleri her zaman sıkılan kurşuna kazara hedef olunmaktan suçlu buldu. Yani sıkılan kurşuna “siz koştunuz” dedi. Yani, kurşun her zaman sıkılır, hedef olmayacaksın…

Yedi TİP’li öğrenci katledilirken, “devlet için kurşun sıkan da yiyen de şereflidir” anlayışı vardı. Şerzan’ın katledilişinden sonra toplanan bir grup ülkücü, sanık polis Gültekin Şahin lehinde slogan atmıştı; hem de Şerzan’ın hastaneye kaldırıldığı akşam, yine hastanenin önünde. 78’deki katliamla 2010’daki katliamın arasındaki bağ da burada. Değişen hiçbir şey yok. Sistematik aynı. Katledilenlerin isimleri dışında. Ne anlamlıdır ki, 9 Ekim’de TİP’li öğrencileri andık. Bugün ise (Cuma) Şerzan için adalet nöbeti tuttuk. Eskiye dönüp tekrar baktığımızda devlet, öğrenci hareketlerinin büyüdüğü zamanlarda kanlı ellerini gösterdi üniversitelerde. Büyüyen bu harekette o kanlı ellerin hesabını soracak Şerzanlar vardır ve elbet birgün kazanacaktır. Unuttukları bir şey var çünkü; TİP’li öğrencilerle Şerzan’daki o direniş ruhunu yok edemediler, edemeyecekler.

DSİ’den HES itirafı

TRABZON – Başta Doğu Karadeniz olmak üzere ülkenin her yanında hidroelektrik santrallara (HES) karşı tepkiler artarken Devlet Su İşleri (DSİ) Genel Müdürlüğü’nün proje denetimlerini arttıracağı açıklandı. DSİ Trabzon 22. Bölge Müdürü Recep Çıtır, “Firmalar dereleri hoyratça kullandı. Ama artık HES’leri denetim altına alıyoruz” dedi.

Trabzon İl Koordinasyon Kurulu’na, su kaynakları ve HES’lerin etkileri tartışması damgasını vurdu. İç Su Ürünleri Üretici Birliği Genel Koordinatörü Ziraat Yüksek Mühendisi Hüseyin Salihoğlu, HES yapımı süren dereler üzerindeki alabalık çiftliklerinin etkilenmesini gündeme getirdi.

‘Dereye değil çiftliğe acıdı’

Salihoğlu, DSİ Bölge Müdürü Recep Çıtır’a “Geçen yıl acı olaylar yaşadık. Bazı çiftliklerdeki balıklar telef oldu. Milli servet heba oldu. HES’ler ne zaman kontrol altına alınacak” diye sordu. 9 Ağustos’ta HES’lerle ilgili yeni bir genelgenin yayımlandığını anımsatan Çıtır, “Eskiden DSİ’den su kullanım hakkı anlaşması yapan Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu’ndan lisans alan firmalar babalarının malıymış gibi dereleri hoyratça kullandılar. Şimdi bir heyet kurdum. HES’leri kontrol altına alıyoruz” diye konuştu.

‘Şikâyette haklılar’

Çıtır şöyle devam etti:

“Arkadaşımız kendi adına şikâyetçi olmakta haklı. 4628 sayılı yasa özel sektörün HES yapma noktasında önünü açtı. Tabiri caizse DSİ’nin önünü kapattı. Türkiye’de yaklaşık 1500 adet özel HES müracaatı olmuş. Bunun 385 adedi bölgemizdedir.” (Cumhuriyet)

TEB / BNP Paribas’tan muhtemel sansür operasyonu: Nükleer karşıtı eylem karartıldı

Greenpeace eylemcilerinin bugün tüm dünya ile birlikte İstanbul’da BNP Paribas’a ve bu bankanın %50 sahibi olduğu Türkiye Ekonomi Bankası’na (TEB) karşı düzenlediği nükleer karşıtı şiddetsiz doğrudan eylemin ana-hat medyadaki yansıması yoğun bir baskı ile karşı karşıya. Sabah saatlerinde gerçekleşen eylem, nükleer santral projeleri için dünyanın en önde gelen kredi sağlayıcısı BNP Paribas’a Brezilya’da inşası süren tehlikeli Angra 3 reaktörüne verdiği krediyi durdurması çağrısında bulundu. Eylemin çok sayıda gazeteci tarafından takip edilmiş olmasına rağmen medyadaki yansıması bariz bir karartma operasyonuna işaret ediyor.
Eylem görüntüleri, BNP ve TEB yazılarını sansürlinerek yayınlandı.
Şimdiye kadar alınan haberlere göre Fransa, Rusya ve Türkiye’de Greenpeace eylemcileri BNP Paribas bankası önünde eylemler yaptı. Radyoaktif yatırımların durdurulmasını talep eden eyleme, Greenpeace Akdeniz de BNP’nin %50’sine sahip olduğu Türkiye Ekonomi Bankası önünde destek verdi.

TEB’in Fındıklı’daki Genel Merkez binası önünde “TEB, radyoaktif yatırımları durdur” ve İngilizce “BNP, Stop radioactive investments” yazılı pankart açan Greenpeace eylemcileri, yaptıkları basın açıklamasında bankanın, Brezilya’daki tehlikeli bir nükleer reaktör projesi olan Angra 3’ün de aralarında bulunduğu radyoaktif yatırımlarını durdurmasını istedi.

Angra 3, 1984’ten beri inşası bitmemiş bir reaktör, ve BNP’nin müzakereleri hâlâ devam ediyor olan 1.1 milyar dolar kredisiyle ve Fransız-Alman nükleer devi AREVA’nın da dahil olduğu bir konsorsiyumca tekrar hortlatılmaya çalışılan bir proje. Brezilya Hükümeti, 2007 senesinde bu Çernobil öncesinde lisanslandırılması yapılmış ve inşasına başlanılmış olan reaktörü, tüm hukuki engellere ve teknolojik sakıncalara rağmen bitirmeye ve devreye sokmaya karar vermişti.

Korol Diker
Greenpeace İklim ve Enerji Kampanyası Sorumlusu Korol Diker bu sabah TEB - BNP Paribas eyleminde
Greenpeace Akdeniz Enerji Kampanyası Sorumlusu Korol Diker, “BNP, tüm dünyada 13,5 milyar Euro’luk finans desteği ile son dokuz yıldır 1. sırada. BNP’nin Brezilya’da finanse ettiği reaktörün kurulumu asla gerçekleşmemelidir. Kullanılan teknoloji Çernobil nükleer felaketinin de öncesine dayanıyor ve bu teknolojinin kullanılması Fransa ve Almanya’da yasak. Angra 3, Brezilya halkı ve dünyamız için ciddi tehlikeler oluşturacaktır” dedi.

Diker, “TEB müşterileri, paralarının kötüye kullanıldığını bilme hakkına sahip. Müşterilerin, bankanın politikalarını değiştirme ve onlardan radyoaktif yatırımları durdurmaya çağırma gücü var. Brezilya’nın daha fazla nükleerden elde edilen elektriğe ihtiyacı yok çünkü ülkenin zengin rüzgâr, su, biyokütle kaynağı mevcut. Tüm bu kaynaklar hem daha ucuz, hem de çevre ve insan sağlığını tehdit etmiyor” dedi.

Eylem gazeteciler ve TEB çalışanlarından yüksek bir ilgi görüldü. TEB çalışanları pencerelere çıkıp olayları seyretti ve yaklaşık 20 basın mensubu eylemi takip ettiyse de, ardından ciddi bir sessizlik gözlemlendi. TEB yetkilileri eylemcilere ve basın mensuplarına TEB ile BNP’nin organik bağlarını hafifletir ve TEB’in BNP Paribas’ın yatırımlarından sorumlu olamayacağı diskurunu kurar açıklamalar yapmışlardı.

CNN Türk televizyon kanalı, haberinde TEB ve BNP Paribas’ın isimlerini kullanmadı ve görüntülerde bu isimleri sansürledi. Zaman gazetesinin haberinde ise, yine bankanın adı kullanlmadan, “Greenpeace üyeleri tehlikeli radyoaktif yatırımlara destek verdiklerini iddia ettikleri bankayı protesto etti” ifadesi kullanıldı. Haber, muhabirleri eylemi izleyen bir çok yayın organında yayınlanmadı. Medya ve bankacılıktaki sermaye çevrelerinin tam olarak nasıl bir dayanışma ağı, mantığı veya karşılıklı  menfaat sonucu bu karartma kararına vardıkları bizim için muğlakta.

Eylem ve nükleer yatırımlara dair  görüşlerine danışmak ve bu aşikar sansürde rolleri olup olmadığını sormak üzere TEB yetkililerine ulaşmaya çalıştığında Yeşil gazete, kayıt altında konuşmayı kabul eden, konu hakkında konuşmaya yetkili bir muhatap bulamadı.

Greenpeace’in 2009 senesinde yayınladığı Enerji [D]evrimi raporu, tüm mantıklı çevre kuruluşları ve ekolojik duyarlılık sahibi toplumsal kesimler gibi, kuvvetli bir verimlilik ve yenilenebilir enerjiler politikası öneriyor. Rapor, merkezî, yüksek riskli, pahalı, ekolojik yıkıma yol açan nükleer santrallerin, iklim krizine çare olarak acilen devreye almamız gereken alternatiflere yapılacak yatırımlara ve bunlara dair verilecek politika kararlarına engel olduğunu savunuyor.