Gıda Fiyatlarındaki Artış Ürkütüyor
TMMOB: “Üçüncü Köprü hukuk dışı, tahripkar ve verimsiz”
Meslek odaları çalışanları, üçüncü köprü yapımının kanunda korunması gerektiği belirtilen doğal alanları yok edeceğinden “hukuk dışı” olduğunu, yürütmeyi durdurma için de dava açıldığını açıkladılar. Çalışkan, “Üçüncü köprü trafik sorununa çözüm getirmez, dördüncüsünü de zorunlu kılar” dedi.
Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) Mimarlar Odası adına konuşan Kentleşme ve Planlama Komitesi sorumlusu Yıldız Uysal, üçüncü köprünün anayasaya, yasalara ve uluslararası sözleşmeler aykırı olduğunu söyleyerek üçüncü köprü yapımını “hukuk dışı” olarak değerlendirdi.
Uysal: “İBB kendini inkar ediyor, amaç rant sağlamak”
Üçüncü köprünün güzergahının tamamen orman alanları, doğal sit alanı, içecek su havzaları ve korunması gereken tarım alanlarından geçtiğini dile getiren Uysal, “İstanbul’un anayasası olarak değerlendirilebilecek İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin (İBB) planında bu yerlerin korunma zorunluluğu olduğu yazılıdır. Bu durumda üçüncü köprü projesi İBB’nin kendi kendini inkar etmesidir.” diye konuştu ve devam etti:
“Yine İBB’nin planında ‘Ulaşımda temel sorunun karayollarına bağımlı sistemlerin kullanılmasıdır’ denilmekte ve RO-RO sistemi ile raylı sistemin geliştirmesi öngörülmektedir. Benzer şekilde başbakan Recep Tayyip Erdoğan belediye başkanlığı zamanında üçüncü köprüyü ‘büyük tahribat’ olarak nitelendirip net bir şekilde karşı çıkarken şu anda köprü projesine destek vermektedir. Bunun sebebinin birilerine rant sağlamak olduğu açıktır.”
TMMOB Şehir Plancıları Odası adına konuşan İstanbul şubesi çalışanı Çare Olgun Çalışkan, İstanbul’daki ulaşım sorununu çözmenin yolunun raylı tüp tünel projeleri yapmaktan geçtiğini ve çalışmaları süren Marmaray yetersiz kalırsa raylı sisteme dayanan toplu ulaşım yöntemleri üretmek gerektiğini dile getirdi.
Çalışkan: “Üçüncü köprü dördüncüsünü zorunlu kılar”
Çalışkan, üçüncü köprünün doğada çok ciddi tahribat oluşturmakla beraber İstanbul’un trafik sorununa etkili çözüm sağlamayacağını söyledi:
“Üçüncü köprünün güzergahı İstanbul’un ormanlık alanı olan kuzeyinden geçmektedir, ayrıca köprünün ayakları kesinlikle dokunulmaması gereken doğal alanlar üzerindendir. Ayrıca üçüncü köprü güzergahı itibariyle dördüncüsünü zorunlu kılar. Köprü İstanbul’un şehir planı sorunlarını da artırır niteliktedir.”
Basın açıklamasına TMMOB Çevre Mühendisleri Odası’ndan yönetim kurulu üyesi Emine Girgin, Kimya Mühendisleri Odası’ndan yönetim kurulu başkanı Haşmet Camcı, Ziraat Mühendisleri Odası’ndan yönetim kurulu üyesi İsmail Nuri Adıgüzel, İnşaat Mühendisleri Odası’ndan Taner Kerim, Orman Mühendisleri Odası’ndan yönetim kurulu üyesi Ünal Çakır da katılarak üçüncü köprü projesinin derhal kaldırılması için çalışmalar yaptıklarını dile getirdiler.
Yürütmeyi durdurmak için dava dilekçeleri verildi
Yürütmeyi durdurmak için İnşaat Mühendisleri Odası, Mimarlar Odası-Harita Mühendisleri Odası ve Şehir Planlamacıları Odası-Peyzaj Mimarları Odası-Çevre Mühendisleri Odası üç ayrı dava dilekçesi verdiklerini açıkladılar.
Ayrıca basın açıklamasında bulunan Tüketici Koruma Derneği (TükoDer )genel başkan yardımcısı mimar Aysel Can Ekşi de TükoDer’in bu Cuma (28 Ocak) dava dilekçelerini idare mahkemesine vereceklerini belirtti ve Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Parti Meclisi Üyesi Mahmut Tanel’in de üçüncü köprüye karşı kişisel olarak dava dilekçesi verdiğini söyledi. (Bia)
GDO’lu yeme onay geldi
Biyo Güvenlik Kurulu, genetiği değiştirilmiş organizma içeren ürünler konusunda yeni bir karar verdi. Genetik şifresi değiştirilmiş 3 çeşit soya fasülyesinin Türkiye’de ‘hayvan’ yeminde kullanılmasına izin çıktı.
Genetiği değiştirilmiş organizmalarla ilgili düzenlemeleri içeren Biyo Güvenlik Yasası kapsamında oluşturulan Biyo Güvenlik Kurulu ilk kararlarını aldı.
Gıda ve yem amaçlı kullanılacak GDO için eşik değeri binde 9 olarak belirleyen kurul, Türkiye Yem Sanayicileri Birliği’nin 3 değişik türdeki GDO’lu soya fasulyesi için yaptığı başvuruyu sonuçlandırdı.
Başvuru, bilimsel risk ve sosyo ekonomik değerlendirme komitelerinde incelendi ve GDO’lu soya fasulyesinin hayvan yemi olarak kullanılmasına onay verdi.
GDO’lu soya fasulyesi türlerinin kullanıldığı alanlarda etiketleme zorunluluğu yerine getirilecek. Bu ürünlerin taşınması sırasında çevreye bulaşmasını engelleyici tedbirler alınacak.
Bu ürünleri ithal eden ve kullananların herhangi bir kaza riskine karşı acil müdahale eylem planıhazırlaması şartı da getiriliyor.
Yem Sanayicileri Birliği ve Biyo Güvenlik Kurulu yetkilileri, onay verilen GDO’lu soya fasulyesi türlerinin dünyada kullanıldığını Avrupa Birliği’nde de onaylandığını vurguladı.
Biyo Güvenlik Kurulu oluşturulana kadar görev yapan Bilimsel Komite ise daha önce GDO’lu pamuk, kanola, şeker pancarı ve patatese onay vermişti. (Ntv)
Büyükerşen istifa etti
Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen, DSP’den istifa etti.
CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu ile anıt açılışı yapan Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen partisi DSP’nin tepkisini çekmişti.Demokratik Sol Parti (DSP), Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen’in partiden istifa etmesini istemişti.
CHP’den jet davet
CHP Genel Başkan Yardımcısı Gürsel Tekin de DSP’nin istifasını istediği Büyükerşen’e kapılarının her zaman açık olduğunu söylemişti. (Aa)
Diyarbakır Ekoloji Forumu’nda savaş ve barajlar da konuşulacak
Diyarbakır’da haftasonu düzenlenecek olan Ekoloji Forumu’nda “Savaşların ekosistem üzerindeki yıkımı”, “Barajların coğrafyaya ve sağlığa etkileri” gibi konular da tartışılacak.
Uluslararası ve ulusal çapta çok sayıda bilim insanı ve çevreci 29-30 0cak tarihleri arasında Diyarbakır’da düzenlenecek olan Ekoloji Forumu‘nda buluşuyor.
“Savaşların ekosistem üzerindeki yıkımı”, “Barajların coğrafyaya ve sağlığa etkileri”, “GDO üretim ve biyoçeşitlilik” ve “Politik ekoloji ve ekososyalizm” konularının tartışılacağı forum Mezopotamya Sosyal Forumu‘nun Sümerpark Kampüsü’nde düzenlenecek.
Forumda Saleh Rabi Filistin Su Enstitüsü, Sylvia Marcos Meksika, Nedim Tüzün Diyarbakır Elektrik Mühendisleri Odası, Prof. Dr. Kemal Güven Dicle Üniversitesi Çevre Araştırma Merkezi adına yer alacak. Bu isimler gibi birçok bilim insanının da forumda söz sahibi olacağı toplantılara; Halil Savda ise bir Vicdani Retçi olarak katkıda bulunacak.
Mezopotamya Sosyal Forumu’nundan yapılan açıklamada ”Ortadoğu’da yıllardır devam eden savaşların en önemli sebepleri, iktidar mücadeleleri, halkların çeşitliliğinin tanınmaması ve buna bağlı olarak doğal kaynakların kontrolü ve sömürüsüdür. Özellikle petrol, su ve maden rezervleri açısından zengin olan Ortadoğu’da yaşayan halklar bu rezervlerin sömürülmesi adına yerlerinden edilmekte ve bu sayede halklar modern-küresel-kapitalist sisteme bağlı kılınmaktadır” denildi. (Bia)
Adli Tıp literatürde gaz bombası aramış
Diyarbakır’da başına isabet eden gaz bombası kapsülüyle öldüğü belirtilen Mahsun Mızrak’ın davasında Adli Tıp, “Kapsül hangi açıdan ve hangi mesafeden atılırsa öldürücü olur?” sorusuna yanıt veremedi: “Böyle bir vaka literatürde yok.”
Oysa 2009’da bir gösteri sırasında evde annesinin kucağındayken ölen 18 aylık Mehmet Uytun’un başına gaz bombası kapsülü geldiği, savcı tutanağında da yer almıştı.
2006 yılında 11 PKK’lının öldürülmesi üzerine Diyarbakır’da çıkan olaylarda 14 kişi öldü. Olaylarda Mahsun Mızrak’ın başına isabet eden gaz bombası kapsülü nedeniyle öldüğü belirtilirken üç polise ’olası kast sonucu ölüme neden olmak’tan müebbet istemiyle dava açıldı.
Diyarbakır 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde dün yapılan duruşmada mahkeme başkanı, gaz bombası kapsülünün ’Hangi açıdan ve hangi mesafeden atılması halinde öldürücü olur?’ sorularına ilişkin raporun geldiğini bildirdi. Adli Tıp Kurumu 1. İhtisas Kurulu’nca gönderilen raporda, bu mühimmatın öldürücü veya yaralama amaçlı olmadığı kaydedildi. Raporda, “Bu tür bir mühimmatla ölmüş veya yaralanmış bir vakanın literatürde mevcut olmadığı gibi, bu yönde bir araştırma da olmadığı, dolayısıyla hangi koşulda hangi açıdan ve hangi mesafeden atılması halinde öldürücü olduğu yönde kesin bir görüş bildirilmeyeceği” yazıldı.
Mehmet de böyle ölmüştü
Şırnak’ın Cizre ilçesinde 2009 yılında çıkan olayda da benzer bir ölüm meydana gelmişti. Savcı tutanağında, 18 aylık Mehmet Uytun’un, evinde annesinin kucağındayken başına isabet ederek, ölümüne yol açan cismin jandarmaya ait gaz fişeği olduğu belirtilmişti.
Şırnak Valiliği ise Mehmet’i öldürenin gaz bombası kapsülü değil taş olduğunu savunmuştu. (Radikal)
Kopyala-yapıştır terör örgütü!!
Ankara’da tutuklanan 5 üniversitelinin aynı anda PKK/Kongra Gel, MKP, DHKPC, ve TKEP/L üyesi olmakla suçlandığı anlaşıldı.
‘Karşıt görüşlü öğrencilere yönelik eylem planladıkları’ gerekçesiyle tutuklanan 5 üniversiteli, ‘aynı anda 4 örgüte birden üye olmak’la suçlandı. 5 üniversite öğrencisi, 20 Ocak 2011 günü Ankara Demetevler Parkı’nda gözaltına alınmıştı.
Öğrencilerin ifadesi, Ankara Emniyeti Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü’nde alındı. 22 Ocak’ta her bir öğrenci için ayrı düzenlenen ifade tutanaklarındaki ‘isnat edilen suç’ bölümüne ‘kopyala yapıştır’ yöntemi ile şöyle yazıldı: “Yasadışı Bölücü PKK/Kongra – Gel, Terör örgütü ve MKP (Maoist Komünist Partisi), DHKP/C (Devrimci Halk Kurtuluş Partisi/Cephesi), TKEP/L (Türkiye Komünist Emek Partisi/Leninist) isimli anayasal düzene yönelik yıkıcı faaliyetlerde bulunan terör örgütleri üyesi olmak, halkta devlete karşı kin, nefret ve isyan hissi uyandıracak şiddet veya diğer terör yöntemlerine başvurmayı teşvik edecek şekilde eylem ve faaliyetlerde bulunmak, terör örgütlerinin amaç/hedefleri doğrultusunda keşif/istihbarat çalışmaları yürütmek, terör örgütleri adına kitlesel şiddet eylemleri organize etmek ve bu eylemlere katılmak, yasak yayın bulundurmak.”
Ankara Emniyeti 12. Ağır Ceza Mahkemeside 5 öğrencinin hangisinin hangi örgüte üye olduğu yönünde tespit yapmadan ‘terör örgütüne üyelik’ten tutuklama kararı verdi.
‘Yasak’ yayınlar
Öğrencilerin evlerinde ‘yasak’ yayınlara da el konuldu. Rıdvan A.’ya yönelik suçlamalara delil olarak gösterilen ‘Seçme Yazılar’ için 1979, ‘Türkiye Proletaryası’ isimli kitap için de 1974 yılında toplatma kararı bulunduğu belirtildi.
Avukat Şanal Saruhan öğrencilerin o sırada tesadüfen bir arada bulunduğunu, örgüt üyeliğine dair ise delil olmadığını savundu. Yusufcan Y. de arkadaşı Ali Y. ile Demetevler’de ev aradıklarını, bu sırada diğer öğrencilerle karşılaştıklarını ve sohbet ederlerken gözaltına alındıklarını söyledi. Ancak mahkeme ‘delillerin toplanmamasını’ gerekçe göstererek tutuklama kararı verdi. 5 üniversiteli cezaevine yollandı. Tutuklanan 5 genç arasında yer alan D.E.S ise dün gazetelerde ‘Metroda türbanla keşif yaptığı’ iddiasıyla yer aldı. D.E.S., görüntülerin kendisine ait olmadığını savunarak “Ben karşıt görüşlü olduğu iddia edilen kişileri takip etseydim, türbanlı bir şekilde etmezdim. Savcılıkta da kapalı bayanın fotoğraflarını bana gösterdiler kesinlikle kabul etmiyorum. Zira bu kadın uzun boylu” dedi. (Mesut Hasan Benli)
Mustazaf-Der Kılıçdaroğlu’nun sözlerini doğruladı
Mustazaf-Der Batman Şube Başkanı Cens, illegal bir yapılanma olmadıklarını belirterek, 2 yıl önce AK Partili vekilin ziyarete geldiğini doğruladı.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun, “AK Parti Milletvekilleri Batman ve Van’da Hizbullah’ın derneklerini ziyaret ediyor” yönündeki açıklamasını Mustazaf-Der Batman Şube Başkanı Halil Cens’ten yanıt geldi. Kendisinden önceki dönemde, AK Partili 2 Milletvekilinin derneklerini ziyaret ettiğini doğrulayan Cens, derneklerinin yasal statüde olduğunu vurgulayarak, “Her şeyden önce burası illegal bir yer değil. Biz de diğer dernekler gibi yasal bir statüdeyiz. Bu bir hizmet kapısıdır ve herkese açıktır. Gelenler için de çetele tutacak halimiz yok” diye konuştu.
’HERKES TRİBÜNLERE OYNUYOR’
Genel seçimlerin yaklaştığını hatırlatan Cens, herkesin tribünlere oynadığını ileri sürerek konuşmasını şöyle sürdürdü:
“Siyasetçiler, bize göz kırpsın demiyoruz. Bu dernek, bugüne kadar hizmet dışında ne yaptı? Kimin camına zarar verdi? Bugün Batman Belediyesi’nin kurmak istediği gıda bankasına uzun bir süre önce öncülük eden biziz. AK Parti ile göbek bağımız yok. Hiçbir partiye de bağlı değiliz. Siyasi partilere biatımız yok. Bu böyle bilinmelidir. İnsanlığın faydasına ne olacaksa biz onu yapıyoruz. Bu camia bir aynadır. Kim hakkımızda ne söylüyorsa, kendisine aynadan öyle baksın. Hiçbir etkinliğimizde siyasi partilere davetiye götürmüyoruz. Hiçbir siyasi partinin de davetlerine katılmıyoruz. Bugüne kadar hiçbir partiyle yakın temasımız olmadı. AK Partili iki milletvekili de uzun süre önce derneğimize gelmişse buradan farklı anlam çıkarmanın gereği yoktur.”
MUSTAZAF-DER HAKKINDA KAPATMA KARARI VAR
24 Nisan 2007 tarihinde, Hizbullah davasından 10 yıl hüküm giyen Mehmet K., kardeşi Mustazaf-Der üyesi Mehmet T., İdris E. ve İrfan D. ve Ebubekir O. adlı kişiler, Mardin’de Ş.Ç.’yi gasp ettikleri gerekçesiyle Adana’da yakalandı. Kaçak sigara sattıkları belirlenen bu kişilerle bağlantılı oldukları tespit edilen ve çoğu Mustazaf-Der Konya ve Adana şubelerine üye 45 kişi gözaltına alındı ve tutuklanarak cezaevine konuldu. Davanın iddianamesini hazırlayan Adana Cumhuriyet Savcılığı, gözaltına alınan kişilerin kaçak sigaraları, derneğin Konya şubesinde depoladıklarını ve derneğe maddi destek sağladıklarını tespit etti. Gasp olayını gerçekleştirenlerin ayrıca, Mustazaf-Der yöneticileri tarafından olayla ilgili sorgulandıkları belirlendi.
Soruşturmayı genişleten Adana Cumhuriyet savcılığı, Mustazaf-Der’in, Hizbullah terör örgütü ile bağlantılı olduğunu ve Hizbullah’ın yayın organı İnzar Dergisi’nin dağıtımını organize ettiğini tespit etti. Adana Cumhuriyet Başsavcılığı’nın yürüttüğü soruşturmada ayrıca, Mustazaf-Der’in amacının genel olarak mağdur, tutuklu ve hükümlülere yardım etmek olduğu söylenmesine rağmen, derneğin sadece Hizbullah terör örgütü üyesi olmak suçundan tutuklananlara ve ailelerine yönelik yarımda bulunduğunu belirledi. Soruşturma dosyasında, ayrıca gözaltına alınan Mustazaf-Der üyelerinin Hizbullah örgütüne üyelik ve örgüt adına adam öldürmek suçundan aranan Abdi Yeşil’in evini taşıdıklarını tespit etti.
Soruşturmayı yürüten savcılık, derneğin genel merkezinin Diyarbakır olması nedeniyle, soruşturma dosyasını Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı’na göndererek, iddiaların araştırılmasını ve Medeni Kanun ve Dernekler Kanunu hükümleri gereği, Mustazaf-Der hakkında kapatılma davası açılmasını istedi. Adana Cumhuriyet Başsavcılığı’nın başvurusu üzerine gerekli incelemeyi yapan Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı, Asliye Hukuk Mahkemesi’ne kapatma davası açtı.
Yargılamayı tamamlayan Diyarbakır Asliye Hukuk Mahkemesi, 9 Şubat 2010’da verdiği kararında, Mustazaf-Der’in fesh edilmesini kararlaştırdı. Mahkemenin gerekçeli kararında, kapatma kararı şu gerekçelere dayandırıldı: “Davalı Mustazaflarla Dayanışma Derneği’nin, dernek tüzükleri belirtilen amaç dışında, mevcut anayasal düzeni yıkarak şerri’ esaslara dayalı teokratik bir devlet kurmayı amaçlayan yasadışı Hizbullah terör örgütünün amacı doğrultusunda faaliyetlerde bulunduğu, davalı derneğin yasalarla ve uluslararası sözleşmelerle hüküm altına alınan dernek kurma özgürlüğünü, insan haklarına dayanan demokratik ve laik cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde kullandığı,böylelikle amacın kanuna aykırı hale geldiği anlaşılmakla söz konusu derneğin Türk Medeni Kanunun, 89’uncu maddesi uyarınca feshine karar vermek gerekmiştir.”
Kapatma kararına dernek avukatlarının yaptıkları itiraz üzerine dosya Yargıtay’a gönderildi. (dha)
Gölge muhalefet Başbakan’ın peşinde
Seçilmiş öğrenciler Erdoğan’la birlikte Erzurum’a davet edildi. Seçilmeyenler ise davet beklemeden yollara düşecek.
Toplantıda üniversite konseylerinin başkanları, genç girişimciler gibi yine ‘seçilmiş’ öğrenciler olacak. Öğrenci Gençlik Sendikası (Genç- Sen), Öğrenci Kolektifleri ve Türkiye Gençlik Birliği (TGB) yine toplantı dışı kaldı. Ancak onlar yine de taleplerini iletmek için Erzurum yollarına düşecek.
Genç-Sen, Öğrenci Kolektifleri ve TGB’ye göre aylar öncesinden planlanan toplantının Erzurum’a alınması bile bir şeyleri kaçırmaya çalıştıklarının göstergesi. Hazırladığı dosyayla Erzurum’a doğru iki otobüsle dün yola çıkan Genç-Sen, toplantıya girme talebinde bulunacak.
TGB 60 üniversiteden 150 öğrenci kulübü ve derneğinin başkanını Erzurum’a götürecek. Öğrenci Kllektifleri, 250 sayfalık üniversite raporunu sunmak isteyecek. Genç-Sen Merkez Yönetim Kurulu Üyesi Emre Öztürk “Sürekli öğrenci temsilcilerini toplantılara alıyorlar. Ancak öğrenci temsilciliği işleyen kurumlar değil” derken Öğrenci Kolektifi sözcüsü Neval Kösedağı “İlişki kurulan kişiler de taleplerimizi temsil edecek kişiler değil“ diye konuşuyor. (Radikal)
WikiLeaks çağında terbiye – Slavoj Zizek
WikiLeaks’ten sızan diplomatik yazışmalardan birinde Putin ve Medvedev Batman ve Robin’le kıyaslanıyor. WikiLeaks’in kurucusu Julian Assange’ın Christopher Nolan’ın Kara Şövalye (The Dark Knight, 2008) filmindeki Joker’in gerçek hayattaki muadili olduğu kabulüyle ilerlersek, bu kıyaslama faydalı bir analoji sunuyor. Filmin takıntılı yasa koyucu bölge başsavcısı Harvey Dent, bizzat yolsuzluğa batmış ve cinayetler işleyen biri olması sebebiyle Batman tarafından öldürülür. Batman ve polis şefi dostu Gordon, Dent’in işlediği cinayetlerin ortaya çıkmasının, kentin ahlaki değerlerini sarsıntıya uğratacağı düşüncesiyle savcının imajını korumak adına cinayetlerden Batman’i sorumlu tutmaya karar verirler. Altta yatan mesaj kamusal etiğin korunması gerekliliğini sağlayabilecek yegane şeyin yalan olduğudur: sadece yalan bizi kurtarabilir. Şüphesiz filmde hakikate dair tek kahraman, had safhada kötülüğüne rağmen Joker’dir. Gotham şehrine yönelik saldırılarına son vermesinin önkoşulu, Batman’in maskesini çıkarıp gerçek kimliğini göstermesidir. Ancak bu gizliliği ve Batman’i korumak isteyen Dent basına başka bir yalan sunar: Batman Dent’tir. Joker’i tuzağa düşürmek isteyen Gordon ise kendi ölümünü yem gibi kullanarak bir başka yalan söyler.
Sosyal düzeni yok etmenin hakikati açığa çıkarmaktan geçtiğine inanan Joker maskelerden arınmak ister. Bu durumda ona ne demeliyiz? Terörist mi? Kara Şövalye, Vahşi Batı’yı medenileştirmek için hakikati yalana kurban eden Fort Apache (1948, John Ford) ve The Man Who Shot Liberty Valance (1962, John Ford) gibi klasik westernlerin çağdaş, etkili bir örneği. Bir kez daha söylemek gerekirse, medeniyet yalanın üzerine inşa edilmek zorunda. Filmin ulaştığı geniş kitle ve etkisi göz önüne alındığında sorulması gereken esas soru şu: Neden, tam da bu anda, sosyal sistemi korumak adına yalana duyulan ihtiyaç diriliyor?
Öte yandan Leo Strauss’un tekrar revaçta olmasını düşünelim: günümüzde yaygın kabul gören siyasi düşünce yapısı, seçkinci demokrasi yorumunda, bir başka deyişle “gerekli yalan” fikrinin ardında yatıyor. Kural koyucu seçkinler, şeylerin gerçek halleri hakkında gerekli bilgiye sahip olup (gücün materyalist mantığı) insanlara, kutsanmış masumiyetlerini korumak adına masallar anlatmalı. Strauss’a göre Sokrates itham edildiği suçu işlemişti: felsefe, toplum için bir tehdittir. Platon’dan Hobbes ve Locke’a “büyük felsefe geleneği”nin sakladığı gerçek gizli mesaj şuydu: Tanrılar yoktur, ahlak bir önyargıdan ibarettir ve toplumun kökü doğada değildir.
Gizli ‘iyiler’ grubu
Şimdiye kadar WikiLeaks hikayesi, WikiLeaks ile ABD arasındaki bir çatışma olarak sunuldu. ABD’nin gizli resmi belgelerini bilgi edinme özgürlüğünü destekleyen bir eylem mahiyetinde yayınlamak gerçekten bu amaca mı hizmet ediyor, yoksa durağan uluslararası ilişkilere terörist bir müdahale ile mi karşı karşıyayız? Peki ya asıl mesele bu değilse? Ya can alıcı ideolojik ve politik savaş bizzat Wikileaks’le içinde süregidiyorsa; gizli devlet belgelerini yayımlamak gibi radikal bir eylemle bu eylemin hegemonik ideolojik-politik alanda diğerleriyle, diğerleri tarafından ya da bizzat WikiLeaks olarak ne şekilde yeniden-yazıldığıyla ilgiliyse?
Bu yeniden-yazma meselesi “kurumsal gizli anlaşma”nın, yani WikiLeaks’in beş büyük gazeteyle istedikleri belgeleri yayımlamaları doğrultusunda yaptığı anlaşmanın öncelikli derdi değil. Çok daha önemli olan WikiLeaks’in komplocu yöntemi: ABD’de cisimleşen “kötü”ye saldıran gizli bir “iyiler” grubu. Meselelere bu biçimde bakacak olursak, düşmanın, kamuyu manipüle etmelerinin yanı sıra kendi çıkarlarını korumak adına müttefiklerini aşağılamaktan sakınmamak suretiyle hakikati saklayan ABD diplomatları olduğu açık. Zirvedeki kötü adamların elindeki ‘Güç’, bize nasıl çalışmamız, düşünmemiz ve tüketmemiz gerektiğini söyleyen; toplumsal yapının tamamına nüfuz eden bir şey olarak anlaşılmıyor. Mastercard, Visa, PayPal ve Bank of America güçlerini kendisine karşı birleştirdiğinde, WikiLeaks gücün dağılmışlığını bizzat tecrübe etti. Komplocu yöntemle iştigal edenin ödediği bedel, bu mantığa göre belirlenecektir. (WikiLeaks’in arkasında gerçekte kimin olduğuna dair –CIA mı?- teoriler hiç şaşırtıcı değil.)
Kutsal demokratik devlet
Komplocu yöntem bariz karşıtıyla; ‘bilginin özgür akışı’ ve ‘vatandaşların bilgi edinme hakkı’nın şanlı tarihinde ayrıksı bir sayfa açan Wikileaks’in liberal tasarrufuyla hayata geçiriliyor. Bu bakış açısı WikiLeaks’i ‘araştırmacı gazeteciliğin’ radikal bir vakasına indirgiyor.
Hüküm süren ideolojinin esas güç gösterisi, güçlü eleştiri gibi görünen şeye izin vermesi. Günümüzde anti-kapitalizmden yana kıtlık yok. Aksine kapitalizmi kitaplarda, derinlemesine araştırmacı gazetecilik örneklerinde ve çevremizi hoyratça kirleten şirketleri, bankaları halkın parasıyla kurtarılırken şişkin ikramiyeler almaya devam eden yozlaşmış bankacıları, çocukların köle misali çalıştığı tekstil atölyelerini gösteren televizyon belgesellerinde tekrar tekrar olanca vahşetiyle görüyoruz. Ama işte zurnanın zırt dediği yer de burası: tüm bu eleştirilerde sorgulanmayan şey, bu ihlallere-aşırılıklara karşı mücadelenin oturtulduğu demokratik-liberal çerçeve. (Açık ya da üstü örtülü) amaç kapitalizmi demokratikleştirmek, demokratik denetimi medya baskısı, parlamenter sistem, daha katı kanunlar, dürüst polis soruşturmaları vs üzerinden ekonomiyi genişletmek. Fakat (burjuva) demokratik devletin kurumsal yapısı asla sorgulanmıyor. En radikal “etik anti-kapitalist” eylem biçimlerinde bile (Porto Allegre forumu, Seattle hareketi vb.) bu kutsallık sorgulanmadan kalıyor.
Hedef iktidarın ta kendisi
WikiLeaks aynı şekilde görülemez. Onun yaptıklarında başından beri liberalizmin bilginin serbest dolaşımı mefhumunun ötesine geçen bir şeyler var. Bu ‘öteye geçişi’ içerik düzeyinde aramamalıyız. WikiLeaks ifşaatlarıyla ilgili yegane şaşırtıcı şey, hiç şaşırtıcı olmamaları. Tam da öğrenmeyi beklediğimiz şeyleri öğrenmedik mi? Asıl rahatsızlık görünümler düzeyindeydi: artık herkesin bildiğini bilmediğimiz numarasına yatamayız. Bu kamusal alanın paradoksudur: nahoş bir hakikati herkes bilse bile uluorta söylemek her şeyi değiştirir. Bolşevik hükümetin 1918’de aldığı ilk tedbirlerden birisi, Çarlık döneminin külliyatını, gizli diplomatik belgelerini, anlaşmalarını, halkı bağlayan kararların arka planını kamuya açmak olmuştu. Burada da hedef, resmi iktidar aygıtlarının bütün işleyişiydi.
İşte WikiLeaks’in tehdit ettiği şey, iktidarın bu resmi işleyişi. Buradaki gerçek hedefler kirli detaylar ve onlardan sorumlu olan bireyler değildi; diğer bir deyişle, iktidarda olanlar değil, iktidarın ta kendisi, onun yapısıydı. Şunu unutmayalım: iktidar sadece kurumları ve onların kurallarını değil, ona meydan okumanın meşru (‘normal’) yollarını da kapsar (bağımsız basın, sivil toplum örgütleri vs.)
WikiLeaks’in ifşaatlarının hedefi sadece iktidardakileri zor durumda bırakmak değil, kendimizi temsili demokrasinin sınırlarının ötesine geçebilecek farklı bir iktidar işleyişini hayata geçirmek yönünde seferber etmemiz noktasında bize yol göstermekti.
Bununla birlikte, gizli olanı tepeden tırnağa ifşa etmenin bizi özgürleştireceğini sanmak da hatadır. Öncül yanlış. Hakikat özgürleştirir, evet, fakat o hakikat bu hakikat değil. Elbette görünüşte olana, resmi belgelere güvenilemez, fakat bu görünüşün arkasında paylaşılan dedikoduda da hakikati bulamayız. Görünüm, kamuoyunun karşısına çıkan suret asla basit bir ikiyüzlülük değildir. Bize sık sık mahremiyetin yitmekte olduğu, en mahrem sırların kamuoyunun tetkikine açıldığı söylenir. Fakat gerçek tam tersidir: aslında yitmekte olan, kamusal alan ve o alana eşlik eden haysiyettir. Günlük hayatlarımız eksik bırakılan sözlerle dolup taşmaktadır ve yapılması gereken doğru şey de budur. Delphine Seyrig ‘Baisers Voles’te genç sevgilisine nezaket ile incelik arasındaki farkı izah eder: “Tut ki kazara bir kadının duşun altında çırılçıplak olduğu bir banyoya giriyorsun. Nezaket hemen kapıyı kapatıp, ‘Pardon Madam!’ demeni gerektirir; incelik ise hemen kapıyı kapatıp, ‘Pardon Mösyö!’ demeyi.” İnsanın, duşun altındaki insanın gerçek cinsiyetini ayırt edecek kadarını bile görmediği numarası yaparak gerçek inceliği sergilediği nokta ancak ikincisidir.
Solun centilmenleri
Siyasette inceliğin şahikası olan örneklerden biri, Portekiz Komünist Partisi lideri Alvaro Cunhal ile 1974’te Salazar rejimini deviren darbenin müsebbibi olan askeri gruplaşmanın demokrasi yanlısı üyesi Ernesto Melo Antunes arasındaki gizli görüşmedir. Vaziyet son derece gergindi: bir tarafta Komünist Parti gerçek sosyalist devrimi başlatıp fabrikaları ve toprakları ele geçirmeye hazırdı (silahlar halka çoktan dağıtılmıştı); diğer yanda muhafazakarlar ve liberaller devrimi, ordunun müdahalesi de dahil, hangi yolla olursa olsun durdurmaya niyetliydi. Antunes ve Cunhal, adını koymadıkları bir anlaşma yaptı: aralarında bir anlaşma falan yoktu aslında (mevcut koşullar karşısında tek yapabildikleri anlaşamamaktı), fakat görüşmeden Komünistlerin devrimi başlatmayarak ‘normal’ bir demokratik devletin zuhuruna imkan vermesi ve sosyalizm karşıtı ordunun da Komünist Parti’yi yasadışı ilan etmeyip demokratik süreçte kilit bir unsur olarak kabul etmesi yönünde bir uzlaşmayla ayrıldılar. Bu gizli görüşmenin Portekiz’i iç savaştan kurtardığı iddia edilebilir. Ve anlaşmanın failleri geçmişe dönüp baktıklarında da sağduyularını sürdürdüler. Gazeteci bir dostum görüşmeyi sorduğunda Cunhal ancak Antunes inkar etmediği takdirde anlaşmanın olduğunu doğrulayacağını söyledi – Antunes inkar ettiği takdirde, anlaşma falan yok demekti. Velhasıl inkar etmeyerek Cunhal’ın şartını yerine getirmiş ve dolaylı olarak teyit etmiş oldu. Solun centilmenleri siyasette böyle davranır.
Olayları bugünden bakıp yeniden kurduğumuz kadarıyla, Küba Füze Krizi’nin mutlu sonla bitmesi de incelik yoluyla, numaradan görmezden gelmenin nazik ritüelleriyle halledilmiş gibi görünüyor. Kennedy’nin parlak fikri, bir mektubun gelmediği numarası yapmasıydı; ancak gönderenin de (Kruşçev) ayak uydurması sebebiyle işe yarayan bir savaş hilesiydi bu. Her şeyin pamuk ipliğine bağlı olduğu böyle anlarda görünümler, nezaket, ‘oyun oynandığına’ dair farkındalık her zamankinden daha önemlidir.
Ne var ki bu hikayenin sadece tek ve yanlış yöne götüren tarafı. İnsanın görünümlerin dağılmasını kışkırtma riskini almak zorunda kaldığı anlar vardır. Böyle bir an 1843’te genç Marx tarafından da anlatılır. “Hegel’in Hukuk Felsefesi Eleştirisine Katkı” kitabında Marx Alman eski rejiminin 1830’lar ve 1840’lardaki çürümesini, Fransız eski rejiminin trajik çöküşünün abuk bir tekrarı olarak tanımlar. Fransız rejimi “kendi haklılığına inandığı ve inanmak zorunda olduğu sürece” trajikti. Alman rejimi ise “sadece kendisine inandığını hayal ediyor ve dünyadan da aynı şeye inanmasını talep ediyordu. “Modern eski rejim daha ziyade gerçek kahramanları ölmüş olan bir dünya düzeninin komedyeninden ibarettir.” Böyle bir durumda utanç bir silahtır: “Fiili baskı, ona baskı bilinci ilave edilerek ağırlaştırılamalı, utanç, herkesin gözü önüne serilerek daha da utanç verici kılınmalıdır.”
İşte bugün durumumuz tam da bu: temsilcileri sadece kendi demokrasi, insan hakları vs fikirlerine inandıklarını hayal eden bir küresel düzenin arsız kinizmiyle yüz yüzeyiz. WikiLeaks’in ifşaatları gibi eylemler yoluyla utanç (bu tür bir iktidarın tepemizde olmasına katlanmaktan kaynaklı utancımız), daha fazla ortaya dökülmek suretiyle daha da utanç verici hale geliyor. ABD laik demokrasi getirmek için Irak’a müdahale ettiğinde ve sonuç dini köktenciliğin güçlenmesi ve çok daha kuvvetli bir İran olduğunda, bu samimi bir temsilcinin trajik hatası değil, kendi oyununda yenilen hilekarın marifeti oluyor. (London Review of Books) -Radikal-