Ana Sayfa Blog Sayfa 5299

-Genişletilmiş- Mısır’da sokağa inenler kimler?

Mısır’da yaşanmaya başlayan kuvvetli muhalif gösterilerin arkasında binlerce Mısırlı’yı sokaklara dökmeyi başaran çeşitli örgütler, partiler var.

Bu topluluklar, iktidardaki Hüsnü Mübarek yönetimine karşı olmaların rağmen, ideoloji, örgütlenme ve talepler açısından ciddi farklara sahipler.

Bu örgütlerden öne çıkanlar şunlar:

6 Nisan Hareketi

Ülkede salı günü başlayan gösterilerin arkasındaki esas örgüt 6 Nisan’dı.

25 ocak gününü “öfke ve isyan günü” ilan eden örgüt internet sayfasında taleplerini sıraladı.

Bu talepler arasında içişleri bakanının istifası, asgari ücretin artırılması ve özgürlükleri sınırlayıcı yasaların kaldırılması vardı.

Örgüt Mısırlılar’ı “talepler yerine getirilene kadar sokaktan çekilmemeye” davet etti.

6 Nisan örgütün başlangıcı, 2008 yılında Facebook sosyal iletişim ağında kurulan bir gruba dayanıyor.

Bu grubun kuruluş amacı Mahalla endüstri bölgesindeki işçilerle dayanışmak ve 6 nisan tarihinde genel grev ilan etmekti.

Üyeler arasında iyi eğitim almış Mısırlılar var. 6 Nisancılar, polis tarafından tutuklanma riskini diğer protestoculara göre daha rahat aldılar.

Grup ayrıca Birleşmiş Milletler nükleer denetçisi Muhammed El Baradey’in şubat 2010’da ülkeye dönüşündeki destek gösterilerini düzenledi.

Örgüt Facebook, Twitter ve Flicker gibi internet platformlarını aktif olarak kullanıyor.

Ulusal Değişim Derneği

Birçok irili ufaklı örgüt ve hareketi kapsayan bir “çatı organizasyonu” olan Ulusal Değişim Derneği, El Baradey tarafından kuruldu.

Mısır dışında uzun yıllar yaşadıktan sonra ülkeye dönene Baradey derneği “Mısır’da gerekli reformların aracı” olarak tanımladı.

Baradey son günlerdeki gösterilere şahsen katılmasa da destek mesajları yayınladı.

Buna rağmen derneğin bazı üyeleri gösterileri düzenlemek suçlamasıyla tutuklandı.

Örgüt gösterilerin başladığı salı günü yayınladığı mesajda cumhurbaşkanı Mübarek’e eylül ayında gerçekleşecek başkanlık seçimlerinde altıncı kez aday olmama çağrısı yaptı.

Mübarek’in oğlunun iktidarına da karşı çıkacağını açıklayan Ulusal Değişim Derneği, son seçimlerle kurulan ve iktidar partisinin yüzde doksan çoğunluğu oluşturduğu meclisin de dağıtılmasını talep ediyor.

Şemsiye örgüt içinde El Ghad ve Demokrasi Cephesi gibi liberal hareketlerin temsilcileri ile Müslüman Kardeşler gibi İslamcı toplulukların temsilcileri birlikte yer buluyor.

Bu örgütler koalisyonu ayrıca Mısır’daki önemli entelektüelleri de barındırıyor.

Bunlar arasında 2004 seçimleri öncesi ilk protestoları düzenleyen Mısır Demokratik Değişim Hareketi’nde (KEFAYA) görev almış isimler de var.

Dernek, olağanüstü halin kaldırılmasını ve anayasal reformları talep ediyor.

Bu taleplerin arkasında olan 1.000.000 Mısırlı’dan toplanan imzalar, Müslüman Kardeşler’in de desteğiyle kolaylıkla elde edilmişti.

Ancak Müslüman Kardeşler’in son meclis seçimini boyket etmemesi, ve bazı hareketleri doğrudan eylem stratejisini benimsemesi sebebiyle, koalisyon içinde çatlaklar yaşanmıştı.

Müslüman Kardeşler

Örgüt, resmi olarak yasaklanmış olmasına rağmen Mısır’daki en büyük ve örgütlü toplumsal hareket.

Salı günü başlayan gösteriler sonra içişleri bakanı tarafından sorumluluk yüklenen ilk örgüt Müslüman Kardeşler oldu.

Ancak protesto gösterilerinde ne kadar rolü olduğu konusunda kesinlik yok.

Müslüman Kardeşler’den yapılan açıklamada, gösteriler net bir şekilde sahiplenilmezken, örgüt sempatizanlarının kendi istekleriyle katılmalarına karşı çıkılmadı.

Örgüte yakın gençlerin, hareketin aktif rol almamasına öfkelendikleri bildiriliyor.

Müslüman Kardeşler’in bağımsız adayları son seçimler öncesi parlementoda yüzde yirmilik azınlığa sahiptiler.

Örgüt, son genel seçimlerin ilk turuna hile karıştırıldığı iddiası ile ikinci tur seçimi boykot etti.

İslami referansları güçlü örgütün ABD’nın Irak işgali ya da Gazze’deki İsrail ablukası gibi konularda büyük kalabalıkları sokağa dökebildiği biliniyor.

Müslüman Kardeşler şimdiye dek Mısır devletini doğrudan karşısına alan bir tavır benimsememişti.

WAFD Partisi

Mısır’da büyük desteğe sahip olmayan ancak meclisteki resmi muhalefeti oluşturmuş WAFD, hükümete yakın durmakla eleştirilen bir parti.

Parti Başkanı Sayid el Badavi’ye sıklıkla yöneltilen suçlama iktidar partisinin meşruiyetini sağlamasına gizli destek vermek.

WAFD, Müslüman Kardeşler gibi genel seçimlerin ikinci turunu boykot etti ve hafta boyunca yaşanan protestolara açık destek vermedi.

Ancak partili gençlerin gösterilere katılması çağrısı yapıldı.

Başkan Badavi, bir televizyon yayınında meclisin feshedilmesini, yeni bir ulusal birlik hükümetinin kurulmasını ve adil bir sistemle seçimlerin yapılmasını talep etti.

EL GHAD Partisi

Liberal eğilimli Ghad (Yarın) Partisinin kurucusu Ayman Nur, son cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Hüsnü Mübarek ardından uzak arayla ikinci olmuştu.

Uydurma olduğu iddia edilen yolsuzluk suçlamalarıyla üç yıl hapis cezasına çarptırılan Nur’un partisi, bu üç yıl içinde iktidar yanlılarınca ele geçirildi.

2009 şubat ayında cezası biten Nur, bu tarihten bu yana hükümet karşıtı gösterilerin önemli bir aktörü oldu.

Nur’un cumhurbaşkanlığını düşündüğü iddiaları var ancak, kendisinin 2004’teki desteği olmadığı tahmin ediliyor.

Nur salı günkü, gösterilerin ilk gününde sokaklardaydı. (BBC)

Tunus’ta protestolar sonrası geçici hükümet de değişti

0

Tunus’ta geçici hükümetin başbakanı Muhammed Ganuşi, süren protestolar sonrası kabinesinde kapsamlı değişiklikler yaptı.

Muhammed Ganuşi, haftalar süren sokak gösterileri sonrası ülkeden kaçan eski cumhurbaşkanı Zeynel Abidin Bin Ali’yle birlikte çalışan bakanların çoğunu görevden aldı.

Zeynel Abidin Bin Ali yönetiminin savunma, içişleri ve dışişleri bakanlarının görevlerine son verildi.

Değiştirilen bakan sayısı 12.

Tunus Devlet Televizyonu’ndan halka hitap eden Muhammed Ganuşi soğukkanlı olunması çağrısında bulundu.

Muhammed Ganuşi, geçici hükümetin, ülkeyi demokrasiye götürüne dek görevde kalacağını söyledi.

Tunus’ta eylemlerini süren göstericiler Zeynel Abidin Bin Ali’ye yakın çevrelerin siyasetten tamamen çekilmesini istiyor.

Ülkedeki BBC muhabiri Magdi Abdelhadi ise sendikaların geçici hükümete destek vermesinin göstericilerin dinmesine katkı sağlayabileceğini belirtiyor.

Bin Ali hakkında tutuklama emri çıkarılmıştı

Tunus’ta, “Yasemin Devrimi” olarak da nitelendirilen halk ayaklanması sonucu oluşturulan geçici hükümet, önceki gün eski cumhurbaşkanı Zeynel Abidin bin Ali hakkında uluslararası tutuklama emri çıkarmıştı.

Tutuklama emri, bin Ali’nin eşi Leyla el Trabelsi ve yakınlarını da içeriyordu.

Bu karar, Tunus’ta geçici hükümetin, eski cumhurbaşkanı ve yakın çevresine yönelik yolsuzluk iddialarını soruşturma kapsamında aldığı önlemlerden biri.

Eski cumhurbaşkanı ve eşi, yasadışı şekilde emlak almak ve yurtdışına para transferleri yapmakla suçlanıyor.

Tunus yetkilileri, Avrupa’daki bazı bankalarda dondurulan ve milyarlarca dolar olduğu sanılan hesaplara el koymaya çalışıyor.

Zeynel Abidin bin Ali ve eşi Leyla el Trabelsi, 14 Ocak’ta Suudi Arabistan’a kaçmıştı.

Suudi Arabistan’ın eski Tunus Cumhurbaşkanı’nı ve eşini, ülkelerine iade etmesi beklenmiyor. (BBC)

Şili Allende’nin ölümünü soruşturacak

0

Şili’de yetkililer ülkenin eski sosyalist devlet başkanı Salvador Allende’nin ölümünü soruşturacaklarını açıkladı.

Allende, 1973 yılında, Agusto Pinochet’yi iktidara getiren darbe sırasında saldırıya uğrayan başkanlık sarayında ölü bulunmuştu.

Allende’nin ölümüne dair yapılan resmi açıklama, intihar ettiği yönünde olmuştu.

Başlatılacak soruşturma ise, Allende intihar mı etti yoksa öldürüldü mü sorusuna yanıt arayacak.

Pinochet liderliğindeki askeri yönetim boyunca binlerce Şilili öldürülmüş ya da kaybedilmişti.

Allende’nin ölümüyle ilgili soruşturma da, askeri yönetim dönemine dair bekleyen çok sayıda insan hakları dosyasından biri.

1973 darbesiyle başlayan askeri yönetim, ülkede 1990 yılında kadar devam etmişti. (BBC)

Mısır’da ayaklanma sokakta, yönetim direniyor

0

Gösterilerin dördüncü gününde de hükümetin güç kullanma tehdidine karşın binlerce kişi Kahire, Süveyş ve İskenderiye’de sokağa çıktı. Muhalif lider Baradey ev hapsine alındı.

Mısır’da devlet başkanı Hüsnü Mübarek’in istifasını isteyen iktidar karşıtı gösteriler yoğunlaşarak sürerken polis bugün cuma namazının ardından sokağa çıkan eylemcileri biber gazı, plastik mermi ve tazyikli su kullanarak dağıtmaya çalıştı. Eylemcilerse taşlarla karşılık verdi.

Başkent Kahire’nin yanı sıra İskenderiye ve Süveyş’te de gösteriler vardı.

Hükümet “sert önlemler alınacağını” söylerken internet ve mobil telefon hizmetlerini kesti. Protestolar büyük ölçüde sosyal medya üzerinden örgütleniyor ve yayılıyor.

Halen süren gösterilerde bir kişinin öldüğü, bazı gazetecilerin de yaralananlar arasında olduğu yazılıyor.

Bugünkü gösteri çağrısına destek veren muhalefetteki İslamcı Müslüman Kardeşler’e yönelik dün akşam polis operasyon düzenledi. Salı günü başlayan gösterilerde yedi kişi ölürken binden fazla insan da gözaltına alındı.

Eylemler, iki hafta önce komşu Tunus’ta başlayan ve devlet başkanı Abisin Bin Ali’yi deviren gösterilerin ardından başlamıştı.

Baradey’den ABD’ye tepki

Muhalif liderlerden Muhammed El-Baradey, dün yurtdışından Kahire2ye gelmesinin ardından bugün ev hapsine alındı.

Nobel Barış Ödülü sahibi Baradey, Guardian’a yaptığı açıklamada “Mısır bugün son demlerini yaşayan rejim tarafından izole edilmiş durumda” dedi.

Baradey, Mübarek’e destek veren Amerika Birleşik Devletleri’ni eleştirirken tüm dünyayı tepki göstermeye çağırdı. (Bia)

Gül, Dink cinayeti için düğmeye bastı

Cumhurbaşkanı, uçakta açıkladığı hamlesini yaptı ve Devlet Denetleme Kurulu’nu Dink cinayetini araştırması için görevlendirdi.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, önceki gün uçakta yaptığı açıklamayı bugün hayata geçirdi ve Devlet Denetleme Kurulu’nu (DDK) Hrant Dink cinayetini araştırması için görevlendirdi.

Gül’ün talimatıyla harekete geçen DDK, 4 yıldır çözülemeyen Hrant Dink cinayetini araştıracak.

Cumhurbaşkanı’nın hamlesini Dink ailesinin avukatı Bahri Belen olumlu bir adım olarak nitelemişti. Belen, “DDK’nın görevlendirilmesini olumlu karşılıyorum, önemli olan soruşturmaya etki etmesi” demişti.

Avukat Bahri Belen, cinayette ihmali bulunan tüm kamu görevlileri hakkında yargılama izni verilmesini istemişti. Ayrıca diğer dosyaların da cinayet davasının görüldüğü mahkemede birleştirilmesini isteyeceklerini söylemişti.

Dink suikasti üzerine bir kitap da yazan gazeteci Nedim Şener ise Cumhurbaşkanı Gül’ün girişiminin önemine dikkat çekmişti. NTV yayınına katılan Şener, “Devletin namusunu kurtaracak son hamle olarak nitelendirebiliriz. Cinayette rol oynayan 30’a yakın kamu görevlisi var ve hepsi yerini koruyor. Bu 30 kişi açığa alınıp etkin bir soruşturma yapılmadı” diye konuşmuştu. (Ntv)

İçki yasağı, 68 ruhu ve direniş

Alkollü içki satışıyla ilgili yeni düzenlemeler iki hafta önce Yeşil Gazete’de “İçki yasağı başladı” manşetiyle verildi. O zaman okurlarımız bu haber nedeniyle bizi bazı yayın organlarının abartılı yorumlarının etkisinde kalmakla eleştirmişlerdi. Doğrusu düzenlemenin daha çok piyasa koşullarına ilişkin olduğu ve yönetmelikteki hükümlerin içki içmenin kısıtlanması anlamına gelmediği yorumları nedeniyle ben de “içki yasağı” manşetinin abartılı olduğunu düşünmeye başlamıştım. Bu yönetmeliği yine de eleştirdim, ama konuya ayırdığım geçen haftaki yazıma “olmayan bir içki yasağı”ndan dem vurarak başladım. Meselenin eleştirilecek yönünün gençleri korumakla ilgili anlayış olduğunu, çocukları ve gençleri korumanın böyle olamayacağını yazdım.

Ama birkaç gündür yaşanan gelişmeler ne yazık ki benim geçen haftaki iyimserliğimin aceleci bir iyimserlik olduğunu gösterdi.

Levent Kazak’ın yazdığı bir oyunun Kenter Tiyatrosu’nda yapılan galasında içki ikramı yapılmadığı ve (doğal olarak) alkollü içki satışı yapılan bir partinin davetiyesine 24 yaş sınırı ibaresi konduğu haberlerini okumuşsunuzdur. Bugünkü bir haberde de İstanbul’un en popüler müzik kulüplerinden Babylon’un hafta sonu yapılacak olan konserinde kapıda kimlik kontrolü yapmaya karar verdiği, 24 yaşından küçük izleyicilerin içeriye alınmayacağı belirtiliyordu. Yeşil Gazete için gençlik festivallerini yakından izleyen Ramazan Kaya da son yazısında bu karar nedeniyle en büyük darbeyi eski Barışarock tarzı, şimdiki Rock-A, Zeytinli Rock Festivali gibi buluşmaların alacağını, yönetmeliğin uygulanmasının rock festivallerinin sonunu getirebileceğini yazıyor. Ramazan asıl hedefin de bu olduğunu söylüyor. Sonuna kadar katılıyorum. Bence de hükümetin hedefi canlarını sıkmaya başlayan bu özgürlük ortamını daraltmak ve eleştirel, özgürlükçü, isyankar bir gençliğin yetiştiği son kaynakların da kökünü kurutmak.

Bence de bu içki yasağı AKP’nin özgürlüklere karşı yaptığı en son ve en ağır saldırılardan biri.

İçki yasağı diyerek abartıyor muyuz?

Yönetmeliğin günlük hayata yansımasını tahmin etmeye çalışalım: Bundan böyle 24 yaşından küçük yetişkinler bar, pub, gece kulüplerindeki etkinliklere (buralarda içki özendirildiği için) alınmayacaklar (Çocukları ve gençleri hedef alan veya bu kişilerin ilgi alanına giren etkinlikler ile bu nev’i etkinliklerin tanıtımında ve etkinliğin gerçekleştirileceği mekânlarda, alkollü içki markaları veya alkollü içki markalarını çağrıştıracak nitelikteki unsurlar kullanılamaz ve bu etkinliklerde satış ve sunum yapılamaz – Md. 24/2-d).

İçki ruhsatı olmayan yerlerde (yani meyhane, bar, restaurant vb. olmayan yerlerde) yapılan herhangi bir davette içki ikramı yapılamayacak. Bu da sinema ve tiyatro galaları, konserler,  açık havada ya da içki ruhsatı olmayan yerlerde yapılan parti, davet, düğün vb. organizasyonlarda içki servisi yapılamayacağı, yani “içki içmek için tasarlanmamış, dolayısıyla bu amaçla ruhsat almamış herhangi bir yerde” içki içilemeyeceği anlamına geliyor. (TAPDK kesin yasak olmadığını söylese de, bu tür durumlar için önceden izin alma zorunluluğu çoğu durum için caydırıcı olacaktır.)

En önemli sorun da biraz önce sözünü ettiğim gibi özgürlüklerin yeşerdiği en önemli mekanlar olan festivallerin ve gençlik buluşmalarının zorlaşacak veya sonunun gelecek olması. Çünkü, Bülent Arınç anlamaz ama, bu tür buluşmaların müzikten sonraki varlık nedeni alkol ve sekstir.

Sonuç olarak bu uygulamanın adı alkollü içkiye erişimin kısıtlanmasıdır.

Yani bir tür içki yasağı…

Geçen sene Topkapı Sarayı’nın dış avlusunda yapılan İdil Biret resitalini hatırlayın. Büyük Birlik Partili ülkücüler sarayın kapısı önünde toplanmış ve nümayiş yapmışlardı. Dertleri “ecdadımızın” mekanında içki servisi yapılmasıydı, yoksa konser verilmesi değil. Bu yönetmelikle hükümet İdil Biret konserini basan güruhun taleplerini yerine getirmiştir. Artık olur olmaz her yerde içki servisi yapılamayacak. Böylece içki içilmesini engellemek isteyen mülki amirlerin ve üniversite yöneticilerinin eline son derece kullanışlı bir silah daha verilmiş oldu. Diledikleri yerde ve diledikleri dozda kullanabilirler.

Hayat tarzına değil, özgürlüklere saldırı

Medyamızın ve bazı yazarların konuya yaklaşımı da sorunlu bence. Meseleye sadece laik-laik olmayan cepheleşmesi üzerinden, AKP-Kemalist kamplaşmasının kalıplarıyla, hatta yeni moda bir “hayat tarzı” söyleminin darlığı içinde bakıyorlar. Medyamıza bakarsanız sosyoloji diye bir şey de yok zaten, hayat tarzı istendiği gibi giyilip çıkarılan, bollaştırılıp daraltılabilen, hatta hakkında yasalar çıkarılabilecek bir kıyafet.

Oysa sorun hayat tarzı falan değil, Kemalizmle de alakası yok.

Bira ve şarap içmeyi seviyorum, ara sıra rakı masalarına da  hayır diyemiyorum diye kimsenin benim hayat tarzımı kategorize etmesine izin verecek değilim. Kimsenin beni giydiğim kıyafetle, dinlediğim müzikle, okuduğum gazete ve kitapla yargılamasına da izin vermiyorum. Arkadaş çevrem, çalıştığım iş yeri, içinde yer aldığım gruplar için de aynı şey söz konusu. Hayatımı böyle istediğim için böyle yaşıyorum, herhangi bir hayat tarzı kategorisinin kalıplarına uyum sağlayabilmek için değil. Sanki hükümet benim hayat tarzımı ve inançlarımı ya da düşüncelerimi değerlendirme ve belirleme yetkisine sahipmiş gibi pozisyon almayı reddediyorum.

Bu nedenle sorunu dini referanslarla hareket eden muhafazakar bir yönetimin bireysel ve toplumsal özgürlükleri kısıtlaması olarak görmemiz gerektiği konusunda ısrar ediyorum. Daniel Cohn-Bendit Paris’teki Mayıs 68 ayaklanmasını kız-erkek yurtlarını birleştirin sloganıyla başlatmıştı. Bugün Türkiye’de yurtlar hala utanç verici bir şekilde cinsiyet ayrımına tabi. Bunu da kimse yadırgamıyor. Yakında devlet evlilik dışı cinsel ilişkiyle ve bekaretle ilgili kısıtlayıcı yasalar çıkarsa bunu bile garip karşılamayıp, efendim devletin gençleri koruma görevi falan filan diye geveleyecek miyiz? Bülent Arınç boşuna içki ve seks demedi. Bugün içki yasağına karşı çıkmazsak, yarın cinsel özgürlükleri de savunamayız. 24 yaş altına içki kısıtlaması ne demektir, bütün bir üniversite gençliğinin üzerindeki mahalle baskısını devlet baskısına dönüştürmekten başka? Neredesiniz ey cinsel devrimi savunanlar?

Bu baskıcılığa karşı da özgürlükleri savunmak için direnmeliyiz. 18-24 yaş arası üniversite gençliğinin yapacağı ilk sivil itaatsizlik eylemlerini merakla bekliyorum. Gençliğin bu muhafazakar baskı altında sineceğini hiç sanmıyorum.

Şimdi direnme zamanı.

Yarın, 29 Ocak akşamı, ben de şarabımı ve biramı alıp arkadaşlarımla Woodstock konserinin en son  çıkan belgeselini izleyeceğim.

Kadehimi de 68’den bu yana özgürlük adına direnenler için kaldıracağım.

Suudi Arabistan’ı sel vurdu!

Dünya’nın en kurak ülkelerinden biri olan Suudi Arabistan’ı sel vurdu. Topraklarından nehir geçmeyen, çöl ikliminin hakim olduğu Suudi Arabistan’da sel Jeddah şehrinde hayatı felç etti. 27 Ocak 2011’de ortaya çıkan afet yüzünden şehrin büyük bir bölümüne elektrik verilemiyor.

Selde 4 kişi hayatını kaybetti!

Bu sabah bir açıklama yapan Suudi Sivil Savunma Departmanı 4 kişinin hayatını kaybettiğini 1331 kişinin ise arama kurtarma ekipleri tarafından kurtarıldığını bildirdi. Ölümler ile ilgili üzüntüsünü bildiren Suudi Kral Abdullah halka “selde yeterli önlemi almayan ve ihmali bulunanların cezasız kalmayacağı” sözünü verdi.

Aynı zamanda, kanalizasyon sistemi bulunmayan kente foseptik kuyularındaki suların temiz su kaynakları ile karışmaya başladığı uyarıları yapılıyor.

Kentte 2009 yılında da sel olmuş 123 kişi hayatını kaybetmiş 10,700 bina su altında kalmıştı.

İklim Değişikliği ve Seller

İklim değişikliğinin afetlerin boyutunu ve miktarını arttıracağı IPCC ve Birleşmiş Milletler tarafından en çok dile getirilen gerçeklerden biri olarak öne çıkıyor. İklim değişikliği uzmanları gün geçtikçe daha fazla insanın meteorolojik afetlerin etkilerine maruz kalacağını bildiriyor.

Özellikle beklenmedik hava hareketlerinin kuraklığı, selleri ve sıcak/soğuk hava dalgalarını tetikleyeceği bildiriliyordu. 2010 yılından beri görülen sel afetleri eğer önlem alınmaz ve iklim değişikliği ile etkin mücadele yöntemleri harekete geçirilemezse artarak devam edeceğe benziyor. İşte son aylarda görülen sellerden bazıları:

  • Temmuz 2010’da Pakistan’ı vuran sel 18 milyon insanı etkiledi ve etkilemeye devam ediyor.
  • 2010’un Aralık ayında ise sel Avusturalya’yı vurdu. Afetin en az 200.000 kişiyi etkilendiği belirtiliyor. Ülkede sel son 130 yılın en büyük felaketi olarak nitelendiriliyor.
  • Yeni Yılda da seller ile uyandı Dünya 6 -11 Ocak 2011’de Sri Lanka’da şiddetli yağışlar ve seller 850.000 kişiyi etkiledi.

(Yeşil Gazete)

Ergin Cinmen: “Yönetmelik ‘bulabilirsen git evinde iç’ sonucuna yol açabilir”

Bugünlerde hem medyada hem de sokakta tartışılan pek çok konu aslında “hukuk” temelli. Kamuoyuna “Hizbullah salıverilmeleri” olarak yansıyan ve kamu vicdanını yaralayan CMK 102 ve “içki yasağı” olarak değerlendirilen yönetmelik… Özellikle yönetmelik hukukçu gözüyle yorumlanmaya muhtaç, çünkü çerçevesi net değil, farklı kesimlerce farklı değerlendirmeler yapılıyor. İşte tüm bu tartışmaları özgürlükler ve insan haklarından yana tavır almasıyla tanınan hukukçu Ergin Cinmen, Yeşil Gazete için değerlendirdi. İşte Cinmen’in, her zaman olduğu gibi, özgürlük penceresinden ve hukukçu gözüyle yorumları…

– Hizbullah üyelerinin serbest bırakılması kamu vicdanını yaraladı mı? Yargıdaki “krizi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Öncelikle belirtmek gerekir ki, CMK 102. maddeyle ilgili olarak yapılan tartışmalarda üzerinde durulması gereken ilk husus yargıdaki kangren olmuş haldir. Bilindiği gibi 2004 yılı sonlarında yapılan yasa değişikliğinin nedeni,  AB eleştirileri doğrultusunda tutukluluk sürelerinin AİHM’nin kararları çerçevesinde makul süreye çekmekti. Madde, bilmeden veya bilerek son derecede kötü veya her türlü yoruma açık bir şekilde kaleme alındı. Maddenin ilk okunuşunda bu sürelerin, Ağır Ceza Mahkemelerinde en çok 3 yıl; Geniş Yetkili Ağır Ceza Mahkemelerinde ise en çok 6 yıl oldukları anlaşılıyordu.  Bu anlatım AB’yi tatmin eder bulunmuştu.

Ancak yargının alt yapı sorunları bir türlü çözülemediğinden, yargıçların tutuklama refleksi de bir türlü giderilemediğinden maddenin yürürlülük süresi üç kez uzatıldı. Nihayet 2011 yılının 1 Ocak’ında yasa yürürlüğe girince;  Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin inanılmaz yorumu sonucunda bu sürelerin Ağır Ceza Mahkemeleri için 5 yıl, Geniş Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri için ise 10 yıl olarak kabulüne rağmen, bu süreleri dolduran tutukluların tahliyeleri sonucunda çarpıcı kararlar ortaya çıktı.  Ancak yargılamalar o kadar uzun sürmekte idi ki bu sürelere rağmen yine de kamu vicdanını yaralayan tahliye kararları ile karşılaştık. Özellikle  Müebbed Ağır Hapis cezasını gerektiren suçlardan yargılanan Hizbullah sanıklarının tahliyeleri büyük sansasyon yarattı.

– Sonuç da herkesin birbirini suçladığı bir tablo…

Evet, sonuçta Adalet Bakanlığı ile Yargıtay birbirine girdi. Yargıtay’a göre asıl sorun uzun süren yargılamadan kaynaklanıyordu. Yine Yargıtay’a göre bunun da nedeni yargıç savcı açığı gibi alt yapı sorunları ile daha önce yasası çıkarılan ve  2007 yılında yürürlüğe girmesi gereken ve ilk derece mahkemeleri ile Yargıtay arasında bulunan İstinaf Mahkemelerinin bir türlü çalışmaya başlayamaması idi. Bunun da sorumlusu siyasi iktidar, dolayısı ile Adalet Bakanlığı idi…

Adalet Bakanlığı’na göre ise asıl sorun Yargıtay’ın 102. maddenin 1 Ocak 2011 tarihinde  yürürlüğe gireceğini bilmesine rağmen Hizbullah davası gibi önlerinde bulunan davaları zamanında kesinleştirmemesinden kaynaklanıyordu.

Sorumlu kim?

– Başbakan Erdoğan önünde dosyalar biriken Yargıtay’ı eleştirdi, “bitirsene arkadaş” diye seslendi. Sizce gelinen noktadan kim sorumlu?

Açıkça belirtelim ki asıl ve belirleyici sorumluluk siyasi iktidara düşmektedir. Hali hazırda üç bin beş yüz civarında yargıç ve savcı açığı bulunmaktadır. Ayrıca İstinaf Mahkemeleri halen kurulmamıştır. Bu alt yapı sorunları doğrudan siyasi iktidarın sorumluluğunda bulunmaktadır.

Siyasi iktidarın, her iki sorunun da gerçek sorumlusunun yargı olduğunu söylemesi gerçeği yansıtmıyor. Adalet Bakanı’nın, yargıç ve savcı açığının asıl nedeninin Danıştay’ın, yargıç ve savcı sınavlarının mülakat aşamasının görüntülü olarak yapılması gerektiği yolundaki   iptal kararlarına bağlaması mazereti uygun değildir. Çünkü idarenin, sınavları yargı kararlarına uygun olarak yapması Anayasal bir gerekliliktir.

– Ya hükümetin İstinaf Mahkemeleri kurulamaması konusundaki yargıya yönelik eleştirileri?

Siyasi iktidarın İstinaf Mahkemeleri’nin bu güne kadar kurulmaması  konusundaki mazereti uygun değil. Adalet Bakanı’na göre, Yargıtay bu güne kadar İstinaf Mahkemelerine karşı durmuştur; ancak Yargıtay 1. Başkanı Hasan Gerçeker’in açıklamalarından anlaşıldığı kadarıyla bu günkü Yargıtay, İstinaf Mahkemelerine karşı değildir. Her ne kadar Yargıtay 1. Başkanlıkları, son Başkanlık olan  Hasan Gerçeker’in başkanlığı’na kadar geçen süre içinde bu mahkemelere karşı olduklarını açıklamış olsalar dahi, Yargıtay artık bu görüşünü değiştirmiş bulunmaktadır. Kaldı ki, İstinaf Mahkemeleri’nin kuruluşuna dair yasa 2005 yılında ve o zamanki Yargıtay görüşlerine rağmen çıkarılmış idi. Yani bu mahkemeler konusunda siyasi iktidar, o zamanda da pek de Yargıtay’ın görüşlerini kale almamıştır.

Anlaşılan odur ki, siyasi iktidarın bu güne kadar alt yapı sorunlarını çözmemesinin nedeni kendi görüşlerine uygun yargı kadrosunu kurabilmek için oyalamaya girişmesidir.

Yol haritası

Yol haritası ne olmalı bu aşamadan sonra?

Bundan böyle yapılması gereken açıktır. Bunlardan birincisi bu günkü yargıç ve savcı açığının derhal kapatılması ile İstinaf Mahkemelerinin kurulması için gereken yargıç ve savcının mesleğe alınmasıdır. Bunun için de toplam on bin civarında yargıç ve savcının mesleğe intibakının sağlanması gerekmektedir.

İkinci husus da bu gün görevde bulunan yargıç ve savcılar ile  mesleğe alınması gereken yargıç ve savcıların mesleki yeterlilikleridir. Bunun için de yargıç ve savcıların meslek içi eğitimlerini sağlamakla görevli Adalet Akademisi’nin, Adalet Bakanlığı’ndan ayrılmasıyla  özerk bir yapı olmasının gerçekleşmesi ve bu kurumun da eksik olan alt yapı sorunlarının giderilmesi gerekmektedir.  Diğer yandan  yargıç ve savcıların özellikle AİHM’nin kararlarını içselleştirmesi ve iç hukuku bu kararlar çerçevesinde yorumlama refleksine kavuşturulması için gereken eğitimin verilmesi şart olmaktadır.

Bilinmelidir ki, bu anlattıklarım adil yargılanma hakkının sonuna kadar gerçekleştirilmesi için elzemdir. Hukuk devleti idealine başka türlü ulaşılmasının imkanı bulunuyor.

İçki düzenlemesi mi 4. Murat yasakları mı?

Yine son dönemin çok tartışılan bir başka konusu içki yasakları. Başbakan Erdoğan yaşam tarzının güvence altında olduğunu ısrarla vurguladı. Öyle hissediyor musunuz?

Tütün ve Alkol Piyasası Düzenleme Kurulu’nun ((TAPDK) yeni düzenlemesinin Anayasal bir gereklilik mi yoksa Dördüncü Murat uygulamalarına dönüş mü olduğu konusu önemli. (Bu arada belirtelim ki, tütünün zararları konusunda kesin bir görüş birliği olduğundan yönetmeliğe sigarayla ilgili her hangi bir eleştiri getirilmiyor.)

Anayasa’nın 58/2. maddesine göre Devletin görevlerinden birinin de gençleri alkol ve diğer olumsuz nesnelerden  korumaktır. Devletin bu görevinin yaşamsallığı tartışılmazdır. Ancak bu görev ne şekilde yerine getirilecektir? Nasıl ki, trafik kazalarını önlemenin çaresi kişilerin araçlarıyla trafiğe çıkmasını yasaklamak, hırsızlığı önlemek için mülkiyet hakkını ortadan kaldırmak olmayacaksa, gençlerin alkolden korunması için içkinin yasaklanması da mümkün olmayacaktır. Aksi takdirde Anayasanın 20. maddesinde yer alan kişi hak ve hürriyetleri içinde bulunan “özel hayata saygı gösterilmesi” ilkesi zedelenmiş olur.

Bu tablo içinde yapılması gereken nedir?

Konuya ilişkin olarak öyle bir mevzuat düzenlemesine gidilmelidir ki, yukarıda belirtilen iki anayasal görev ve sorumluluğun yerine getirilmesi sırasında ahenk kurulabilsin. Diğer bir deyişle bu iki kavram yarışırken biri diğerini fiilen de olsa ortadan kaldırmasın.

Yönetmelik son derecede detaylı olarak tanzim edilmiştir. Ancak asıl sorun yönetmelikle verilen yetkilerin keyfiliğe açık olarak kaleme alınmış olmasıdır.

Bana göre bu yetkiler dini referans al(ma)mış bir siyasi iktidar tarafından doğru olarak kullanılabilir. Ancak dini referans almış bir iktidar ve bu iktidarın uygulayıcıları elinde aynı yetkiler, Dördüncü Murat zamanını anımsatan bir ortamın hazırlanmasına da yol açabilir.

İçki içmek, İslam dini açısından kesin günahtır. Bu tartışmasız bir gerçektir. O zaman uygulayıcı (ki bunun mercii o yerin mülki idaresidir)  yönetmelikteki hükümleri uygularken iki argümanı da birlikte kullanacaktır. Bu iki argüman kaynağını hem dinden hem de Anayasanın 58. maddesinden alacağından, özel yaşamın fiilen tehdit altında bulunacağı aşikardır. Bu nedenle “aynı yetkiler Batı ülkelerinde de var, niye endişe ediyorsunuz” yolundaki açıklamaların korkuları gideremeyeceği ortadadır.

– Peki yasağın uygulaması konusunda yönetmelik hukuken nasıl bir çerçeve çiziyor? Her kesimce farklı ve keyfi uygulamaya yol açar mı? Çok tartışılan bu yasağın net çerçevesi hukukçu gözüyle nedir?

Yönetmeliğin bütünü göz önüne alındığında, istendiğinde içki reklamlarının ve reklamcılarının ve hizmet götürücülerinin fonksiyonlarının tamamen ortadan kaldırılabilme tehlikesinin bulunduğunu söyleyebilirim. Bana göre İslami bir uygulama ile yönetmelik,  “bulabilirsen git evinde iç” sonucuna yol açabilir. Örneğin catering şirketleri artık kokteyllere içki servisi yapamayabilir. Devlet Karayolları üzerinde bulunan (hangi mesafe olduğu belli olmaksızın) konaklama yerleri hariç olmak üzere içki satışı yapılamayacaktır. Dernek ve Birlik lokallerinde bir duble rakıyı o yerin mülki amirinin izni olmaksızın içemeyeceksiniz.

Yönetmelik benzer ve fazlaca yasaklamayı içermektedir. Bana göre Yönetmeliğin bir çok maddesi hukuka aykırı bulunmaktadır. İlgililerin açacağı idari davalarla bu düzenlemenin hukuka uygun hale getirilmesi olanağının  bulunduğu düşüncesini de taşıyorum.

Dileğimiz o dur ki, getirilen eleştiriler doğrultusunda Yönetmeliğin bazı hükümleri değiştirilerek hukuka uygun bir hale getirilsin. Hem toplum korunsun hem de özel hayat…

Röportaj: Işıl Sarıyüce – Yeşil Gazete

Uluslararası Hrant Dink Ödülü adaylarını bekliyor!

Uluslararası Hrant Dink Ödülü, 15 Eylül 2011 günü üçüncü kez sahiplerini bulacak.

Ödül her yıl ayrımcılıktan, ırkçılıktan, şiddetten arınmış, daha özgür ve adil bir dünya için çalışan, bu idealler uğruna bireysel risk alan, ezber bozan, barışın dilini kullanan, bunları yaparken, insanlara mücadeleye devam etme yolunda ilham ve umut veren kişi, kurum veya gruplara verilecek. Hrant Dink Vakfı, ödülle, bu yönde çaba gösterenlere, seslerinin duyulduğunu, yaptıklarının görüldüğünü ve yalnız olmadıklarını hatırlatmayı, onlara manen destek olmayı, tüm insanları idealleri uğruna mücadeleye teşvik etmeyi amaçlıyor.

Bu yılın ödülleri için aday önerileri, 15 Nisan 2011 tarihde son bulacak.

Aday önerisi vermek için tek yapılması gereken  http://www.hrantdinkodulu.org/ adresindeki formu doldurarak Uluslararası Hrant Dink Vakfı’na yollamak.

2011 Jurisinde Avrupa Parlementosunun Yeşil üyelerinden Daniel Cohn-Bendit de var.

Ödül uluslararası bir jüri tarafından yapılan değerlendirmeler sonucunda karara bağlanıyor. Ödül jürisinde geçen sene bu ödüle layık görülen Türkiye Vicdani Ret Hareketi Temsilcileri ve Franco rejiminin işlediği suçları araştırırken hakkında dava açılan İspanyol yargıç Baltasar Garzon Real’in üyesi olduğu uluslararası jüride Kızıl Danny olarak bilinen yeşil aktivist ve parlamenter Daniel Cohn-Bendit de var.  Juri’de aynı zamanda Adalet Ağaoğlu (yazar), Boris Navasardian (Erivan Basın Kulübü Başkanı),  Hasan Cemal (gazeteci), Irene Khan (Uluslararası Af Örgütü Eski Başkanı),  Judith Butler (feminist düşünür) ve Rakel Dink (Hrant Dink Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı)  bulunuyor.

(Yeşil Gazete)

Mermer ve taş ocaklarının yarattığı sorunlar nasıl çözülür?

Bursa (Yeşil Gazete) – 15 Ocak Cumartesi günü Doğader ve TMMOB ‘un birlikte organize ettiği ve Bursa Akademik Odalar Birliği Yerleşkesi’nde gerçekleşen “Bursa’da Mermer, Taş ve Kum Ocakları Durumu Çalıştayı” bütün güne yayılan kapsamlı bir tartışma platformu yarattı.

Üç oturumdan oluşan çalıştayda taş, mermer ve kum ocaklarının denetimsiz işletilmesi, Bursa’daki ruhsat verme sürecinde malzeme ve mühendis planlaması yapılmadan her isteyen işletmeye ruhsat sağlanması, işletme izni alındıktan sonra gerekli fiziki önlemlerin alınmamasından dolayı yer altı ve yüzey sularının zarar görmesi, dökülen pasalardan dolayı flora ve faunanın olumsuz etkilenmesi, ocaklarda mermer ve taş kesimleri sırasında yapılan hatalı uygulamalar nedeni ile etrafa toz yayılmasının (emisyonunun) bölgeye zarar vermesi üzerinde ağırlıkla durulan konulardı.

Bursa’da toprağın ve suyun durumu

Bursa DSİ’den Jeoloji Mühendisi Fehmi Köse,Orman Mühendisleri Odası Bursa Şube Başkanı Şerafettin Bayraktar ve Bursa Ziraat Mühendisleri Odası Başkanı Doç. Dr. Ertuğrul Aksoy’un söz aldığı ilk oturumda 208 kilometrekare alana yayılan ve ortalama 100 metre yükseklikte bulunan Bursa Ovası’nın direkt olarak yüzey sularından beslenmekte olduğu, ovaya gelen suların drene edildiği tek akarsuyun batı tarafında 78 metre yükseklikte ovayı terk eden Nilüfer Çayı olduğu belirtildi. Onun da ne kadar kirli aktığının herkesin malumu olduğu vurgulandı.

Verilen bilgilere göre Bursa’daki emniyetli su kullanım rezervi yılda 214 bin ton. Bu seviye yağışlar az olsa bile kullanım oranı düşmeden çekildiği için statik olarak belirlenen seviyeye doğru düşüş gösteriyor.

Uluabat gölünün alanı ise yıllar boyunca küçülmüş durumda ve bu durum devam ediyor. Uluabat gölünün 160 kilometre karelik alanı yıllar içinde 130 kilometre kareye, en son da 116 kilometre kareye kadar düşmüş durumda.Gölün 80 yıl sonra bataklığa dönüşebileceği belirtiliyor.

Arazi kullanımına bakacak olursak, normalde toprağın hafif alkali olduğu, birinci sınıf tarım alanlarının sanayi alanı olarak kullanıldığı, fundalık ve ormanlık alanlarda ise mermer ocaklarının açıldığı belirtiliyor. Mermer ocakları için izin istendiğinde ruhsat verilmemesinin olası olmadığı konuşmacıların ısrarla vurguladığı konulardan birini oluşturuyor.

Mermer ocakları tarıma ve doğaya zarar veriyor

Mermer ocakları için geçen sene toplam 1064 ruhsat verilmiş ve bunların 88’i arama ruhsatından oluşuyor. 25 hektardan küçük alanlarda mermer ocağı açmanın ÇED’e tabi olmaması da ruhsat almayı kolaylaştırıyor.

Bu tür ocaklarda madenlerin arasında çıkan taş, toprak vb. yabancı nesnelere pasa deniyor.Mermer ve taş çıkarıldıktan sonra kalan pasanın döküldüğü alanların kayması sonucunda kayan toprak, mermer ve taş parçaları bitkilere, meyve ağaçlarının üzerine yığılarak zarar veriyor.

Dere yatağındaki taşkın arazilerinde önlem alınmadan depolama yapılıyorsa taşan sular da tarım arazilerini basıyor.

Mermer atığı (Mermer Çamuru) %50 Kalsiyum Oksitten, %95 Kalsiyum Karbonattan oluşuyor, bu da dere yatağına bırakıldığında balıkların yaşamasını imkansız hale getiriyor. Atıkta bulunan karbonik asit de asit yağmuru etkisi yapıyor.

Mermer ocaklarının neden olduğu ormansızlaştırma sonucunda alan tek bir parçaya dönüştüğü,doğal arazi dokusunun parçalanmasının biyolojik çeşitliliği azalttığı veya ormanda alan bölünmesi oluşuyorsa, yaşam alanları arasında orman canlılarının geçişlerinin engellendiği de konuşmacıların peyzaj ekolojisi açısından vurguladığı noktalar arasındaydı.

Taş ocaklarının sağlığa da zararı var, canlılara da

Mermer ve taş ocaklarında yapılan dört işlem var ki, çevre üzerinde ciddi etkilere neden oluyor.

Patlatmalar 3,4 şiddetindeki bir depreme eşdeğer.Bu patlamalar önemli ölçüde toz emisyonuna ve yeraltı su tabakasında ve akifer yapısında bozulmalara neden oluyor. Ayrıca gürültü kirliliği oluşuyor ve rüzgara bağlı olarak havaya karışan tozlar hava kalitesini de bozuyor.

Kırma ve eleme işlemleri de toz emisyonuna neden oluyor.Çünkü aslında bu işlemlerde sıvı kullanılması gerekirken, su tüketimi yüksek olacağı için bundan kaçınılıyor.

Taşıma da çevreye toz emisyonuna neden oluyor. Yerleşim alanı içerisinden geçirilen kamyonlar taşıma esnasında yerleşim alanını da toz içinde bırakıyor.

En önemli etkilerden birini oluşturan tıraşlama ve kazı da fauna ve florayı yok ediyor. Akiferde çatlaklar oluşuyor, yeraltı su tabakası kirlenebiliyor ve yüzeysel su kaynakları kuruyabiliyor.

Taş ocaklarından yayılan tozlarda bulunan 2,5 mikrondan küçük parçacıklar akciğerlere kadar girebiliyor. Böylece metal bileşikleri doğrudan akciğerlere taşınmış oluyor. Ayrıca bitkileri de toz kapladığı için bitkilerin fotosentez yapması ve büyümesi engelleniyor.

Toz kirliliğinin görünmeyen bir etkisi de trafik kazaları. Toz asfaltta görünmeyecek kadar ince bir kaplama alanı oluşturuyor, en ufak yağmurda kaygan zemin kazaya yol açıyor.

Halk taş ocaklarını istemiyor

Çalıştayda yapılan konuşmalarda taş ve mermer ocaklarının sosyal ve ekonomik etkilerine de önemli bir yer ayrılmıştı. Dünya mermer rezervinin yüzde 40’ının Türkiye’de olduğunu belirten konuşmacılar yılık 200 milyon ton olan kum ve çakıl üretiminin de 500-600 milyon Amerikan doları piyasa değeri olduğuna dikkat çektiler.

Ancak çevre faktörleri görmezden gelindiği ortada. Ocaklar, yaşadıkları yerin yakınında bu tür kirletici tesisler istemeyen halkın protesto eylemlerine rağmen açılıyor. İstihdam talebinden dolayı bölge insanı içinde çatışmalar yaşanması da endişelerden biri.

Köylünün yaşam kaynağı olan yeraltı ve yüzey sularının kuruması ve kirlenmesi de taş ocaklarının neden olduğu önemli bir sorun.

Çalıştayın ilk oturumun sonucunda mermer ve taş ocaklarının işletme alanı, pasa alanı ve üretim miktarı bir bütün olarak düşünülerek ÇED’e tabii tutulması gerektiği, işletme derinliğinin de dere yataklarında memba bütünlüğünü ve dengesini bozmayacak, ovalarda ise statik seviyenin altına inmeyecek şekilde düzenlenmesi gerektiği belirtildi.

Diğer öneriler ise şöyleydi:

Bursa’nın mıcır ihtiyacı belirlenmeli, ihtiyaç fazlası işletmeye izin verilmemeli, ruhsat verilmemeli.

İsteyen istediği dere yatağında taş ocağı işletmemeli.

Ruhsatı veren İl Özel İdaresi çevre planında maden sahalarında 1/1000 ölçekli imar planı istemeli.

Peyzaj ekolojisi açısından ocak sahasında onarım ve rehabilitasyon yapılmalı.

Mevzuat uygulanıyor mu?

Çalıştayın ikinci oturumunda konuyla ilgili yasal mevzuat masaya yatırıldı. Avukat Volkan Kaya işletme izni alan ocak işletmesinin görünür rezervin yüzde 10’u kadar üretim izni alabildiğini, ruhsat sahibinin işlettiği maden alanının çevreyle nasıl uyumlu hale getireceğini hukuken belirtmesi gerektiğini belirtti.

Çevre Bakanlığı Madencilik Şubesi’nden Yeşim Aydoğan ise ‘Madencilik Faaliyetleri Sonucu Bozulan Arazilerin Doğaya Geri Kazanımı Yönetmeliği’ kapsamında Orman Rehabilitasyon Projeleri ile “Çevresel Etki Değerlendirme Yönetmeliği” kapsamında ocak sahalarının doğaya uygun hale getirilmesi gerekliliğinden bahsetti.

Ancak Türkiye’de pek böyle bir örnek bulunmuyor. Türkiye’den sadece bir işletmenin fotoğrafının sunumlara girmesi bu yönetmeliklere pek uyulmadığı yönünde salonda geniş fikir birliği yarattı.

Avukat Şehrazat Mercan ise esasen otoyolların 1 kilometre yakınına kadar ocak faaliyetine izin verilmemesine rağmen İzmir – Çeşme otoyoluna dikkat çekerek burada yapılan ihlalin hikayesini anlattı. Mercan, eğer herhangi bir bölgede istenmeyen bir ocak için izin verilmişse, halkın protestosunun tutanağa geçirilmesini önerdi.

Kendi haline bırakılan çukurlarda oluşan göletlerde çocuklar boğuluyor

Çalıştayın son oturumunda ise çözüm önerileri konuşuldu. Maden Mühendisleri Çevre Komisyon Üyesi Dr. Çağatay Dikmen “Basamak Sistemi” ile çalışan ocaklarda 50-60 metre aralıklı basamaklarda problemler yaşandığını belirtti.

Dikmen’in verdiği bilgilere göre bu tür ocaklarda yüksek güçte patlayıcı kullanılmak zorunda kalındığından hem vibrasyon hem gürültü kirliliği, hem de toprak ve pasa kaymaları yaşanıyor. Galeri patlatmalarında taşlar yola düşebiliyor. Karayolu malzeme ocakları ise hemen yolun kenarında olduğu için çok büyük görüntü kirliliği yaratıyor.

Kum çakıl alınan alanın gelişigüzel bırakılması da bir sorun. Bu tür yerlerde göletler oluşabiliyor, daha evvel derin suları tanımayan çocuklar bu sulara girip boğulabiliyor.

Doğader Mustafa Kemalpaşa Şube Başkanı ve İlçe Eğitim-Sen Başkanı Seyit Ali Geçici ise Mustafa Kemal Paşa bölgesindeki Kabulbaba ve Melik köylerinin sorunlarından bahsetti.

Uluabat Gölü’ne alüvyon taşıyan Kirmasti Çayının üzerinin kum sahaları ile dolmuş olduğunu belirten Geçici, bölgedeki anıtsal çınar ağaçlarının da taban suyu düştüğü için kuruduklarını söyledi.

Nilüfer Kent Konseyi Sekreteri Mehmet Kartal ise bazı istatistiklere değindi. Kartal’ın verdiği bilgilere göre 1993 -2009 yılları arasında Türkiye’de 1769 adet ocak açma başvuru dosyası ibraz edilmiş ve bunların yüzde 98’ine ÇED olumlu raporu çıkmış durumda.

Türkiye’nin 2008 yılında ihraç edilen en önemli madeninin doğal taşlar olduğunu söyleyen Kartal, son 25 yılda mermer ihracatının 625 kat artığını da vurguladı.

Bursa Büyükşehir Belediyesi sınırları içerisindeki ocaklara ilişkin ruhsatların 155’inin arama, 137’si işletme ruhsatı olduğunu belirten Kartal, Kocaeli – İzmir Otoyol Projesi 1993 yılından önce ele alındığından Orhangazi bölgesinde bu tarihten daha sonra açılan ocakların da muafiyet görerek ÇED dışı rapor aldıklarını belirtti. Mehmet Kartal Nilüfer bölgesindeki ocaklarda iş güvenliği önlemlerinin alınmadığını da sözlerine ekledi.

Madeni çıkarmama hakkı

Çalıştayın sonucunda sorunların tespit edilmiş olduğunu, çözümlerin merkezinde öncelikle ocak işleten veya işletecek olan firmaların, İl Özel İdaresinin, arazisine göre ruhsat izinlerini verecek olan Çevre ve Orman Bakanlığı’nın, Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı’nın, Karayolları Genel Müdürlüğü’nün ve denetimde rol alacak İl Çevre ve Orman Müdürlüğü’nün sorumluluk alması gerektiğinin ortaya çıktığını söyleyebiliriz.

Mustafa Kemalpaşa, Kabulbaba ve Melik köylerinden gelip çalıştayı izleyen ve dertlerini anlatan yöre halkı da sorunların yadsınamaz boyutlara geldiğinin göstergesiydi.

TMMOB Maden Mühendisleri Odası’ndan Çağatay Dikmen’in oda olarak “Madencilik yatırımlarında karar alırken halkın katılımı sağlanmalıdır” şeklinde belirttiği ilkenin uygulamaya geçebilmesi için bütün mercilerin acilen çaba sarf etmesi gerekiyor.

Oturumların sonunda söylenen şu anlamlı cümle Çalıştay’ın kalbine gitti: “Bir madenin elli yıl çıkarılmama hakkı vardır. Tüm çıkarmama maliyetleri hesaplanarak, sosyoekonomik ve ekolojik çıkarlar düşünülerek arka plana atılabilir.”

Berna Altıparmak – Yeşil Gazete