Ana Sayfa Blog Sayfa 5215

Türkiye ‘gazeteci hapsi listesi’nde 1 numara

Uluslararası Basın Enstitüsü’nün (IPI), Türkiye’deki “basın özgürlüğü” ile ilgili yayımladığı basın açıklamasına göre Türkiye, 57 tutuklu gazeteci ile  “gazeteci hapsi listesi”nde 1 numaraya oturdu.

Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’ndan (AGİT) elde ettiği raporu yayımlayan IPI açıklamasında, “Türkiye, halen 57 gazeteciyi cezaevinde tutmaktadır. Bu sayıda tutuklu gazeteci dünyanın hiçbir ülkesinde yoktur. Geçtiğimiz Aralık ayında liste başı 34’er tutuklu gazeteci ile Çin ve İran çekmekte iken Avrupa Birliği adayı Türkiye beş ay sonra bu sayıyı neredeyse ikiye katlamış ve ülkenin basın özgürlüğü taahhütleri ve demokratik imajının meşruiyeti konularında soru işaretleri yaratmıştır’ görüşlerine yer verdi.

Hapsedilen gazeteciler arasında, hükümeti devirmeyi amaçlayan silahlı terör örgütü üyesi olmakla suçlanan IPI Dünya Basın Kahramanı Nedim Şener’in de bulunduğuna değinen IPI, AGİT Medya Özgürlüğü temsilcisi Dunja Mijatovic’in Türk yetkililere çağrıda bulunarak ülkedeki medya meşruiyetinin AGİT basın özgürlüğü taahhütlerine uyumlu hale getirilmesini istediğini bildirdi.

IPI açıklamasında, “Dunja Mijatovic, Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’na bir mektup yazarak, yapılan bu araştırmanın medyada meşruiyet reformunun gereksinimine işaret ettiğini vurgulamış ve bunun gerçekleşmesi için destek önerisinde  bulunmuştur” dedi.

Türkiye’de, gazetecilerin hapis cezalarına çarptırılmaları ile sonuçlanabilecek tahminen 700 ile 1000 adet dava bulunduğuna dikkat çeken IPI, Mijatovic’in  “Sadece bu davaların sayısı Türkiye’de gazetecilik yapmayı belirleyen yasa maddeleri hakkında son derece önemli sorulara yol açmaktadır. Bu da hapishanede bulunan gazeteci sayısının artmasından duyulan kaygıyı daha da artırmaktadır” şeklindeki  saptamalarına yer verdi.

IPI,  Mijatovic’in hazırladığı raporda, hükümetlerin terörle mücadele gereksinimleri olduğu, ancak ulusal güvenlik olgusunun basın özgürlüğünü kısıtlamak için dayanak olarak kullanılmaması gerektiğinin altının çizildiğini vurguladı.

Raporda, tutuklu gazetecilerin çoğunun Terörle Mücadele Yasası ya da TCK’nın “belli amaçlarla silahlı örgüt kurmak”, “yönetmek ya da üyesi olmak” suçlarından tutuklu bulundukları bildirildiğine değinen IPI, raporda savcıların son derece uzun hapis cezaları istediklerinin de belirtildiğini dile getirdi.

Açıklamada, IPI Yönetim Kurulu Üyesi ve IPI’ın Türkiye Ulusal Komitesi başkanı Ferai Tınç’ın, “Bu gazeteciler Türkiye’nin anti-terör yasası nedeniyle içeridedirler. Bu yasa Türkiye’de basın özgürlüğünü tehdit eden bir yasa haline dönüşmüştür. Araştırmacı gazeteciler bu yasanın tehdidi altındadır. Biz bunu kabul edilemez buluyoruz. Hükümetten bu yasayı değiştirmesini istedik ancak maalesef hükümet profesyonel gazeteci kuruluşlarının sesini dinlememektedir” sözlerine de yer verildi.

IPI Direktörü Alison Bethel McKenzie’nin, “Doğu ile batının kesişme noktasındaki Türkiye kültürel mirasa sahip başlıca bölgesel güçtür. Ülkenin bu köprü rolü IPI yıllık Dünya Kongresinin 2007 yılında İstanbul’da yapmasını sağlamıştır” sözlerine de yer veren IPI, McKenzie’nin ‘Türkiye’nin tarihinden uzaklaşarak dünyada hiçbir ülkede olmadığı kadar fazla sayıda gazeteciyi hapse atması kendisine zarar vermektedir. Türk hükümetinden basın özgürlüğüne saygı göstermesini ve işlerini yaptıkları için tutuklanan gazetecileri serbest bırakmasını talep ediyoruz”  dediğini bildirdi. (t24)

İyi haber: Hükümet dayattıkça çevre bilinci gelişiyor – Cengiz Aktar

Türkiye’de çevre tartışması daha çok toy. Çerçevesi ve içeriği kalkınmacı mühendis ideolojisi, politikacıların kibri ve iş dünyasının rant iştahıyla belirleniyor. Esas tartışılmaları gereken kalkınmacı saplantı ile sürdürülebilir enerji kaynakları olmayınca bu konulardaki yaygın bilgi eksikliği fırsat bilinerek halk rakama ve demagojiye boğuluyor. Bilimsellik, yenilikçilik, işbitiricilik, ideolojiler üstü olma iddialarına sahip kendinden emin bu dil diyalogdan ziyade monologa meyilli.

Şu sıralarda tartışma tabiidir ki Japonya’daki nükleer felâket üzerinden Türkiye’de kurulması dayatılan iki santral etrafında yoğunlaşıyor. Nükleeri aklama harekâtında verilen sözümona bilgiler yıllardır ABD’de ve Fransa’daki nükleer lobinin zırva karşılaştırmalarından ibaret. Kabaca ‘nükleer kazadan ziyade sigaradan ölünüyor’ gibi bir mantık. Mantıkçılara makale yazacak kadar malzeme çıkar zira nükleerin bilinmeyeni çok fazla. Denklem tutmaz.

Bugün için kesin bilinen tek bir şey varsa o da nükleer atıkların yerküreye ve hayata ne kadar zarar vereceğinin bilinmediği. Zira nükleer, sonuçlarının tam anlaşılması için yeterince eski bir teknoloji değil. Zaten o yüzden bugün ‘benden sonra tufan’ şuuru hâkim. Ama Türkiye’nin enerji politikasını belirleyen baş sorumlunun atık konusunda söyledikleri bunu da aşıyor. Bakan Rusya şirketi Rosatom’un yapacağı santralin atığının şirketin sorumluluğunda olduğunu söylüyor. Sanki şirket sorumlu olunca atık zararsızlaşacak.

Nükleer lobi Fukuşima sonrası aklama harekâtını topyekûn sürdürüyor. Bakıyorsunuz Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı eski görevlisi Necmi Dayday Zaman’da, yaşananlara rağmen Japonya’da santral inşaatlarının sürdüğünü söylüyor. Ben ise geçen Cumartesi, Japonya’nın en önemli gazetesi Asahi Shimbun’un genel yayın yönetmenine ülkesinde nükleer enerjinin akıbetini soruyorum. ‘Bu tartışma kaçınılmaz ama şunu kesinlikle söyleyebilirim ki artık yeni bir nükleer santral yapılması mümkün değildir’ diye cevaplıyor.

Yine aynı mülâkatta bizim mühendis Çernobil felâketi sonrasında ölen ve hastalananların hastalık nedenlerinin radyasyon olduğu kesin değildir demeye getiriyor. Doğru, hayatta ne yüzde yüz ki? Fukuşima da deprem ve tsunamiden oldu zaten! Aynı mülâkatta Çernobil tipi reaktörlerin artık yapılmadığını da öğreniyoruz ama hâlâ çalışanları ve komşu Bulgaristan ile Ermenistan’da eşit derecede tehlikeli olanları var denmiyor.

Nükleer kader değil

İddialara rağmen Greenpeace’in Kasım 2009’da açıkladığı Enerji (D)evrimi Senaryosu, yenilenebilir enerji ve enerji verimliliği temelli bir enerji politikasının gayet mümkün olduğunu gösteriyor.

www.greenpeace.org/turkey/tr/news/enerji-devrimi031009/ Mevcut sistemin ve nükleerin alternatifi olmadığı iddiasının aksine!

Üstelik nükleer enerjide yerel uzmanlık kıtlığı yeni bir bağımlılık anlamına geliyor. Oysa yenilenebilir enerji konusunda uzmanlaşmak, örneğin bazen esen bazen esmeyen rüzgârı etkin bir şebeke sistemiyle verimli hale getirmek mümkün. Keza ekonominin enerji oburu olması şart değil. ARGE ve yeni teknolojiler kalkınma ile enerji arasındaki mutlak ilişkiyi çoktan bitirdi. En vahimi ise enerji oburu Türkiye’deki kontrolsüz enerji tüketimi ve israfı.

Hep deriz: Türkiye’de nükleer kavga ve çevreci direniş hükümetin ısrar ve dayatmaları sayesinde büyüyor. İşletmedik su bırakmayacağız diye övünen Bakan’ın CNN programında istifine bozmasına neden olan tek konu tam da bu idi: Anadolu’yu Vermeyeceğiz Platformu’nun yedi koldan yola çıkan ve Nisan’da Ankara’da olacak Büyük Anadolu Yürüyüşü! www.anadoluyuvermetecegiz.net
Keza Çernobil’in yıldönümü 26 Nisan 18.30’da Galatasaray Lisesi önünde Küresel Eylem Grubu ‘nükleersiz bir dünya mümkün; güneş, rüzgâr bize yeter’ diyecek.

Vatan

Barışı Kurmak Konferansı başladı

Barış Girişimi adlı oluşum tarafından düzenlenen Barışı Kurmak Konferansı bugün Bilgi Üniversitesi Dolapdere Yerleşkesi’nde başladı. Büyük bir izleyici kitlesinin katıldığı konferansta yaklaşık otuz yıldır süren savaşın sona erdirilmesi ve toplumsal barışın sağlanması için neler yapılması gerektiği tartışılacak.

Açılış konuşmasında söz alan İshak Alaton bugüne kadar Kürt taleplerinin dile getirilmesinde ve kabul görmesinde silahlı mücadelenin öneminin yadsınamayacağını, ancak bugünden sonra silah yoluyla alınacak bir şey kalmadığını belirtti. Leyla Zana ise Kürtçe yaptığı konuşmasında Kürtlere silahtan başka bir yol bırakılmadığını vurgulayarak Kürtlere Türkler arasında sınır istemediklerini ama en zor olanın kafmızdaki sınırlardan kurtulmak olduğunu söyledi.

Konferansta Güney Afrikalı, İspanyol ve İrlandalı konuşmacılar kendi ülke deneylerini anlatarak diyalog sürecinin başlatılmasının ve konuşma kanallarının açık tutulmasının çözüm için ön şart olduğunu ifade ettiler.

İki gün sürecek konferansta barışçı çözüm için somut ve etkili adımların atılması yolunda anadilde eğitim, eşit yurttaşlık hakkı, gibi taleplerin anayasal çerçevesini belirlenmesi, aşırı merkezi yapının yerelleştirilmesi başlıkları gündeme gelecek.

Barış Girişimi yaptığı açıklamada “ ya barışa ya da karanlığa ve çözümsüzlüğe açılan bu hayati eşikte hangi nayasal çözümlerin yaratılabileceği, diyalogun nasıl geliştirilebileceği, müzakerelerin nasıl yürüyeceği gibi konularda benzer süreçlerden geçerek barışa ulaşmış ülkelerin deneyimlerine kulak vermenin önemine inanıyoruz” denilerek bütün güçlüklere rağmen  konuya umutla ve iyimserlikle yaklaşmak isteği dile getirildi.

Bilindiği gibi Barış Girişimi 11 Eylül 2001’de  ABD’nin İkiz Kulelere yapılan saldırıyı gerekçe göstererek Afganistan’a saldırması üzerine 500’ü aşkın sanatçı, biliminsanı ve aktivist tarafından başlatılmıştı. Barış Girişimcileri İstanbul’da düzenlenen ve bütün dünyada yankı bulan uluslararası “ Irak Dünya Mahkemesi” nin düzenleyicileri arasında oldu.

Yeşil Gazete

Bir garip kayırma haberi

Adilcevaz Belediyesi 2 itfaiye eri kadrosu için sınav açtı, ‘felsefe veya iktisat mezunu’ olma şartı getirdi. Sınav için uygun 2 aday var. Bunlardan biri de başkanın ‘felsefeci’ oğlu.

Akşam gazetesinden Ali Ekber Ertürk’ün haberine göre ilçeyi karıştıran olay iddialara göre şöyle gelişti: Belediyede itfaiye eri olarak çalışan 5 personelin kadro derecelerinde değişiklik yapıldı. Boşalan yerler için 2 personel alımı kararlaştırıldı. Sınav ilanında başvuru için ‘2010 KPSS’ye girmiş adaylar arasından, felsefe ve iktisat bölümünden mezun olmak’ kriteri getirildi. O dönem, felsefe şartı ilçeyi gerdi, ‘Başkan Bey oğlunu işe almak için bu koşulu getirdi’ söylentileri kulaktan kulağa yayıldı. Gözler Belediye Başkanı Adnan Göksoy’un ‘felsefe mezunu’ oğlu Gürsoy Göksoy’a çevrildi. İş için başvurup başvurmayacağı merak konusu oldu.

İKİ KİŞİLİK İŞE İKİ BAŞVURU
İki kişinin alınacağı iş için sınava, kritelere uyan sadece iki kişi başvurdu. Biri Başkan’ın oğlu Gürsoy Göksoy. İkinci başvuru ise iktisat mezunu bir kişiden geldi. Belediyenin sitesinde, sınava ilişkin şu duyuru yer aldı: ‘05.04.2011 günü saat 10.00’da Belediye Meclisi toplantı salonunda yapılacak olan Adilcevaz Belediye Başkanlığı’na ilk defa atanmak üzere itfaiye eri alımı için yapılacak olan sözlü sınava müracaat edenlerin isim listesi aşağıda belirtilmiştir. 1-S.B. 2-Gürsoy Göksoy.

İMZALARI BABASI ATACAK
Sınav 5 Nisan Salı günü yapıldı. Anayasa, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi, Devlet Memurları Kanunu, Mahalli İdareler, İtfaiye yönetmeliği ve genel kültür konularından sorular yöneltildi. Sonuç henüz açıklanmadı ama 2 itfaiye eri kadrosu için iki aday olduğu için oğul Gürsoy’un ‘sınavı kazanma’ şansına yüzde 100! gözüyle bakılıyor. Son sözü Sınav Komisyonu söyleyecek. Komisyon’un kararını da Başkan Göksoy imzalayacak. CHP İlçe Başkanı Sıddık Özegör tepkili: İşe kendi çevresini yerleştiriyor. Şehrin çoğunluğu bu durumdan şikayetçi.

ONUN HAKKI YOK MU?
Adilcevaz Belediyesi’nin Yazı İşleri Müdürü Recep Erçin de, ilçeyi karıştıran sınav konusunda AKŞAM’a konuştu. Erçin iddialara tepkili: Biz hem kendi sitemizde hem de Türkiye genelinde duyuruyu yapmıştık. Müracaat eden olmadıysa biz ne yapalım? Müracat oldu da biz mi kabul etmedik? Bu sınava girmek, nasıl ki sizin çocuğunuzun hakkıysa, Başkan’ın çocuğunun da hakkıdır. Bu sınav, kişiye özel açılmış bir sınav değildir. Biz daha fazla müracaat bekledik ama olmadı.

DEMEK Kİ İHTİYAÇ VARMIŞ
SINAVLA ilgili AKŞAM’ın sorularını yanıtlayan AKPli Adilcevaz Belediye Başkanı Adnan Göksoy, iddialara tepkili. Göksoy, ‘Sınavın neticesini bilmiyorum. Ben Ankara’dayım. Kim başvurmuş, kim kazanmış, ne olmuş bilmiyorum’ dedi. Göksoy, ‘Felsefe mezunu bir elemanı itfaiye eri olarak hangi hizmette kullanacaksınız’ sorusuna ise ‘Onu ben bilemiyorum. Arkadaşlar karar vermişler. Sanırım o meslek grubundan elemana ihtiyaç vardı’ diye cevap verdi. (Akşam)

Helene Flautre: Basın üzerinde Fettullah Gülen’in baskısı var

Türkiye-Avrupa Birliği Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı Flautre, ‘’Türkiyede yargı ve özellikle basın üzerinde Fettullah Gülen’in baskısı çok büyük. Türkiye bu şekilde AB’ye giremez’’ dedi.

Fransa Türk Öğrenci Kongre Derneği’nin, 5 Nisan Salı akşamı Strasbourg Üniversitesi’nde düzenlediği ‘Avrupa Birliği ve Türkiye Müzakerelerinde Son Durum’ konulu konferansa Türkiye- AB Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı Helene Flautre konuşmacı olarak katıldı.

Flautre, 10 gün önce gazeteci Nedim Şener’le telefonla görüştüğünü belirterek, “Şimdi kendisiyle görüşemiyorum. Türkiye’de basına yapılan baskı, suçsuz insanların tutuklanması ve Ergenekon davasını yakından izliyoruz. Türkiye bu vaziyette AB giremez. AB’nin Türkiye’ye ihtiyacı var Türkiyesiz bir AB düşünülemez” dedi.

Dokuz yıldır Türkiye-AB ilişkileri delegasyon başkanlığı yapan Flautre, Strasbourg Üniversitesi ‘La Bel’ amfisinde 1.5 saat süren konferansta Flautre, Türkiyede yargı ve özellikle basın üzerinde Fettullah Gülen’in baskısının çok büyük olduğunu ifade ederken, Türkiye’de bu durumun yeni olmadığını yakından izlediklerini söyledi.

Türkiye’deki reform programına da değinen Flautre, “Masa üstüne çıkaracağımız objektif sorunlar var. Sorunların başında basın özgürlüğü ve yargının bağımsızlığı geliyor. Türkiye, Akdeniz ülkeleri arasında sözü geçen en önemli ülke. Bu nedenle AB’nin daha da güçlenmesi için Türkiye şart” şeklinde konuştu.

Konuşmasında Flautre şöyle dedi: “Türkiye’nin şimdiki durumu iç açıcı değil, zor bir dönem geçiriyor. AB’nin yeniden yapılanması için dış ilişkilerde daha dikkatli olması gerekiyor. Avrupa’da giderek yükselen ırkçılık ve yabancı düşmanlığı var. Kısa zamanda bu sorun giderilecek.”

Başkan Flautre, “İnsan haklarını daha ön planda tutan ve değer veren Türkiye, Avrupa standartlarını yakalamış demektir” diyen Helene Flautre, Gazeteci Ahmet Şık ile Nedim Şener’in tutuklanmasıyla ilgili olarak ise, “Kendi, kendime soruyorum neden tutukluyorlar? Bu durum gerçekten endişe edilecek bir durum. Türkiye’yi takip ediyoruz ve AB’yi tartışıyoruz” diye konuştu. (Anf)

TSK’dan Balyoz açıklaması

Genelkurmay Başkanlığı internet sitesinde bir basın açıklaması yayınlayarak 163 personelinin hala tutuklu olmasını anlamadıklarını belirtti.

Balyoz Darbe Planları ile ilgili olarak 163 personelinin tutukluluk halinin devam etmesiyle ilgili Genelkurmay Başkanlığı internet sitesinde bir basın açıklaması yayınladı.

Açıklamada şunlar denildi;

“5-7 Mart 2003 tarihinde 1’inci Ordu Komutanlığı’nda yapılan bir plan semineri ve bu seminerle ilişkilendirilmeye çalışılan ve bir darbe planı olduğu iddia edilen planla ilgili olarak başlatılan kovuşturma işlemi devam etmektedir.

Halen tutuklu bulunan 163 askeri personelin, tutuksuz yargılanmak üzere yaptıkları müracaat 5 Nisan 2011 tarihinde itiraz mahkemesi tarafından ikinci kez reddedilerek, tutukluluk hallerinin devamına karar verilmiştir.

Devam eden yargı sürecine müdahale anlamına gelebilecek davranışlardan özellikle kaçınan Türk Silahlı Kuvvetleri, yargılamayı etkilemeyecek şekilde, çeşitli defalar açıklamalar yaparak, ilgili makamları bilgilendirerek, yapılan seminerin ne olduğunu, nasıl yapıldığını, neleri kapsadığını ve kimlerin hangi emirlerle katıldığını tereddüte yer bırakmayacak şekilde izah etmiştir. Benzer hususlar, savcılık makamlarınca görevlendirilen bilirkişi raporlarında da açık bir şekilde yer almaktadır.

Hal böyle iken, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin görevli ve emekli 163 personelinin tutukluluk halinin devamını anlamakta güçlük çekilmektedir.

Bu nedenle, dün verilen tutukluluk halinin devamına ilişkin kararı kamuoyunun bilgisi için olduğu gibi yayınlıyoruz.

Kamuoyuna saygı ile duyurulur.”

Davadaki sanıkların tutukluluk hallerine itiraz edilmiş ancak mahkeme oy çokluğu ile bu talebi reddetmişti. (Ntv)

Seçim 2011: BDP adayları belli olmaya başladı

BDP, 12 Haziran’da destekleyeceği aday listesi belli oluyor. Doğuda Altan Tan gibi İslami kesimden adaylara yer verecek olan BDP, Batı’da da sosyalist isimleri destekleyecek.

BDP’nin Diyarbakır’daki temayül yoklamasında en çok oyu Hatip Dicle aldı. Onu BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, DTK Eşbaşkanı Aysel Tuğluk ve Emine Ayna izledi. Ancak Ayna Adana’ya kaydırılırken, yerine HakPar Genel Başkanı Bayram Bozyel’de karar kılındı. Leyla Zana’nın da, yüklenilecek yerlerden olan Mersin’den aday olması görüşü ağırlık kazandı.

Ayrıca Ermeni asıllı İşgan Ohanyan’ın temayül yoklamasında 13’üncü sırada çıkmasına rağmen aday yapılması düşünülüyor.

BDP, İstanbul’da sosyalist isimleri destekleyecek. EMEP Genel Başkanı Levent Tüzel adaylar arasında.. Sırrı Süreyya Önder’in adaylığı ise netleşmedi. Devrimci Karargâh tutuklusu SDP Genel Başkanı Rıdvan Turan’ın adaylığı tartışılıyor. THKP-C önderlerinden Ertuğrul Kürkçü Gaziantep’ten aday gösterilecek. Gaziantep’ten daha güçlü bir isim belirlenmesi halinde Kürkçü İstanbul’a kaydırılacak. Ferhat Tunç Tunceli’den tek aday olacak. (Radikal)

Almanya’da Yeşil Başbakan mı?

0

Almanya’da yapılan en son kamuoyu yoklamaları Yeşiller’i önde gösteriyor. Baden Württemberg eyaletinde geçtiğimiz günlerde yapılan seçimlerde büyük bir başarı göstererek birinci olmayı başaran Yeşiller partisinin aynı başarıyı gelecek yıl yapılacak genel seçimlerde de tekrarlaması ve sadece eyaletler düzeyinde değil, federal düzeyde de ülkenin ikinci büyük politik gücü olması kimseyi şaşırtmayacak. Forsa araştırma şirketinin Stern dergisi için yaptırdığı seçim anketinde seçimler bugün yapılsa Yeşiller oylarını yaklaşık % 7 artıracak gibi görünüyor.

Geçtiğimiz hafta Yeşiller tüm Almanya'da eyalet seçimlerinde oylarını çok yüksek oranda artırmış, Baden Wurttemberg'de %25i görmüş ve eyalet başbakanı olma hakkını kazanmışlardı

Böylece % 28 oy oranı sağlayacak olan Yeşiller kurulduğundan beri elde ettiği en yüksek oy oranına ulaşmış olacak. Ankete göre SPD ( Sosyal Demokrat Parti ) % 23 oy oranı ile ikinci görünüyor. Kamuoyu araştırmasının sonuçlarına göre, bugün seçim yapılsa, sandıktan Hıristiyan demokrat partiler CDU ve CSU en fazla yüzde 30 oranında oy çıkarabilecek. Koalisyonun küçük ortağı FDP ise yüzde 3’te kalacak ve barajı aşamayacak.

Bu durumda Yeşillerle Sosyal Demokratların parlamentoda çoğunluğu sağlayarak koalisyon hükümeti kurmaları ve kurulacak hükümetin Başbakanlığına ise Yeşiller’den birisinin gelmesi kuvvetle muhtemel.

Almanya Yeşiller Partisi eşbaşkanı Claudia Roth seçmen davranışlarındaki büyük değişiklikler gözlemlendiğini ve bununda büyük ölçüde Merkel hükümetinin nükleer politikalar konusundaki güvenilmez tavrının sonucu olduğunu belirtiyor. Halen Merkel’in başkanlığını yürüttüğü sağ partiler koalisyonu özellikle nükleer santral tartışmaları ve kitlesel nükleer karşıtı gösteriler sonucunda büyük itibar kaybetti.

WSJ / DW / Yeşil Gazete

Atom bombası ve nükleer santraller

Bundan yaklaşık 5 yıl önce bir gün yürürken yolda bir arkadaşımı gördüm. Beni heyecanlı heyecanlı bir nükleer santral protestosuna çağırıyordu. Bense nükleer enerjinin temiz bir enerji olduğunu, asıl kömürle çalışan termik santrallerin çok ciddi kirlilik yarattıklarını ve Türkiye’de mevcut olduklarını, asıl onların protesto edilmesi gerektiğini belirttim. Uzun uzun konuştuk. O zamanlar nükleer, GDO gibi bence insanlığın yüz akı olan yeni teknolojileri reddeden güruhun aslında bilimsel açıdan cahil olduklarını; bu kişilerin toplaşıp her şeyi protesto etmeyi sevdiklerini ve onların bu romantik tutkularının dünyaya çok zarar verdiğini düşünürdüm.

Fen bilimci olmamın da etkisi ile beni protestoya çağıran arkadaşımı nükleerin iyi, temiz olduğu konusunda neredeyse ikna ettim. Arkadaşım, aklında cevap bulunması gereken yeni onlarca soru ile ayrıldı yanımdan.

Aradan geçen zamanda nükleer teknoloji konusunda okudum, araştırdım, sordum soruşturdum. Tarafsızca tüm koşulları değerlendirmeye çalıştım. Ve art arda o kadar çok bilgi nükleer teknolojinin tam anlamı ile bir hata olduğunu gösterdi ki bana, şu an bunun savunulacak bir yeri olmadığına artık kesin olarak eminim. Fikrimi büyük oranda değiştiren bu bilgileri ve yorumlarımı sizlerle paylaşmak istiyorum. İlk olarak atom bombasının kısa tarihini James C. Davis’in yazdığı “İnsanın Hikayesi” adlı kitaptan özetleyerek ve biraz yorumlayarak aktarmak istiyorum.

Nükleer Bombanın (Atom Bombasının) Basit Tarihi

Buna göre daha 2. dünya savaşının başlamasından hemen önce bilim adamları nükleer enerjiyi araştırıyorlarmış. Bu teknolojinin ucuz elektrik üretilmesinde mucize bir yöntem olduğu, aynı zamanda üretilen enerji birden ortaya bırakılıra bunun çok korkunç bir bomba olacağı bilgisi tüm dünyada kulaktan kulağa dolaşan bir efsaneye dönüşmüş. İnsanların modern teknolojilerle yeni yeni tanıştıkları böyle bir dönemde, özellikle yöneticilerin bu teknolojiyi hayallerinde nasıl canlandırdıklarını bir düşününüz. Olasılıkla böyle bir teknolojiye sahip olan milletlerin dünyaya hakim olacağını, sahip olmayan milletlerin ise yok olacağını düşündüler.

2. dünya savaşı sırasında Nazi Almanya’sı atom bombası yapmak için çalışmalar başlatmışlar ve bazı bilim adamları bu bilgiyi ABD başkanı Roosvelt’e bir sözcü vasıtası ile bildirmiş. ABD’nin mutlaka Almanlardan önce bu bombayı yapması gerektiğini vurgulamışlar. Ve Roosvelt bir atom bombası yapılması için çalışma başlatılmasına, bunun hızlı ve gizli şekilde yürütülmesine karar vermiş. Öyle bir hız ki 1945 yılına gelindiğinde projede 120.000 kişi çalışıyormuş. 1945 Temmuz’unun ortalarında ABD’ de bir çölde deneme amaçlı yapılan bomba patlatılmış ve patlamayı 30 kilometre uzaktan kaynakçı gözlüğü ile izleyen araştırma ekibinin başı Robert Oppenheimer kutsal Hint metinlerinden birini mırıldanmış: “Artık Ölümüm ben, dünyaları yok eden…”

Sonuçta bomba geliştirilmiş. Roosvelt ölmüş ve yeni başkan Harry Trumanmış. Bir noktada atom bombasının Japonlara karşı kullanılıp kullanılmaması konusunda karar almak gerekiyormuş. Ve Harry Truman kullanmaya karar vermiş. Kitapta kullanmaya karar verme sebebini şöyle açıklıyor (hayatım boyunca bu sebebi merak etmiş ve kendi kendime cevap bulamamıştım):

Atom Bombasının Kullanılma Sebebi

Eğer bomba kullanılmaz ve savaş devam ederse büyük ihtimalle toplamda daha fazla insan ölecekmiş. Japonlar bombanın neler yapabileceğini görünce savaştan vazgeçip teslim olurlar ve böylece bir çok Amerikan askeri ve Japonun hayatı kurtulur diye düşünülmüş.

Oysa yazar bana çok daha çarpıcı gelen ve bence gerçek kullanma nedenini de açıklıyor. Bu kısmı tam olarak yazarın cümleleri ile aktarmak istiyorum:

“Bombayı kullanmak için Truman’ın bir nedeni daha vardı: Ona sahipti! Bombanın gerisinde iki milyar dolarlık ve üç yıllık bir çalışma yatıyordu. Bütün bunların boşa gitmesine izin verebilir miydi? Bu dehşet verici şeyin Japonya’ ya atılmasını emrettiğinde, aslında kullanılmamasına karar vermemek için kullanılmasına karar vermişti.” *

Evreka, işte bu aşırı uzmanlık gerektiren gerektiren teknoloji ile ilgili kafamdaki en önemli soru cevap bulmuştu!

Yani siz dünyanın en büyük ülkelerinden birinin başkanı da olsanız, bir şekilde yatırım yapılmış, emek harcanmış ve iyi ya da kötü bir ürün elde edilmiş teknolojiyi“zararlı, kötü” diyerek ret edemiyordunuz.

Devletler Nükleere Hayır Diyebilir mi?

Yani eğer gelecekteki faydalarına inanıp, atom konusunda büyük harcamalar yapılıp sonucunda bir şey üretilmişse; bu şey bugüne kadar insanın yaptığı en kötü şeylerden biri olan atom bombası olsa bile buna “HAYIR” diyemiyordunuz. Böyle bir özgürlük ve yetkiniz yoktu.

Aynı şekilde genetik konusunda çalışmak, araştırma yapmak isteyen bilim adamlarının söylediklerine ikna olup genetik teknolojinin tarımda kullanılması konusunda büyük bir araştırma yatırımı yapıyorsanız ülke olarak, bu genetiği değiştirilmiş gıdalar bilinen en zararlı şeyler olsa bile bunları kullanmak ve kullandırmak zorundasınızdır. Başka bir şansınız olamaz.

Bu bilgi, bu gerçek bir tokat gibi çarptı suratıma. Artık nükleer teknolojinin iyi olabileceği ile ilgili tüm bilgileri bu süzgeçten geçirerek dinliyordum.

Aşırı Uzmanlaşma Gerektiren Teknolojiler

Sonra çok daha çeşitli bilgiler öğrendim. Yoğun uzmanlık gerektiren teknoloji ve sanayilerin alternatif maliyetlerinin ne olabileceğini. Yani mesela nükleer teknolojinin getireceği, olması düşük ihtimal olarak düşünülen tehlikelerin gerçekleşmesi durumunu… Veya küçücük bir verinin yanlış/eksik hesaplanması ile neler olabileceğini. Temiz-ucuz-güvenli olarak sunulan bu enerjinin:

– Santral inşası sırasında oluşan kirlilik, masraf, riskler

– Gerekli madenin çıkarılması sırasında oluşan kirlilik, masraf, riskler

– Reaktörün soğutulması sırasında oluşan kirlilik, masraf, riskler

– Tesisin lojistik ihtiyacı sırasında oluşan kirlilik, masraf, riskler

– Nükleer atıkların depolanması sırasında oluşan kirlilik, masraf, riskler

– Sabotaja, doğal felaketlere karşı koruma önlemleri alınması ile oluşan kirlilik, masraf, riskler

– Sorun olması durumunda yayacağı radyasyon ile oluşan kirlilik, masraf, riskler

– Sökülmesi sırasında oluşan kirlilik, masraf, risklerin

neredeyse başka hiçbir kirletici ile karşılaştırılamayacağını öğrendim.

Ayrıca yenilenebilir enerjilerin ihtiyaç duyulan enerjiyi fazlası ile karşılayabildiğini, hatta insanların evlerinde kendi enerjilerini üreten sistemler kurarak çift yönlü sayaçlar kullanabileceğini de öğrendim. (Çift yönlü sayaç: Elektriği kullanabileceğinizden fazla ürettiğiniz zaman fazlası ana şebeke vasıtası ile elektrik kurumuna satılır ve sayaç size artı yazar. Ürettiğinizden fazla tükettiğiniz zamanlarda ise elektrik kurumu size elektrik satar ve size eksi yazılır. Böylece hem kesintisiz enerjiniz olur, hem de ürettiğiniz fazla elektrikten gelir bile elde etmeniz mümkün olur)

Yenilenebilir Enerji Yeterli

Kişiler, özellikle devlet yetkilileri nükleer santralin mutlak gerekli olduğunu savunurken enerji arz güvenliğini sağlamak için her tür kaynağı kullanarak çeşitlilik yaratmak gerektiğini şart olduğunu söylüyorlar. E tamam işte, o halde koca koca tesislere büyük paralar harcamak yerine her hanenin kendi enerjisini üreteceği bir sisteme destek olalım. Böylece üretilen artı değer gerçekten halka ulaşsın, hem de mümkün olan en yüksek kaynak çeşitlendirmesi yapılmış olsun. Yenilenebilir enerji kaynakları çok çeşitli ve insanlar üreteçlerini kendileri bile yapabilirler. Elektrik tüketimi de makul aletlerin kullanımı ile makul şekilde yapılırsa üretilen enerji yeterli olacaktır.

Para, para, para…

Ancak devletlerin bu noktaya gelmeleri pek mümkün değil. Nükleer teknolojisine çok yatırım yapıldı. Bununla ilgili ciddi bir ekonomi dönüyor. Birçokları bundan para kazanıyor. Yatırımı yapanlar elbette yaptıkları yatırımdan planladıkları geliri elde etmek isteyecekler. Ve mallarını satarken her satıcının yapacağı gibi mallarını övecek ya da alıcıyı korkutarak şunları diyecekler: “Nükleer olmazsa enerjisiz kalırsınız, az enerji ile gelişemezsiniz. Hem atom bombasına giden yol nükleer santralden geçer, bombasız kalırsanız güçsüz olursunuz. Gelin size bir nükleer santral yapalım, bu treni kaçırıyorsunuz.”

Sonsöz

İnsanlık olarak koca bir sinema salonunda oturmuş ve perdeye bakıyormuşuz gibi geliyor.

Ve sanki bu perde yavaş,

ama çok yavaaş açılıyor…

O kadar yavaş ki,

perdenin arkasındaki filmi net olarak seyredebilenler

hep azınlıkta kalıyor…

Yeni depremin ardından Onagawa nükleer santralında risk

Japonya’nın nükleer enerji ajansı yetkililerinin verdiği bilgiye göre bugün meydana gelen 7,4 büyüklüğündeki depremin ardından depremin olduğu Miyagi bölgesindeki Onagawa nükleer santralına dışarıdan elektrik veren 3 güç hattından 2’sinde hasar meydana geldi ve elektrik kesintisi oldu.

Nükleer ve Endüstriyel Güvenlik Ajansı 11 Mart depreminden bu yana reaktördeki yakıt çubuklarının soğutulmasında dışarıdan elektrik veren 3 elektrik hattının kullanıldığını, bugünkü depremden sonra sadece 1 hattan elektrik verilebildiğini bildirdi.

Ajans radyasyon seviyesinden bir artış tespit etmediklerini ve reaktördeki son durumu anlamaya çalıştıklarını açıkladı. (NHK)