Ana Sayfa Blog Sayfa 4964

İlk filmler 1 TL

Kültür Bakanlığı ve FİLM-YÖN‘ün ortaklaşa düzenleyeceği ‘Bu Benim İlk Filmim‘ etkinliğinde 14 ‘ilk film’ 1 TL’ye izlenebilecek.

Kültür Bakanlığı ve Film Yönetmenleri Derneği ortaklaşa düzenlediği ‘Bu Benim İlk Filmim’ toplu gösterimi 11 Kasım’da başlıyor. Kültür Bakanlığı tarafından desteklenmiş ‘ilk film’ projeleri olan yapımlar, 24 Kasım’a kadar Beyoğlu Yeşilçam Sineması’nda sinemaseverlerle buluşacak.

Film Arası Dergisi’nin de sponsorları arasında yer aldığı ‘Bu Benim İlk Filmim’ toplu gösteriminde vizyonda uzun süre kalma imkânı bulamayan filmlere alternatif bir gösterim şansı tanınıyor.

Bazıları festivallerde çok sayıda ödül alan 14 film şunlar: Kavşak, Çoğunluk, İncir Reçeli, Memlekette Demokrasi Var, Kaledeki Yalnızlık, 11’e 10 kala, Melekler ve Kumarbazlar, Saklı Hayatlar, Başka Dilde Aşk, Gişe Memuru, Küçük Günahlar, Öfkeli Çılgınlık, Karamsar Çile, Kar Beyaz, İki Dil Bir Bavul.

Filmlerin gösterimlerindeki bilet fiyatı ise yalnızca 1 TL!

Yardım kolilerinden çıkanlar utandırıyor!

7.2’lik depremin ardından Van’a yardım yağıyor yağmasına da bazı kolilerin içinden çıkanlar, ‘Bu kadar vicdansız olunmaz’ dedirtiyor…

Van’da meydana gelen depremden sonra deprem bölgesine tüm Türkiye’den ve dünyadan yardımlar gönderildi, gönderiliyor. Gönderilen yardımlarla ilgili son zamanlarda bir spekülasyon dönüyor.

Radikal gazetesi yazarı Pınar Öğünç, bugünkü köşesinde vicdanları adeta yaralayacak bir olayı kaleme aldı.

Van’a giden yardımların içinden, taş, bayrak, mayo, abiye ve gece elbisesi çıktığı iddialarını… İşte Pınar Öğünç’ün o yazısı;

Yardım yerine taş sopa

(…) Van’a yollanan paketler içinden taş, sopa ve bayrak çıktığını duyduğumda önce inanamadım, inanmak istemedim. Bir yandan ortalıktaki bilgi ve duyum enflasyonu içinde bunun sadece manipülasyon amacıyla türetilmiş olabileceği ihtimalini hatırlattım kendime. Ta ki Van merkezli Mavi Göl Kadın Derneği’nden Suna Şahin’le konuşana kadar.

Suna Abla, bir ayakkabı fabrikasından işçi emeklisi. 2007’de yedi arkadaş bir araya gelip bu derneği kurdular. Yoğun göç alan şehirde, bunun acısını en fazla çeken kadınlara hukuk, sağlık, dil, toplumsal cinsiyet üzerine eğitimler vermeye başladılar. Kursları gerçekten çok kadının hayatını değiştirdi. İşte şimdi dışarıda, çadırsız, altıncı katında yaşadığı bina oturulamaz durumda. Dernek binası da hasarlı. PTT’yle gelen paketlerde arkadaşları bizzat görmüş sözü edilen çakıl taşlarını, tahta parçalarını. “Bayrak yollasınlar, sonuçta bizim de bayrağımızdır. Onu mesele etmeyiz. Ama taş nedir?” diye soruyor. Cevap vermek zor. “Sanıyorlar ki Yozgat’ta deprem olsa biz gitmeyeceğiz koşarak. Kürt çocukları taş atıyorsa tepkilerini başka hiçbir biçimde gösteremediklerindendir. Bir afette, böyle bir zamanda aklına böyle bir şey yapmak gelenler öfkelerinde boğulsun istiyorum” diyor. Herkes söylüyor, temel mesele çadır. Suna Abla, kendi yaptıkları, yanları açık, çadırımsı bir tentenin altında sabahlıyor. Bir gram uyku yok. Kaybettiği yakınları için merkezden Erciş’e gitmiş de insanların taziyeleri kabul etmek için bile sığınabilecekleri bir çadır olmadığını anlatıyor.

Tuvalet yolluyorlar ama gidecek tuvaletimiz yok

Bir de kaş derken göz çıkaran, Van’a giden yardım kolilerine parmakarası terlik, mini etek, mayo, hatta taşlı, pullu payetli tuvalet yollayan var. Buna da baştan inanamamıştım. Ama İstanbul’da paketleyen ekiplerden şahitler belgelemiş bile.

Kirli ve kokan battaniyeler

Bir de kirli battaniyelerini, kokan kazaklarını paketleyenler mevcut utanmadan. Kışlıkları çıkarırken eskileri ayırıyor yani, ev temizlensin istiyor… Bu da başka bir orta sınıf arazı işte. Yardım onlar için dikey bir faaliyettir. Yüce gönüllerinden ‘aşağı’ doğru iner. Artık sahip olmak istemedikleriyle ‘yardım’ ederler ancak. Deprem bölgesine abiye tuvalet yahut mayo yollamak, en terbiyeli biçimde ‘şuursuzluk’ olarak tarif edilebilir. Suna Abla benim kadar sert değil. “Yine de yardım etmek istemiş işte. Demek Doğu’yu hayatında görmemiş. Zaten bu bölünmeler de bu yüzden oluyor. Çoğumuz çorapla, pijamayla kaldık. Tuvalet yolluyorlar ama bizim şu an girecek tuvaletimiz yok. Onu bilseler iyi olurdu.” Orta sınıf şuursuzluğu da bir doğal afet değil.

Amazonlar’da orman koruyucusu katledildi

Brezilya’nın kuzeyindeki ormanlık bölgeleri savunan bir aktivist daha ormanları yok etmeye çalışan güçlerce öldürüldü. Amazon Yağmur Ormanları’nın yok edilmesine karşı yürütülen mücadelenin önde gelen sözcülerinden Joao Chupel Primo adlı çiftçi böylece Mayıs ayından beri öldürülen sekizinci  aktivist oldu.  Primo kafasına iki el ateş edilmiş olarak bulundu.

Brezilya, Porto Allegre’den Stephen Messenger’in belirttiğine göre  öldürülen aktivist bir çok kez tehdit edilmesine rağmen yağmur ormanlarındaki izinsiz ağaç kesimlerine ve arazi yağmalarına karşı mücadelesini sürdürmekte imiş. Bölgeden günde en az 20 TIR dolusu tomruk kaçırıldığı sanılıyor.

Agencia Estado isimli ajansın polis kayıtlarına dayanarak verdiği habere göre   Primo’nun iki kişi tarafından evinin dışına çıkartılarak kafasına ateş edildiğini söyleyen görgü tanıkları bulunuyor. Polis Primo’nun katlinin çevre aktivistlerine yönelik diğer saldırılarla olan benzerliğine dikkat çekiyor.

Amazon’da yasa dışı  ormancılık ve yağma faaliyeti sürdürenlerle çevrecilerin mücadelesi öldürülen sekizinci aktiviste rağmen daha uzun  süre devam edecek gibi görünüyor.

Yeşil Gazete- www. treehugger.com

50 bin kişi açıkta, 600 bin kişi için çadır isteniyor’

Kızılay'ın iki çadırı bu villanın bahçesinde

Kızılay Genel Başkanı Ahmet Lütfi Akar, Van depreminde yaşanan aksaklıkları ve perde arkasındaki nedenleri anlattı.

Cumhuriyet Gazetesi’nden İlhan Taşçı’nın haberine göre;

Depremin ardından eleştiri oklarının hedefi olan Türk Kızılayı’nın Genel Başkanı Ahmet Lütfi Akar, kendilerine yönelik suçlamalara yanıt verdi.

Başbakan Yardımcısı Hüseyin Çelik’in “Kızılay iyi bir sınav veremedi, suç Kızılay’ındır” değerlendirmesine katılmadığını vurgulayan Akar, “Yaşananların sorumluluğu bizde değildir. Kimdedir o konuda da fikir beyan etmiyorum. Yalnızca şunu söyleyim Kızılay olarak elimizden geleni yapıyoruz” dedi. Akar sorunun aşılması için “Çiziği bile olmayan binalar var. Devletimizin yetkililerinin bunları saptayıp, girilmesini tavsiye etmesi lazım” önerisini dile getirdi.

Deprem sonrasında yaşanan sorunların arka planını anlatan Ahmet Lütfi Akar, “Normalde 7.2 şiddetinde bir depreme müdahale ettiğimizde karşımızda depremden etkilenmiş maksimum 50 bin kişi buluruz. 50 bin kişi için 10 bin çadır gereklidir. Vatandaşı çadırlara yerleştiririz, yemeğini yaparız, gıdasını, giyeceğini veririz. Ancak burada durum böyle değil” dedi. Bölgede yaşanan olağandışılığı Kızılay Başkanı Akar, “500 bini Van’da, 100 bini Erçiş’te olmak üzere 600 bin afetzede var. Bölge insanı çadırkentte yaşamayı reddediyor, terkedelerse evlerinin soyulacağını, hayvanlarının bakımsız kalacağını düşünüyor. 600 bin kişiyi çadır altına almak için 120 bin çadır gerekir. 120 bin çadırın, dünyanın hiçbir yardım kuruluşunun stoğunda olduğunu zannetmiyorum” sözleriyle ortaya koydu.

Stoklarında 50 bin çadır bulunduğunu bunun 4 binini Somali’ye gönderdiklerini aktaran Akar, deprem olduğunda ellerinde 46 bin çadır stoğunun bulunduğunu anlattı. Çadırlarını kendilerinin ürettiğini ve üretimin de halen sürdüğünü söyleyen Kızılay Başkanı, kendilerine yönelik eleştirilerden duydukları rahatsızlığı anlatırken, deprem olduğundan beri toplam 5 saat uyumadığını belirtti. Akar, “Kızılayımız bu depremde çok seri hareket etmiştir. 24 saat içinde 17 bin çadır bölgeye ulaştırıldı. Bu büyük bir başarıdır” dedi. Kızılay’a yönelik eleştirileri haksız bulan Akar, yaşanan aksaklıklardaki sorumluya ilişkin sorumuza “Bunun sorumluluğu bizde değildir. Kimdedir, o konuda da fikir beyan etmiyorum. Yalnızca şunu söyleyim, Kızılay olarak elimizden geleni yapıyoruz. Depremin ilk günü çadırkent mi kurulacak, çadır mı dağıtılacak paradoksuyla biraz vakit kaybedildiği doğrudur. Başbakanın oradaki tespitine katılıyorum. Sayın Hüseyin Çelik’in söylediği ‘Suç Kızılay’dadır’ gibi bir düşünceye de katılmıyorum doğrusunu isterseniz” karşılığını verdi.

Devlet hasarsızları belirlemeli

Kızılay Genel Başkanı Ahmet Lütfi Akar, sorunların sürmesinin bir diğer nedeninin ise hasarsız binalara insanların girmemesi olduğunu söyledi. Akar, bu konudaki eksikliği ve bunun önemini şöyle anlattı:

“Devletimizin yetkililerinin gidip hasara uğramamış binaların artçı depremlerle yıkılıp yıkılmayacağını tespit etmesi lazım. Yıkılmayan ya da hasarı olmayan hatta şu ana kadar çiziği bile olmayan binalar var. Bunlara girilmesini tavsiye etmesi lazım. Kar yağıyor, insanlara çadır veremiyoruz, bizim sırtımıza yağıyor bu kar. Eğer yıkılmayan evlerin, yıkılmayacağı kestirilen evlerin tespiti yapılsa, vatandaşlar da evlerine girseler geriye evleri yıkılan, çatlayan, içinde oturulamayacak hale gelen ev sahipleri kalsa, bunlar toplam 50 bin kişi olsa bile ki bu kadar yok ama 100 bin kişi bile olsa biz onları çadır altına rahatlıkla alırız.”

Kaos GL’nin Ekoloji Forumu yarın Ankara’da

Kaos GL, ekolojik siyasetleri ve mücadele alanları ile direniş pratiklerini tartışmak için forum düzenleyecek. Kaos GL’nin düzenleyeceği “Ekoloji Forumu” 29 Ekim Cumartesi günü 13:00’de, Ankara’da, Konur sokaktaki Mimarlar Odası Toplantı Salonu’nda yapılacak.

İki bölümden oluşan Forum’un birinci oturumunda aralarında Yeşiller Partisi eşsözcüsü Ümit Şahin’in de olduğu konuşmacılar ekoloji siyasetleri üzerine sunumlar yapacak. İkinci oturumun konusu ise iklim, enerji ve gıda politikaları ve direniş pratikleri.

Ekolojik Siyasetler

Sezgin Ata, “Toplumsal Ekoloji”; Ümit Şahin, “Yeşiller”; Hande Atay, “Ekososyalizm”; Burcu Çelik & Güray Tezcan, “İnsan-Hayvan-Doğa Özgürlüğü”; Anıl Altun, “Türcülük, Cinsiyetçilik, Ataerki, Sömürü ve Tahakküm Biçimlerinin Benzerlikleri” başlıklı sunumları ile saat 13:00’de başlayacak “Ekolojik Siyasetler” bölümüne katılacaklar.

Mücadele Alanları ve Direniş Pratikleri

Saat 15:00’te başlayacak “Mücadele Alanları ve Direniş Pratikleri” oturumunu ise Remzi Altunpolat kolaylaştıracak.
Gaye Yılmaz, “Suyun Metalaşması”; Cömert Uygar Erdem, “Tarımda Endüstrileşme ve İklim Adaleti”; Mustafa Eberliköse, “Artvin Deneyimleri”; İbrahim Ögeyik, “Dersim Deneyimleri”; Ümit Tatar ise “Sinop ve Gerze’de Nükleer ve Termik Karşıtı Mücadele” başlıkları ile direniş pratiklerini paylaşacaklar.

Ekoloji Forumu, 29 Ekim 2011 Cumartesi, 13:00’te TMMOB Mimarlar Odası Toplantı Salonu, Konur Sokak 4/5 Kızılay- Ankara adresinde.

Daha ayrıntılı bilgi için Kaos GL web sitesini ziyaret edebilirsiniz.

(Yeşil Gazete)

Sürdürülebilir olmaktan çıkmış olan mevcut haliyle kapitalizmdir – Zülfü Dicleli

EVRİMİNİ DEVAM ETTİREBİLMEK İÇİN KAPİTALİZM BUGÜNKÜ HALİNDEN UZAKLAŞIP SOSYAL KAPİTALİZME DÖNÜŞMEK DURUMUNDADIR

Şu günlerde neredeyse tüm gelişmiş batılı ülkeler kriz girdabında boğuşuyor. Öte yandan Arap Baharı dünyanın dört bir yanına yayılan “Wall Street işgallerine” sıçramış bulunuyor. Ne oluyor?
Bugün tüm dünyada yaşanan krizin sadece Eylül 2008’de Wall Street’ten başlayıp yayılan ve hâlâ içinden çıkılamayan, şimdi de Avrupa’yı kasıp kavuran ekonomik/finansal krizden ibaret olmadığını çok açık görüyoruz. Uluslararası ilişkiler sisteminden politik yapılara ve zihniyetlere kadar her alanda bir kriz durumu yaşıyoruz. Öte yandan küresel ısınmanın getirdiği iklim değişikliği tüm faaliyetlerin ve yaşam tarzlarının krizini getirecek önkoşulları hazırlıyor.

Aslında bugün tüm dünyada tam bir eşikte olma hali yaşanıyor. Evet, eşikteyiz. İki arada bir deredeyiz.

Her alanda yerleşik yapılar büyük ölçüde iflas etmiş, hiyerarşiler altüst olmuş, geleneklerin ve gelecek beklentilerinin sürdürülebilirliği belirsiz hale gelmiş bulunuyor. Eski düzen dağılıyor, yeni bir düzen henüz ufukta görünmüyor.

O nedenle şimdi hiçbir zaman olmadığı kadar radikal sorular gündeme geliyor. Düne kadar daha çok Marksistlerle sınırlı kalan sistem sorgulayıcılar hızla genişliyor.

Sistem sorgulayıcılar genişliyor

Eleştirel yaklaşımlar ve yeni öneriler, son birkaç yıldır giderek artan ölçüde, toplumun fikir dünyasının çeperlerinden ana akım düşünce içine taşınıyor. Serbest piyasa ekonomisinin en temel varsayımları art arda onulmaz darbeler alıyor: “Kendi özçıkarını azamileştirmek için akılcı davranan ekonomik insan” efsanesi sayısız bilimsel bulguyla yerle bir edilmiş bulunuyor. İnsanın akıldışı davranışlarının çoğu durumdaki etkinliği, insanın ve(doğal hayatın) evriminde bireyin yanı sıra grubun, rekabetin yanı sıra işbirliğinin belirleyiciliği kanıtlanıyor.
Bakış paradigması değişiyor: Şeyleri (evreni, ekosistemleri, insan beynini, medyayı, interneti…) şimdiye kadar olduğu gibi merkezi, hiyerarşik, duvar sınırlı sistemler olarak değil, ilişki ve bağlantı ağları, yatay, merkezsiz, kendi kendine örgütlenen ve geçirgen zar sınırlı ağ sistemleri olarak gören, algılayan ve düşünen bir bakış öne çıkıyor.

İş dünyasında şu fikirler yankı buluyor: Doğa ve insan tüketilecek kaynaklar değil beslenmesi gereken varlıklardır. İnsandan ve doğadan alma temelli bir iş anlayışından (alışılmış iş anlayışı) insanı ve doğayı koruyan ve onlara veren bir iş anlayışına (yeşil iş ve sosyal sermayeyi temel alan iş) geçmek gerekir.

Ne üretiyoruz (insanın fiziksel ve manevi sağlığına ve doğanın sağlığına zarar veren, salt tüketim amaçlı ürün ve hizmetler mi, yoksa yaşamı iyileştiren, doğayı koruyan ürünler mi?).

Nasıl üretiyoruz (sosyal ve doğal varlığı tahrip ederek mi, koruyup besleyerek mi?)

Buna paralel olarak müşteri ve yurttaş yaklaşımları birbirine yakınlaşıyor. İnsanlar politik yurttaşlar olarak insan haklarını, çevreyi vb. savunuyorlarsa, müşteri olarak da bunlara saygılı ve uygun üretilmiş ürünler satın almayı tercih ediyor.

Açık kaynak hareketi üretim araçlarında özel mülkiyetin yerine paylaşılan varlıkları geçiriyor. Şirketlerin sosyal paydaşlarıyla birlikte değer yaratmayı öğrenmesi gerektiği savunuluyor. Büyümenin, ilerleme ve başarının, hatta kârın bu yeni gerçeklikte yeniden tanımlanması gerektiği ileri sürülüyor. Şirketlerin iş dışı bir ek faaliyet olarak “Kurumsal Sosyal Sorumluluk” fikrini terk edip, tüm toplumun bugünkü ve gelecekteki kuşaklarının ihtiyaçlarını dengeleyen bir sürdürülebilirlik anlayışını bütün varlıklarının DNA’sı haline getirmeleri gerektiği belirtiliyor.

Dolayısıyla toplumsal gelişim sisteminin temel unsurlarının yeniden tanımlanması gündeme geliyor. Ve sosyallik tüm bu gelişmelerin ortak paydasını oluşturuyor.

Yatay medyanın artan rolü

Öte yandan, uzunca bir aradan sonra, insanlığın tüm cephelerde, yeni bilgi çağının sorunlarına uygun yeni talepler için—ve eskiler için de—ve yeni yollarla sesini yeniden yükseltmeye başladığını görüyoruz. Arap Baharı, İspanya’da demokrasiyi derinleşme eylemleri, Şili’de öğrencilerin hak arayışları ve şimdi de “%1’e karşı %99’un” Amerika’dan tüm dünyaya yayılan direnişi art arda birbirlerini izledi. Kendileri de bizzat sosyal ağlar şeklinde örgütlenen bu insanlar özgürlük ve demokrasi mücadelelerinde etkileşimli yatay (sosyal) medyayı kullanmaya başlıyor.

Gözlemciler bu gösterilerin yeni bir tür oluşturduğunun altını çiziyor. Protestocuların kolay kolay gerilemeyeceğini ve bu eylemlerin alternatif politikaların tartışılmaya başlaması için önemli bir platform oluşturduğunu belirtiyorlar.

Mevcut kapitalizm sınırlarına dayandı

Tüm bunların ışığında diyebiliriz ki, kapitalizm, evrimini sürdürmek için yeni bir aşamaya geçmek, bugünkü halinden uzaklaşıp sosyal kapitalizmedönüşmek durumundadır. Bugünkü haliyle kapitalizm tarihsel gelişiminin sınırlarına dayanmış bulunuyor. Bu sınırları daha fazla zorlaması sadece küresel çaptaki sorunları daha içinden çıkılmaz hale getirebilir.

En başta, kapitalizm artık coğrafi, demografik ve sosyokültürel sınırların en sonuna kadar yayılmış, küresel ve evrensel bir sistem haline gelmiş bulunuyor. Bugün yerkürede kapitalizmin ulaşamadığı tek bir coğrafi nokta, tek bir insan ve tek bir yaşam ve faaliyet alanını hemen hemen kalmamıştır. Kapitalizm artık her şeyi kapsamaktadır.

Kapitalizm bu sınırlara, mümkün olduğu kadar çok sayıda insana, herhangi bir mal veya hizmeti, mümkün olduğu kadar çok miktarda ve mümkün olduğu kadar yüksek kârla satmaya çalışarak ulaştı. Aynı yolda, yani tüketimciliği daha da derinleştirerek devam edebilir mi?
Edemez, çünkü bu mevcut haliyle kapitalizm her şeyi kapsarken, sosyal varlığı ve doğal varlığı dışlıyor, yıkıma uğratıyor. Bireycilik, hissedar değerini (kârı) en fazlaya çıkarmak, rekabetçilik gibi sanayi çağında ekonomik büyümenin motoru olmuş olan sistemin temel unsurları, bugün varılan yerde süreğen bir krizin temel nedenleri haline gelmiş bulunuyor. Kapitalizm mevcut haliyle insanlığı ve dünyayı taşıyamaz/sürdüremez hale geliyor. Kapitalizmin kendisi sürdürülemez hale gelmiş bulunuyor.

Üç nedenden: Birincisi, şimdi bilgi ekonomisinde sosyal varlık dışlanarak, tahrip edilerek yol alınamaz. Çünkü yaratıcılığın kaynağında şimdi sosyal varlık (sosyal sermaye) ya da iş hayatında ve genel olarak her alanda ağlar şeklinde örgütlenmiş, işbirliği içindeki gruplar yatıyor. İkincisi, doğanın, doğal dengenin, doğal ekosistemlerin yıkımının devam etmesi kaçınılmaz olarak sosyoekonomik ekosistemlerin yıkımını getirecektir. Üçüncüsü, her alanda artan ve daha da artacak olan karmaşıklık (karşılıklı bağlantılılık) yüzünden her hangi bir sistemin herhangi bir noktasındaki rasgele bir tekleme devasa bir küresel felaketle sonuçlanabilir.

Tek gerçekçi seçenek

Bütün bunlar evrimini devam ettirebilmesi için kapitalizmin önünde tek bir gerçekçi seçenek bırakıyor: tüm dünyada tüm insanların daha iyi yaşamasına katkıda bulunmak.

Ekonomik gelişmenin tarihi eşzamanlı bir evrimden oluşur; insanların ve yiyeceklerin, bilimin ve teknolojinin, sosyal, politik ve ekonomik kurumların, çok aktörlü, çok biçimli bir gelişimidir; tek bir faktörle, tek bir büyük fikirle açıklanamaz. O nedenle burada bugünkü haliyle kapitalizm derken, tüm faaliyet alanlarının, siyaset ve devlet kurumlarından iş dünyasının kurumlarına ve sivil toplum kuruluşlarına kadar hepsinin evrimi, hepsinin bugün vardığı—dolayısıyla tıkandığı nokta— kastediliyor.

21. yüzyılın en büyük güç kaynağı, finans, enerji, hatta bilgi değil, asıl işbirliği olacaktır.

En geç Soğuk Savaşın sona ermesinden bu yana sınıf savaşının da sona ermiş olduğu, dünyaya çatışan sınıfların merceğin değil de onu daha iyi bir yer yapmak için işbirliği yapmak zorunda olan farklı farklı çoğul kesimler olarak bakmak gerektiği giderek daha iyi görülecektir. Hangi kesimden olursak olalım işbirliğini kendimize karşı bir tehdit olarak görmekten vazgeçip, ilerlemenin yegâne yolu olarak kucaklamak, hep birlikte işbirliği grupları, platformları, örgütlenmeleri, toplulukları oluşturmaya çalışmak gerekiyor.

İyi haber şu ki, eskiden şirket, fabrika, parti, sendika vb. emir komuta ile işleyen merkeziyetçi, hiyerarşik kuruluşlarda örgütlenirdi herkes – bizzat bu yapılar işbirliğini önleyen, kendi içine kapalı mutlak hakikat sistemleriydi. Bugün her kesimden giderek artan sayıda insan işbirliğini mümkün kılan, hayır zorunlu kılan, yatay, merkezsiz, lidersiz açık ağ sistemlerinde (kimisinin adı şirket, dernek vb. olmaya devam edebiliyor elbette) örgütlenmeye başladı.

İnsanlığın, ülkemizin ve tek tek hepimizin içinde bulunduğu eşikte olma hali, herkes için dünyayı daha iyi bir yer, yaşamı daha iyi bir yaşam haline getirmek üzere işbirliklerinin, dolayısıyla yenilikler getirecek önemli bir sosyal dönüşümün önünü açabilir.

Ama tersi de doğrudur. Süreğen ekonomik, ekolojik, sosyal ve düşünsel kriz her alandaki artan karmaşıklık koşullarında büyük felaketlere de yol açabilir. Dünya çapındaki elektrik şebekesinde ya da internet ağında uzun süreli bir çöküşün, yeni bir salgın hastalığın ya da nükleer santral teklemesinin, gıda teminindeki bir krizin yol açabileceklerini bir düşünün.

Diğer bir olasılık olarak, bu yıpratıcı eşikte çok uzun süreler kalabiliriz. Hep iki arada bir derede, umarsız.

Yeni bir yaklaşım

Yeni bir yaklaşım gerçekten çok acil. Çözüm için, insanlığı ayrı ayrı ulus devletler, dinler, sosyal sınıflar vb. gibi kompartımanlara ayırmaya olduğu kadar, devlet – özel sektör – sivil toplum şeklinde ayırarak bakmaya da son vermemiz gerekiyor. Evet herkesin ulusu, dini, sınıfı farklı ve öyle de kalacak ve hepsinin de rolü ve işlevi farklı; ve aynı şekilde devletin, iş dünyasının ve sivil toplumun da yeri, anlamı, rolü ve işlevi farklı.

Ama şimdi tarihte ilk kez olarak—ve eski sosyalist ülkelerde olduğu gibi düzmece değil, gerçek anlamda—devlet, özel sektör ve sivil toplum, her üçü de tek ve aynı hedefi önlerine koyabilir (ve buna mecburlar da): Her anlamda daha iyi bir dünya için işbirliği yapmak. Biri ötekinin önüne geçmeden, bir diğerini dışlamadan yapılacak eşit haklı, yapıcı bir işbirliği. Değişen koşullara sürekli uyarlanabilen, birlikte çözmeye çalışılan sorunlar değiştikçe değişecek ve her sefer daha üst düzeylere çıkabilecek esnek ve elastik bir işbirliği. Küresel perspektifleri olan bir işbirliği.

Kaldı ki herkesin barutu tükenmiş bulunuyor: 1980’lerde sosyalizmin “toplumcu“ modeli iflas etmişti, şimdi 2008’de başlayan krizde önce kapitalizmin “bireyci” modeli iflas etti, ardından çare diye üzerine atlanan “devletçi” Keynesçi model boş çıktı. Devletin piyasaya dolar akıtması hiçbir şeye yaramadı. Deniz bitti.

Bu işbirliğinin zorunluluğu şuradan da kaynaklanıyor. Yukarıda şöyle demiştik: “Ekonomik gelişmenin tarihi eşzamanlı bir evrimden oluşur… tek bir faktörle, tek bir büyük fikirle açıklanamaz. O nedenle burada bugünkü haliyle kapitalizm derken, tüm faaliyet alanlarının, siyaset ve devlet kurumlarından iş dünyasının kurumlarına ve sivil toplum kuruluşlarına kadar hepsinin evrimi, hepsinin bugün vardığı—dolayısıyla tıkandığı nokta— kastediliyor.” Onun için kapitalizmin bugünkü halinden uzaklaşıp sosyal kapitalizme dönüşmesi için, tüm faaliyet alanlarının, siyaset ve devlet kurumlarından iş dünyasının kurumlarına ve sivil toplum kuruluşlarına kadar hepsinin bu sosyal değişimi yaşaması gerekiyor.

Sosyal kapitalizm

Böyle bir dönüşüm hiç de kolay, acısız, sıkıntısız olacak değildir ve Türkiye’de de dünyada da ne bir ustası vardır, ne de bir lideri veya yöneticisi olabilir. Dünya hakkında kimse böyle bir dönüşüm için tüm gerekenleri bilemez. Bu ancak işbirliğinin, karşılıklı konuşmanın ve birlikte eylemin yaratıcı süreçlerinden çıkabilir.

“Sosyal kapitalizm” 20. yüzyılın sosyalizmi gibi “büyük bir anlatıya” sahip değil, “bilimsel görünen” bir temeli de yok; onun gelişim yolunu geçmişin mücadelelerinde değil, bugünün gerçekliğinde aramak gerekiyor.

İnsani gelişimi temel alan taşınabilir bir ekonomik büyüme ve sosyal, kültürel ve doğal varlığın korunması ve beslenmesi olarak sosyal kapitalizm—sürdürülebilir yeni bir kapitalizm—önümüzdeki on yılların başlıca dönüşüm hedefi olacak gibi görünüyor.

 

Zülfü Dicleli  www.kuyerel.com

Üç yeni gezegen ve gizemli bir gök cismi keşfedildi

Güneş Sistemi‘nden binlerce ışık yılı uzakta üç yeni gezegen ve gizemli bir gök cisminin keşfedildiği bildirildi.

Penn Üniversitesi Astronomi ve Astrofizik Bölümü‘nden Prof. Alex Wolszczan önderliğindeki uluslararası bir ekip, Hobby-Eberly teleskobunu kullanarak her biri ölmekte olan bir yıldızın yörüngesinde bulunan üç gezegen keşfetti.

Wolszczan, HD 240237, BD 48 738 ve HD 96127 adı verilen yıldızlardan birinin yörüngesinde bir de gizemli gök cisminin bulunduğunu açıkladı.

Güneş Sistemi dışında gezegenleri bulan ilk gök bilimci olan Wolszczan, yeni keşfedilen gezegenlerin Güneş Sistemi’ne oranla daha gelişmiş olduğunu belirtti.

Wolszczan, ölmekte olan yıldızların, şişerek “kırmızı dev” haline geldiğini ve yakında yörüngesinde bulunan gezegenleri yutacağını söyledi.

Güneş’in de kırmızı deve dönüşerek yörüngesinde bulunan Dünya ve diğer gezegenleri yutacağını söyleyen Wolszczan, bunun 5 milyar yıldan önce olmasının beklenmediğini sözlerine ekledi.

Ölmekte olan yıldızların çevresinde gezegen sistemlerinin oluşumuna ışık tutması beklenen keşif, aynı zamanda gök bilimcilerin metal içeriğin ölmekte olan yıldızların hareketini nasıl etkilediğini anlamasına da olanak tanıyacak.

Keşif, “Astrophysical Journal” adlı derginin aralık sayısında yayımlanacak.

(Ajanslar)

Yunanistan’ın 100 milyar euro borcu siliniyor

Euro Bölgesi liderleri, bankacılar, merkez bankaları başkanları ve Uluslararası Para Fonu’nun dahil olduğu görüşmeler sekiz saatten fazla sürdü.

Yunanistan’ın 350 milyar euro civarındaki kamu borcunu en az 100 milyar euro düşürerek büyük ölçüde sürdürülebilir hale getiren hamle bankalara pahalıya patlarken liderlerin finans sektörüne yaptığı “ya hiç, ya yüzde 50” tehdidi işe yaradı.

Euro Grubu Başkanı ve Lüksemburg Başbakanı Jean-Claude Juncker, özel sektörün elindeki Yunan tahvillerinin yüzde 50 kırpılması önerilerinin kabul edilmemesi halinde “tam iflas” seçeneğine hazırlandıklarını itiraf etti.

Bu durumda yüzde 50’ye razı olmaktan başka çare göremeyen bankalar, ellerindeki Yunan tahvillerini nominal değer üzerinden değerini tek bir kalemde 205 milyar euro’dan 102,5 milyar euro’ya indirmeyi kabullendi.

Bankalar temmuz ayında Yunan tahvillerinin değerini ortalama yüzde 21 kırpmayı kabullenmiş fakat aradan geçen sürede Atina’nın durumunun daha da kötüleşmesi üzerine bu adım yeterli görülmemişti. Yunan tahvillerindeki kırpılma en fazla bu ülkenin bankalarını olumsuz etkileyecek.

Önce kamulaştırma sonra özelleştirme

Yunanistan Başbakanı Yorgo Papandreu, zirvenin ardından yaptığı açıklamada, “Borç şimdi kesinlikle sürdürülebilir. Yunanistan ve Avrupa için yeni ve iyi günler umalım. Yunanistan kesin olarak geçmişten şimdiye hesaplarını halledebilir” dedi.

Borç rahatlaması sonucu Yunanistan’da bazı bankaların geçici olarak kamulaştırılabileceğini belirten Papandreu, “Çok büyük olasılıkla bankaların hisselerinin büyük bölümü devlete geçecek. Bankalar yeniden yapılandırıldıktan sonra diğer ülkelerin yaptığı gibi bu hisseleri daha sonra özel yatırımcılara satacağız. Bu çok standart bir uygulama, korkacak bir şey yok” diye konuştu.

Yunanistan’ın reformları hızlı biçimde uygulaması halinde; Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) tahmin ettiği gibi 2021 yılından önce piyasalara dönebileceğini söyleyen Papandreu, hükümetin emeklilik fonları sermayesini destekleyeceğini ifade etti.

Atina’da anarşistlerle komünistlerin kapışması – Yorgo Kırbaki

Yunan parlamentosu kemer sıkma tedbirlerini görüşürken Sintagma Meydanı’nda büyük bir halk protestosu düzenleniyordu. Protestoyu sabote etmek isteyen anarşistlerin karşısına bu kez komünistler çıktı

Perşembe gecesi geç vakit Atina şehir merkezinde dolaşıyorum. Polisin, iki gün üst üste çıkan olaylarda kullandığı kimyasalların kokusu, temizlik işçilerinin grevi nedeniyle üç haftadır toplanmayan ve her köşe başında dağ gibi biriken çöplerin kokusuyla buluşmuş.
Burnu isyan ediyor insanın…
Kaldırım taşları sökülmüş, bu diyarın sembollerinden etekli-çarıklı efsun askerinin, parlamento binası önündeki nöbetçi kulübesi kül olmuş. Mağazaların, bankaların vitrinleri kırılmış. Güzelim şehir ne de çirkin duruyor!
Cazibesini, dişiliğini nasıl da yitirdi Atina…
Gözleri isyan ediyor insanın…
Bu defa her şey çarşamba günü başladı. Parlamentoda, Yunan hükümetinin AB ve IMF ile geçen yıl imzaladığı 110 milyar Euro’luk 1. Kurtarma Paketi’nin 8 milyar Euro’luk altıncı dilimini alabilmek uğruna, ki alamazsa memura, emekliye kasım sonunda maaş ödeyemeyecekti, hazırladığı 6.5 milyar Euro’luk yeni kemer sıkma tedbirleriyle ilgili tasarı görüşülüyordu. Tasarı, bu yıl 28 bin, üç yılda da 100 binden fazla devlet memurunun maaşlarının yarıya indirilerek ‘yedek’e alınmasını da, özel sektörde 750 Euro olan asgari ücretin içine eden toplu iş sözleşmelerinin rafa kaldırılmasını da öngörüyordu.

30 YILDAN BU YANA EN KALABALIK GÖSTERİ

Tam bu sırada, son 20-30 yılın en büyük kalabalığı toplandı parlamentonun da bulunduğu Sintagma Meydanı’nda. Yüz binler protesto etti tasarıyı. Gerçek bir halk direnişi. Ancak, öğleden sonra yaşları 18-25 arası, yüzlerini taktıkları motosiklet kaskları ya da kukuletalarla gizlemiş 300 kadar anarşist çıktı sahneye. Önce polisle çatıştılar. Sonra hem şehir merkezini savaş alanına çevirdiler hem de barışçı protesto gösterisinin dağılmasına sebep oldular.
Tasarı için oylama günüydü perşembe. Gelirleri azalan, buna karşılık daha çok vergi ödemek zorunda bırakılan, yarınları için endişeli, yarınları için ümitsiz yüz binlerce gösterici yine aynı meydanı doldurdu. Yine gerçek bir halk direnişi.
Ancak, anarşistler de oradaydı ve bu kez polis ortada yoktu. Karşılarında protesto gösterisinin denetimini üstlenen Yunan Komünist Partisi’nin sendikal örgütlerinin üyeleri vardı. İlk kez anarşistlerle komünistler birbirine girdi. Taşlar, molotofkokteylleri uçuştu. Ne demekse delikanlılık, bir noktada 20 kişi bir kişiyi, bir başka noktada 15 kişi bir kişiyi dövdü.
Çarşamba mala olmuştu, perşembe cana da oldu. 53 yaşındaki bir inşaat işçisi kaldırıldığı hastanede öldü. İki gündeki yaralı bilançosuysa 40’ın üzerinde.
Beyni isyan ediyor insanın….
Sonuçta ne mi oldu?
Barışçı gösteri yine dağıldı. Tasarı parlamentoda oylandı.

Yorgo Kırbaki – Hürriyet

[Yorum] Kararsız takımlardan güzel goller ve beraberlik

Yine öyle bir maç ki, maçtan önce maç dışında her şey konuşuldu. İlk olarak maçın gününden başlamak lazım. Çok net bir iddiam var. Dünyanın kendisine büyük diyen hiçbir liginde, iki şampiyonluğa oynayan takım, çok zorda kalmadıkça, Perşembe günü birbirleriyle maç yapmaz. Yaparsa da o maç lig maçı olmaz. Barcelona ile Real Madrid gibi Şampiyonlar Ligi’nde oynarlar. UEFA Avrupa Ligi’nde oynarlar. Fakat ligde oynamazlar. Hele bir de siz bu ligin kalitesini yükseltmekten, seyirci azlığından bahsediyorsanız, bu en çok ilgi çekecek maçı haftaiçi bir güne alırsanız, kendinizle çelişirsiniz. Tribünler yine tamamen doluydu ama olacak iş değil bu.

İkinci olarak, deplasmana taraftar alınması meselesi. Bir karar çıktı Fenerbahçe taraftarı gelmeyecek diye. Sonra ertesi gün dendi ki, “Yo öyle bir karar yok!” Aslında taraftarlar o kararı yırtıp attılar, bu yüzden öyle bir karar yok. Olanların ne olduğunu çözebilen varsa anlatsın. Sonunda öyle bir durumla karşılaştık ki, artık ligin kalitesi diye diye, deplasman taraftarını tribüne bile sokamayan bir duruma geldik. İlk dakikası geçmişti oyunun, dışarda kalan Fenerbahçe taraftarı olmaması bir yerden tribüne girdi. Şu görüntünün olmasına izin veren herkes yarattığıyla övünebilir. Deplasman taraftarına “insan” gibi davranmama sorununu her zaman dile getirmek lazım. Deplasman taraftarı eziyet edilecek insanlar değildir. Bugün Fenerbahçe taraftarına, haftaya başka taraftara başka bir tribünde…

Maça gelirsek, takımlarda devamlılık problemi var. Bu öyle bir sorun ki, maç içerisinde bile takımlar bir düşüp, bir çıkıyor. Maçın ilk dakikalarında oyun dengedeyken, Beşiktaş bir anda orta sahayı da ele geçirerek maça hakim oldu. Yerden yapılan paslarla Fenerbahçe’yi kendi kalesine ittirebildi. Üzerine bir de dönen topları alarak baskısını arttırdı. Simao’nun mükemmel golü bu baskıyla gelmedi. Baskı bu golden sonra geldi. Sonra Alex’in ortaya çıkması ve Beşiktaş’ın bir anda yerden paslaşmayı bırakarak orta sahada garip şekilde ve sürekli topu havalandırmasıyla oyun yavaş yavaş Fenerbahçe’ye döndü. Beşiktaş’ın şansı bu baskı sırasında gol yememesi ve Fenerbahçe’yi ara ara rahatsız edecek ataklar yaparak, baskıyı anlık da olsa kırabilmesiydi.

İkinci yarıda da bu devamsızlık sürdü. Bu sefer maça iyi başladı Beşiktaş. Tartma aşaması bu devre olmadı. Beşiktaş pozisyonlar bularak başladı ama golü Fenerbahçe buldu. Anlaşılmaz şekilde takımlar defansa çekildikleri anda golü yiyorlar. Skoru korumaya çalışmak, büyük ihtimalle o skoru koruyamamayı getiriyor. Fenerbahçe de beraberliği korumaya oynarken, Quaresma maçtaki, tehlike yaratabilecek, tek olumlu hareketini yaptı. Quaresma ve Simao’nun maç içerisinde hücumda hiçbir varlık gösterememeleri ama buna rağmen iki hareketle bir gol, bir asist yapmaları üzerinde tartışılması gereken bir durum. Beşiktaş buna katlanabilir mi, katlanamaz mı? Katlanabilirse, ikisine birden katlanabilir mi? Quaresma golde Almeida ile oynamanın da avantajını kullandı. Gerçek bir forvet oyuncusu anında kendisini hissettiriyor.

Beşiktaş öne geçtikten sonra, 75. dakikada Carvalhal Veli’yi çıkardı, Necip’i oyuna aldı. Bu yenecek golün habercisiydi aslında. Orta sahada, ileriye yönelik olarak oynayan tek oyuncuyu çıkartıp, Necip’i almak 20 dakika savunmayı da göze almak demekti. Dinamo Kiev maçında olduğu gibi yine olmadı. Fenerbahçe bir duran topta beraberliği yakaladı.

Maçın sonunda, daha maç bitmeden atkıları sahaya atan taraftarın ne yaptığını anlamak ise mümkün değil. Takım, son yıllarda Fenarbahçe’ye yönelik olarak maça en çok hükmettiği oyunu oynarken, üç dakika kalmış ve maç berabereyken maçı durdurmanın ve Fenerbahçe’yi savunmaya iyice oturtmanın bir açıklaması olamaz. Atkıları saha kenarına değil, saha içine atmak uzatma dakikalarını anlamsızlaştırdı.

Sonuç olarak, bu maçı izleyip, hakkı beraberlikti demek pek mümkün ve adaletli olamaz. Fenerbahçe’nin başına gelen talihsizlikler sonucu tek yıldızlı ama çok sağlam bir takıma dönüştüğünü, Beşiktaş’ın ise çok yıldızlı bir yok takım olma yolunda gittiğini gösterdi bu maç bize. Buna rağmen Beşiktaş maçı kazanabilirdi, kazanmalıydı ama defans yapmanın en iyi yolunun topu rakip kalenin civarında oynamak olduğunu göremeyen bir teknik direktörle bu bir puan bile çok iyi denebilir.

Yeşil Gazete yazıları ve diğer yazılar için: http://www.urbarli.net