Ana Sayfa Blog Sayfa 4951

Solaklı’dan iyi haber: HES şirketi çekiliyor

Trabzon’un Solaklı Vadisi’ndeki Karaçam ve Köknar köylerinde, Palmet Şirketler Grubuna ait HES’e karşı başlayan direniş şimdilik istediğini aldı.

Karaçam beldesine taşeron firma Bugato Enerji’nin iş makinelerini getiren kamyonlar ve kolluk kuvvetlerinin araçları 5 Kasım sabahı şantiye alanından çıkıp köylerden geçmeye kalktıklarında köylüler sert tepki göstermişti. Bunun üzerine kolluk kuvvetleri ve şirket yetkilileri ile yöre halkı arasında bir toplantı yapıldı. Toplantıda inşaat alanından sorunsuz biçimde ayrılmak istediklerini belirten şirket yetkililerine karşı bölge halkı yerleştirilen konteynırların mutlaka kaldırılması gerektiğini söyledi ve salı gününe kadar bölgenin terkedilmesini talep etti.

Yöre halkının taleplerini kabul eden şirket yetkilileri bölgeyi terk edeceklerini ve dava sonuçlanana kadar çalışma yapılmayacağını açıkladı. Jandarma da aynı gün bölgeden ayrıldı.

Köylülerin tepkisi ve olaylar

İki gün önce konteynırları ve iş makinelerini Solaklı Vadisi’ne bırakan kamyonlar 5 kasım sabahı çevik kuvvet eşliğinde şantiyeden çıkıp geldikleri yol kapalı olduğu için köylerin içinden geçerek dönmeye çalıştı. Kamyonlar Karaçam Beldesinden geçmeye çalışırken, hayvanlarına bakmak için kalkmış olan kadınların saldırısına uğradı. Bazı araçların camları kırıldı, kamyonlar zarar gördü. Çevik kuvvetin havaya ateş açmasına rağmen köylüler geri adım atmadı. Bazı köylüler çıkan arbedede yaralandı. Birkaç saat sonra benzer olaylar araçlar Köknar köyünden geçerken de yaşandı. Polis yine havaya ateş açtı, gaz bombası kullandı.

Direniş kararlı başlamıştı

Solaklı Vadisi’nde yapılması planlanan hidroelektrik santraline iş makinelerinin sokulmak istenmesi üzerine 2 Kasım gecesi direniş başlamış, yöre halkı yolu kapatarak iş makinelerinin girişini engellemeye çalışmıştı. Köylülerin direnişine polis, 4 Kasım’da sabaha karşı, cop ve biber gazı kullanarak müdahale etmiş ve iş makineleri vadiye girmişti. (Bianet)

Kuşların dansı

Bu görüntüler, geçtiğimiz günlerde İskoçya’da kanoyla gölde dolaşan bir kadın tarafından çekildi. Görüntülerde izlenen kuşların dansı insanı hayranlık içinde bırakıyor.

Binlerce sığırcık kuşunun gökyüzünde büyük bir ahenkle akarak, dönerek toplu halde dans ettiği bu tablo, Türkiye’de de sıklıkla görülebiliyor. Ama buradaki kadar çok sayıda sığırcığın, bu kadar büyüleyici bir görüntü oluşturması ve bir de videoya alınabilmiş olması, pek sık karşılaşılan bir durum olmasa gerek.

İşte sığırcıkların dansı:

 

Murmuration from Sophie Windsor Clive on Vimeo.

(Yeşil Gazete)

Seferihisar’a Bayram müjdesi

Türkiye’nin en bakir körfezlerinden biri olan Seferihisar Sığacık Körfezi, Orkinos Balık Çiftliği tehdidinden kurtuldu. ÇED Olumlu Raporu’na karşı açılan davanın bilirkişi raporunda Sığacık’ın balık çiftliğine uygun olmadığı belirtildi. 

Orkinos Balık Çiftliği kurulmasına karşı büyük bir mücadele veren Türkiye’nin ilk Sakin Şehri unvanlı Seferihisar’ın  Belediye Başkanı Tunç Soyer, sonucun Seferihisar’ın haklı, büyük bir zaferi olduğunu söyledi.

İzmir Seferihisar İlçesi Sığacık Körfezi’ne kurulması planlanan Orkinos Balık Çiftliği’ne verilen ÇED Olumlu Kararı’nın iptali ve yürütmeyi durdurma kararı için açılan dava nedeniyle yapılan bilirkişi keşfinin raporu açıklandı. Raporda, Sığacık Körfezi’nin açık deniz özellikleri taşımadığı ve bu nedenle ÇED Olumlu Kararı’nın verilemeyeceği belirtildi. Sığacık Körfezi’ne taşınması planlanan Orkinos Yetiştirme Tesisi için verilen ÇED Olumlu Kararı’nın iptali ve yürütmenin durdurulması istemiyle Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na karşı Urla Yağcılar Köyü Muhtarlığı, Altınköy Sitesi, Altınköy Koruma Derneği (AKKOY), Yağcılar ve Demircili Köyleri Çevre Koruma ve Geliştirme Derneği ile Seferihisar Belediyesi tarafından açılan iptal davasına ilişkin bilirkişi raporu mahkemeye sunuldu.

Orkinos Yetiştirme Tesisi’nin çevre ve insan sağlığına zararlı olup olmadığının ve çevre mevzuatı uyarınca getirilen kriterlere uygun olup olmadığının tespiti için 15 Eylül 2011 tarihinde 4’üncü İdare Mahkemesi tarafından bilirkişi olarak atanan Boğaziçi Üniversitesi Çevre Bilimleri Enstitüsü Öğretim Üyeleri Prof.Dr. Orhan Yenigün, Prof. Dr. Turgut Tüzün Onay ve Hidrobiyolog Dr. Ayşe Tomruk tarafından yapılan bilirkişi keşfinin raporunda, Sığacık Körfezi’nin hem karadan hem de denizden incelendiği belirtildi. Raporun sonuç kısmı şu şekilde açıklandı:

”Bilirkişi heyetimizin ortak görüşü; Sığacık Körfezi Mevkii’nin açık deniz özellikleri taşımadığıdır. Ayrıca, dava konusu Akdeniz Foku’nun yaşama ve üreme alanı içerisinde yer aldığından ulusal mevzuatımız ve uluslararası sözleşmelere göre korunması gereken hassas bir alandır. Önceden yapılmış bilimsel çalışmalar, yer seçimi hassas olarak yapılmış ve kontrollü olarak işletilen orkinos çiftliklerinin çevresel etkilerinin minimal düzeyde kaldığını göstermektedir. Ancak, detaylı bilimsel çalışmalar yapılmadan dava konusu çiftliğin Sığacık Körfezi gibi hassas bir bölge içerisinde yer alan “Potansiyel Su Ürünleri Sahası’na”  konuşlandırılması diğer işletmelere de emsal teşkil edebileceğinden bölgenin daha ciddi ve uzun süreli ölçümlerle incelenmesi gerektiği kanısındayız. Bu nedenle ÇED Olumlu Kararı’na esas teşkil eden ÇED Raporu’nun yukarıda açıklanan sebeplerden dolayı bilimsel olarak yetersiz olduğu ve bu rapora dayanarak ÇED Olumlu Kararı verilemeyeceği görüşündeyiz.”

Orkinos Balık Çiftliği kurulmasına karşı büyük bir mücadele veren Seferihisar Belediye Başkanı Tunç Soyer; “Yaklaşık iki yıldır, Sığacık Körfezi’ne Orkinos Balık Çiftliği kurulması kararına karşı çıktık, sesimizi duyurmaya çalıştık. ÇED Olumlu Kararı’nın yanlış olduğunu, raporda denizin akıntı yönünün hesaplanmadığı ve Sığacık’ın kapalı bir koy olduğunu söyledik. Çevre Bakanlığı’nın çevreyi koruması gerektiğinin altını çizdik ve yasal mücadelemize başladık. Bu mücadelenin yanına Seferihisarlılar, çevreciler ve sanat camiasından da bazı isimlerin katılımıyla bir sivil cephe desteği ekledik. Ve hep şunu vurguladık, Seferihisar olarak çevreye, doğaya, insana duyarlı bir yerel kalkınma modeli olan Sakin Şehir kriterleri ile yerel kalkınmamızı gerçekleştirmeye çalışıyoruz.  Bu körfez orkinos çiftliğine uygun değil. Balık çiftliklerinin yeri kapalı körfezler değil, açık denizlerdir. Sonunda haklılığımızı bilirkişi heyeti onayladı ve mahkeme yürütmenin durdurulmasına karar verdi. Seferihisarlılar olarak büyük bir zafer kazandık. Umarım  bundan sonra bir dünya markası haline getirme yolunda büyük adımlar attığımız ilçemizde, bu tip sorunlarla karşılaşıp, koşarken ayağımıza kurşun sıkmaya kalkışmaz. Haklı mücadelemizde bizimle olan herkese Seferihisarlılar adına teşekkür ediyorum” dedi.

Dava avukatı Şehrazat Mercan konuyla ilgili açıklamasında; “Gerek bilirkişi heyet raporu ve gerekse yürütmenin durdurulması kararı içerik olarak Sığacık Koyu’nda Orkinos ve Balık Çiftlikleri’nin kurulması ve işletilmesinin kesinlikle yanlış olduğunu açıkça ve bilime dayalı sebeplerle açıklamaktadır. bu nedenle, Bakanlığın dikkatini çekmek istiyorum. Sığacık Koyu’nda yapılan başvurular hemen durdurulmalı, mevcut balık çiftliklerinin dahi faaliyetleri durdurulmalıdır. Mahkeme kararının uygulanması bu şekilde olmalıdır” dedi.

 

Bayram’da evde olmak

Bugün Kurban Bayramının ilk günü. Dünden beri İstanbul sokaklarında bir sükûnet, insanlarda bir telaşsızlık hali, bir rahatlamışlık havası hâkim. Şehri bayram tatili dolaysıyla terk etmeyenler sanki kentin gerçek sahipleri oldukları duygusunu paylaşıyorlar ve gizli bir dayanışma içindeler.

Milli bayramların samimiyeti çoktan beridir sorgulanıyordu. Son 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı vesilesiyle bir kez daha su yüzüne çıktığı gibi Milli Bayramlar toplumda ortak bir heyecan yaratmaktan uzak. Bu seneki kutlamaların eksik yapılmasının ve sönük geçmesinin nedeni ne yorgun Kemalistlerin ileri sürdüğü gibi siyasi iktidarın isteksizliği ne de Hükümet’in söylediği gibi Van depreminin yasını tutuyor olmamız. Türkiye toplumunun duygu bazında kaynaşamadığı gerçeği, olduğu varsayılan ortak ulusal heyecanın bölünmüşlüğüyle bir kez daha ortaya çıkıyor. Modası geçmiş militer resmigeçitler, eşli mi eşsiz mi katılınacağı sadece Ankara’lı parlamento muhabirlerinin çenesini yoran rüküş balolar, çocuklara zorla ezberletilen hamaset şiirlerinden öte bir anlam ifade etmeyen kutlamalar galiba her sene biraz daha soluklaşacak.

Nüfusunun yüzde doksan küsurunun Müslüman olduğunu her fırsatta övünerek dile getirdiğimiz yüce Türk milleti bir süredir dini Bayramlarını da ihmal etmeye başladı.

Bayramlar eski tadını, bayram kavramı da eski içeriğini yitiriyor gitgide. Çocuklara yeni giysiler, misafirlere çeşit çeşit şekerlemeler alışverişinin masumiyeti geçmiş bayramlar nostaljisinin bir parçası oldu. Artık bayram ve tatil eşanlamlı olarak kullanılıyor. Tatiller de hayatımızdaki pek çok şey gibi  popüler tüketim nesnesi olarak görülmeye başlandı toplumun önemli bir kesimi tarafından. Sene başlarında hevesle alınan ajandaların ilk olarak bayram günlerine bakmak milli duyguların gücünden veya iman kuvvetinden ziyade, önümüzde ne kadar sürelik tatillerin olduğunu görebilmek için.

Bu sefer de bayram tatilini değerlendirmek üzere 300 000 kişinin yurtiçinde, 100 000 kişinin de yurtdışına gitmek üzere harekete geçtiğini yazıyor gazeteler. Aylar öncesinden beri herkes meşrebine ve bütçesine uyan bir tatil seçeneği arayışı içindeydi; görülmedik kent, ayak basılmadık ülke, girilmedik deniz, tadılmadık yiyecek kalmasın diye, fotoğraflar çekilsin ve sosyal paylaşım sitelerinde paylaşılsın diye,  gidenler gitmeyenlere, görenler görmeyenlere anlatabilsin diye.

Onlar tatile gittiler, İstanbul sahiplerine kaldı. Her günkü olağan curcunasından arındığında bambaşka bir şehir oluverdi İstanbul. Caddelerinde daha az araba dolaşıyor, sokaklarında daha çok çocuk sesi duyuluyor, her yerde kediler ve martılar var bir de. Parklar tenha, deniz kenarları huzurlu, gökyüzü sakin, yıldızlar bile daha ışıltılı. Şimdi dost sofraları için, ertelenmiş tembellikler için, mahmur sabahlar, aylak öğleden sonraları, davetkâr geceler için sahne senin İstanbul, onlar tatillerini tüketip dönünceye kadar.

***

Bu vesile ile tüm inananların geçmiş Cumhuriyet Bayramını gecikmeyle de olsa kutlar, Kurban Bayramlarının mübarek olmasını dilerim. Tatile çıkanlara da İstanbul’u bizlere bıraktıkları için şükranlarımı sunarım.

Yaşasın şanlı Angus direnişi! – Can Dündar

Üsküdar’da celepler “Kahrolsun Angus” yürüyüşü yapmış,  “İthal Anguslar yüzünden mağdur olduk” deyip yolu kapatmış.
“Herkes bundan kesiyor, bizim büyükbaşlar elde kalıyor” demişler.
Biz Anguslar bu haklı eylemi yürekten destekliyoruz desteklemesine de hedef yanlış.
Niye “Kahrolsun Angus?”
Ben kendim mi geldim onca yolu kesilmeye?..
Sen 88 senede, 800 küsur bin kilometrekarede doğru dürüst hayvancılık yapamadıysan, hayvan yerine hayvancılığı boğazladıysan, elin Angus’una muhtaç kaldıysan, sadece kurbanlık da değil, araba, doktor, öğretmen ithalini politika saydıysan suç bizim Anguslarda mı, sizin angutlarda mı?
* * *
Biz çok mu hoşnuduz bu durumdan sanıyorsunuz?
Nasıl bu cehennemden kaçmaya çalıştığımızı her gün haberlerde görmüyor musunuz?
Avustralya’da yetiştiğimiz geniş meralardan göçüp sizin asfaltlarda eli bıçaklı adamlarla kovalamaca oynamak bizim tercihimiz mi?
Bir düşünsenize:
İki canlıydım ben Melbourne’den yüklendiğimde… 7 binimizi bir arada devasa uçaklara bindirdiler.
Arkamızdan “Uçan inekler” diye alay ettiler.
19 saatte geldik Ankara’ya… Boğalar yurdudur umuduyla indik “Esenboğa”ya… Muayene edip TIR’larla çevre meralara dağıttılar.
Uruguay’dan gelen ırktaşlarımızla buluştuk orada…
Onlar vapurla 25 günde gelmişler.
Tartıldık, 1,5 tona düşmüşüz.
“Bunlardan en az 400 kilo et çıkar” diye konuştuklarını duyduk. Duvarda “Neresinden et çıkar”ı gösteren resimlerimiz vardı.
Kurban Bayramı’ymış; kurbanlık bayramı değil ya…
Kaçtık tabii; duracak mıydık?
* * *
Atalarımız İskoç kökenlidir.
Cesur Yürek”in hemşerisiyiz. Direnişi severiz.
Büyükannelerimizi 19. asırda Amerika’ya götürmüşler İskoçya’dan…
Sığırız ya; Amerikan bizonlarıyla çiftleştirmişler; bugünkü türümüz çıkmış.
Geniş topraklarda yetiştik. Gemleme, bağlanma bilmeyiz.
Alaturka matadorların sırtımızı sopalayarak boynumuza kement atmasını, ite kaka araçlara tıkmasını kabullenmeyiz.
* * *
Gelir gelmez anladık:
Direneni sevmiyorlar buralarda…
Uysal koyun toprağı ne de olsa…
Televizyonda gördüm, bizim kaçakları kovalamaktan yorulmuş bir celep, “Yabani canavarlar bunlar” diye söyleniyordu.
Bebekken testislerimizi buranlar, asfaltlarda bacağımıza palayla dalanlar, yol kenarına yatırıp boynumuzu vuranlar, bütün o acemi kasaplar canavar değil, biz canavarız öyle mi?
25 gün yola sürüldükten sonra sırtına uyuşturucu iğne vursunlar, yarı baygınken gırtlağına bıçak dayasınlar da bak bakalım sen uysal mı oluyorsun?
Sizin koyunlara benzemeyiz biz…
“Sarı kızım”, “Karaoğlanım” diye sevip sonra kanını dökenleri trene bakar gibi seyretmeyiz.
Savunuruz kendimizi…
Yapılıyız; kaçabilirsek kaçarız, yakalanırsak da bıçakla üstümüze gelene dalarız.
* * *
Deprem nedeniyle belki bu bayram da iptal olur, bizim canlar da kurtulur diye umduk, olmadı.
İmana saygımız var; ama kurban edilmenin bile bir adabı var.
Bu eziyeti hangi kitap yazar?
Kaçabildiğimiz kadar kaçacak, direnebildiğimiz kadar direneceğiz.
Yine de yakalanırsak, “Cesur Yürek” gibi vurulurken boynumuz, bizim değil, çocukların gözlerini bağlayın.
Bu vahşete bakmasınlar.
Hadi size iyi bayramlar!

 

Can Dündar – Milliyet

Nerede eski enginarlar! – Asaf Savaş Akat

Pazar yazım Kurban Bayramı’nın ilk gününe denk geldi. Ortalama yedi yılda bir olur. Canım gene ekonomi yazmak istemedi. Yunanistan krizi, enflasyon, dış açık, para politikası, vs. hiç biri acil durmuyor. İki gün daha beklemelerinin ne mahzuru olabilir?

Dün bayram yazıları arşivime göz attım. Ben de artık kıdemli yazar kategorisine girdim. Arada sırada eski yazılarımı tekrar yayınlama lüksüne sahibim. Şeker Bayramı’nda 1995’e geri dönmüştüm. Bu kez daha yakına geldim. 1 Şubat 2004’de Kurban Bayramı’nın ilk günü çıkan yazımı beğendim.

Genç okuyucularım için bu yazıların bir anlamı var mı? Sanmam. Fazla ilgilenmediklerini öğrencilerimden biliyorum. Ama benim neslimin duyarlılığımı paylaştığına eminim. Dolayısı ile onlar için yazıyorum diyebilirim.

Geçmiş özlemi

“Her geçen yıl dini bayramlarda bendeki geçmiş özlemi dozunun yükseldiğini izliyorum. Sadece dini bayramlar mı? Eski günleri olağan zamanlarda da daha çok hatırlamaya başladım.

Şu sıralarda özellikle eski İstanbul resimleri görünce çok duygulanıyorum. Hemen dikkatle inceliyorum. O hali ile kenti tanımaya çalışıyorum. Resimdeki mekanlarda anılarımı arıyorum. Kafamda geçmişle bugün arasındaki farkların listesini yapıyorum.

Sonra elimde olmadan bir hayal dünyasına kayıyorum. Ankara’dan geldiğim 1948 sonbaharında İstanbul’da sadece 800.000 kişi yaşıyordu. Sur dışında tarlalar, Vatan Caddesi’nin yerinde bostanlar vardı. Boğaz sırtları bomboştu.

Geri dönüşün imkansızlığı adeta bir karabasan gibi üstüme çöküyor. Evler, tarlalar, Rumlar, vapurlar, tramvaylar, meyhaneler, hepsi bir daha gelmemek üzere gitti. Bazılarının resimleri beni avutacak. Çoğunun hafızama nakşedilenler dışında resmi bile yok.

Giden sadece onlar mı? Esas gençlik gitti. Hep önümde sonsuz gibi duran bir gelecek var zannetmiştim. Meğer yokmuş. Aniden, heyecanla beklenen bir geleceğin yerini özlemle anılan bir geçmiş alıvermiş.

Son dinazorlar

Benim neslim, yani 1940’ların ilk yarısında doğanlar, aslında ilginç bir kopuş anının çocuklarıdır. Çünkü Türkiye’de bir tarım toplumu medeniyetinin durağanlığına birinci elden tanık olan son nesildir.

Örneğin İstanbul 1920’lerden 1950’ye kadar çok az değişmişti. Birkaç yeni bina, tek tük yeni yol, üç-dört yeni şehirhattı vapuru, hepsi o kadar. Kente göç yoktur. Nüfus artışı düşüktür. Yaşam her yıl bir önceki yıl gibi tekrarlanarak sürerdi. Yozgat, İzmir, Edirne, Konya, vs. Türkiye’nin bütün kentleri ve köyleri de aynı durumdadır.

1950’de o durağan dünya aniden hareketlendi. Çok değil, dört-beş yıl içinde İstanbul’da her şey değişmeye başladı. Eski düzen bir daha geri gelmemek üzere bizi terketti. Bizden sonraki nesiller büyüyen, kentleşen, değişen, dalgalanan, çalkalanan, velhasıl sinirli bir Türkiye’de gözlerini açtılar.

Bu süreç elektrik, buzdolabı, çamaşır makinesi, hipermarket, televizyon, otomobil, uçak, doğal gaz, okul, hastane, vs. bugünkü refahı getirdi. Bunları o gün hayal etmek bile mümkün değildi. Ama karşılığında enginarların eski lezzetini de götürdü.

Neyse ki, o lezzeti hatırlayan son dinazor nesli bizimki. Sonraki nesiller yaşlanınca neye özlem duyacak acaba? Çok merak ediyorum. Okuyucularımın Kurban Bayramı’nı kutlar, sağlık, refah ve huzur dolu günler dilerim.”

 

Asaf Savaş Akat – Vatan

 

 

Yeşil Gazete’den “Bayram Gazetesi”

Yıllar önce, Bayram Gazetesi diye bir adet vardı.

Yılın her günü çalışan gazeteciler, hiç olmazsa iki uzun dini bayramda dinlenirler, gazeteler yayımlanmaz, onun yerine Gazeteciler Cemiyeti tarafından çıkarılan Bayram gazetesi okunurdu.

Bu gelenek sonraları gazete patronlarının ve reklam servislerinin hesapları gereği ortadan kaldırıldı. Gazetecilerin ve o gazeteleri bvasan matbaadaki işçilerin bayramda dinlenme hakları ellerinden alındı.

Yeşil Gazete ekibi olarak biz de önümüzdeki dört gün boyunca tatildeyiz. Alternatif medya deyip geçmeyin, bizim de dinlenmeye ihtiyacımız var. Bu nedenle, bayram sonuna kadar Yeşil Gazete yine yayında olacak, ama gündemi her zamanki kadar yakında takip edemeyeceğiz, her zamanki kadar fazla yeni haber ve yazı girmeyeceğiz. Yani Yeşil Gazete’nin kendi Bayram Gazetesi’ni çıkaracağız. Hatta tatile yakışır daha keyifli haberler yapmaya, daha renkli manşetler atmaya, daha iç karartmayan yazılar yayımlamaya çalışacağız.

Ama burası Türkiye. Umarız tatsız gelişmeler olmaz, umarız tatlı bir bayram olur.

Öte yandan hayvan hakları açısından yılın kabusu olarak anlaşılabilecek günler yaşıyoruz yine. Sosya medyada Kurban bayramını kansız kutlama dilekleri dolaşıp duruyor. Kanlı bir bayramdan kim hoşlanır? Biz de size bu nedenle sevgili Aydan Çelik’in bir çizimini bayram kartı olarak seçtik zaten. Sadece insanların değil, hayvanların da bayramı olabilse keşke bu bayram…

İyi bayramlar!

İyi bayramlar

Bayram kartımız, Aydan Çelik’ten…

Sezilerle dans eden bir topluluk: Dadans

Bu hafta ülkenin dört bir yanını (yani hem coğrafi anlamda, hem de “farklı konular” demek istercesine) sarmış hüzün ve dertlerden sıyrılalım istedik. Dedik ki, varoluşsal acının da, coşkunun da, hüznün ve pişmanlığın da doğrudan paylaşılmasının en eski sanatlarından biri olan dansla ilgilenen bir grup genç kadını konuk edelim köşemize.Dadans birbirini uzun yıllardır tanıyan Dila Yumurtacı, Melek Nur Dudu, Hazal Kızıltoprak, Burcu Brodo tarafından kurulduktan sonra aralarına katılan Elif Yalçın, Deniz Uztürk ve Merve Uzunosman’dan müteşekkil bir topluluk.

Aşağıda kendileriyle yaptığımız röportajı bulacaksınz. Linklerde internette bulunabilen videoları ve kısa filmleri de var. İyi okumalar!

Dadans nedir, onla başlayalım. Bir dans topluluğu mudur misal?

Dila: Dadans bir topluluktur, sadece bir dans topluluğu değildir, ancak en çok ilgilendiği şey danstır. Eğer iki ana
dalda toplarsak bunlar dans ve sinema. Sadece modern dans topluluğudur demek yanlış olur, çünkü modern,
çağdaş dans, bale, tiyatro, dans tiyatrosu ve resim de içerir.

Hazal: Performe edilebilen her şeyin topluluğu oluyor aslında.

 

Nasıl kuruldu Dadans? Bir de grubu kurmak yerine var olan dans gruplarına da yönelebilirdiniz, neden ayrı, sıfırdan bi’ şeyler başlattınız?

Dila: Aslında bu topluluğun kurulması 15 yıllık bale hayatımıza dayanıyor. Hep bir şeyler yapmak, yaratmak vardı içimde ve en yakınımdakiler bu insanlardı. Çünkü insanın kafasının uyuştuğu insanları bulması zor bir şey. Üniversite döneminde bunu yaratmak için daha uygun bir ortam kuruldu, yeni insanlar geldi, onlarla da aynı uyumu yakaladık. Ve sonra bu bir şekilde en yakın arkadaşlarınla geçirdiğin zamanı somut bir şeylere dönüştürmek oldu. Bu başka bir gruba dahil olmak şeklinde de olabilirdi ama başka bir yere, insanlara uyum sağlamak daha zordur ve öyle bir durumda bu kadar samimi bir ortamda her şey bu kadar kendiliğinden gelişemezdi herhalde.

Burcu: Bir kere her şeyden önce birlikte çalıştığımız insanların vücut yapılarından, nasıl dans ettiklerine, neleri daha rahat yapabildiklerine kadar her şeylerini bildiğimiz için bu, başka bir gruba dahil olmaktan çok daha kolay ve samimi. Bu daha da verimli kılıyor tüm çalışmaları ve projelerin gidişatını.

Melek: Biz çok uzun zamandır birbirimizin hayallerini, sevdiği film tarzlarını, olaylara bakış açılarımızı vs bildiğimiz ve bunu bilmekten keyif aldığımız için bu hayallerin devamlılığını ve gerçekleşmesini sağlamak çok daha güzel.

Burcu: Ayrıca açıkçası birbirimize nazımız da geçiyor :)

Dila: Bu iyi bir şey değil ama bence (Gülüşmeler)

Burcu: Ama sonuçta istemediğimiz bir şeyi sıkılmadan çok daha rahat söyleyebiliyoruz birbirimize.

Dila: Evet haklısın iletişim daha sağlam oluyor çünkü hiyerarşi yok.

Merve: Birbirini 15 yıldır baleden tanıyan bu dört kişinin arkadaşlığına (Hazal, Dila, Melek, Burcu) sonradan katılan biri olarak (Bu arada bir not: Dadans’ın iki üyesi daha var -Elif ve Deniz- onlar  Dadans’a sonradan katılmışlar ve şu anda erasmus programıyla ecnebi bir takım memlekettelermiş) ilginç bir şekilde herkesle kafalarımız uyuştu. Neden başka bir topluluğa girmek istemedik… Çünkü bence kendi işlerimizi üretmek daha cazip geldi bize. Onların yolunda ilerleyip kendi isteklerimizin birkaçından ödün vermek yerine hep beraber isteklerimizi ortak bir şekilde gerçekleştirebiliyoruz.

Hazal: Bunların yanında Türkiye’deki dans topluluklarının çok kapalı bir kafa yapısı var genel olarak baktığımzda. Eğitimli, yani modern dans lisans eğitimi almayan ve konservatuarlı olmayan herhangi birinin bir topluluğa girme ihtimali çok düşük.

Dila: Bunun için bale eğitimi yetmiyor çünkü.

Hazal: Biz de o topluluklarla aynı standartları yürütebileceğimiz işler yapmaya çalışarak kendi topluğumuzu kurmaya çalışıyoruz.

Burcu: Hem zaten başka bir topluluğa dahil olacak kadar bile dans topluluğu yok ki.

 

Bugüne kadar neler yaptınız Dadans olarak?

Melek: Dadans’ın ilk işi, 2008’de Dila Yumurtacı koreografisi, Julio Cortazar’ın ‘El Çizgisi’ adlı hikayesinden uyarlama olan Satır-Sonu. Ardından insanların eklenmesiyle ve hikayenin bu yönde deforme edilmesiyle 2010’da Satır-Sonu Duble’yi sergiledik. Bu arada 2009’da yönetmenliğini Dila Yumurtacı ve Barış Konbal’ın yaptığı dansla sinemayı birleştirmeye çalıştığımız, sinema alanındaki ik deneyimimiz olan Small Talk adlı kısa filmi çektik. Small Talk; DanceCamera Film Festivali, Galatasaray Üniversitesi Sinepark Kısa Film yarışması, Akbank Kısa Film Festivali, Anadolu Üniversitesi Uluslararası Eskişehir Film Festivali, Uluslararası Altın Portakal Film Festivali ve
Uluslararası Berlin Film Festivali’nde finalde yarıştı. Bunun yanında post-prodüksiyonu henüz tamamlanmamış olan Dila Yumurtacı’nın Paris’te çektiği ‘La fille qui s’ennuie’ (Sıkılan kız) adlı kısa filmimiz de var. Bu kısa filmle aynı zamanda Fransa’da prodüksiyonda çalışan ve Dadans’ın da yapım sorumluluğunu üstlenen Gülden Güldaş’la da tanışmış olduk.

Burcu: Bir de 2011’de sergilenen Hazal Kızıltoprak ve Melek Nur Dudu koreografisi olan, günümüz estetik anlayışının sorgulanmaya çalışıldığı ‘Sinameki’ adlı dans- performans var. Son olarak öfkenin dışa vurulması ve dikenlerini içinde tutmasından esinlenilerek yapılmış bir video art çalışması olan Kirpi’den söz edebiliriz.

 

Şu sinema konusunu sorayım hemen. Bahsettiğiniz kısa filmler festivallerde falan yarışmış, ben de izledim internette de, baya’ da kaliteli çalışmalar. Sinema yönüne kayma konusunda bi’düşünceniz mi var?

Dila:
Dediğim gibi sinemaya da açığız. Çünkü zaten toplulukta sinema öğrencileri var ve o kişiler de sinema alanında işlerini yapmaya devam ediyorlar. Biz yakın zamanda ve gelecekte dadans olarak bu filmlerin yapımlarını üstlenmeyi ve her geçen gün daha kaliteli filmler yaratmayı istiyor ve planlıyoruz.

 

Sanatı ve yaptığınızı Türkiye’de nasıl konumlandırıyorsunuz peki? Örneğin toplumsal ve politik yaşananlarla bir bağınız, bunu bir yansıtmanız var mı? Atıyorum, gösterilerde bi’ sekans da olsa kadına şiddeti işlemek, LGBT’ye ayrımcılığı kınamak, ya da ne bileyim “şehitler ölmez vatan bölünmez” sloganı atmak gibi huylarınız var mı?

Hazal: Dadans yaptığı tüm işleri evrensel olarak düşünüyor, o yüzden ben bu soruya cevap olarak hayır derim.

Dila: Ben sanatı politik ya da toplumsal bir görüş doğrultusunda düşünebilirim ama yaptığım ve yarattığım işlerde nedense ikisini karıştırmayı hiç istemedim şimdiye kadar. Belki ileride olur.

Merve: Aslında herhangi bir şeye karşı olmak gibi bir durumumuz yok ama zaten bizim kuruluş amacımız da zaten olmayanı denemeye çalışmak olduğu için bunu bilinçli olarak herhangi bir konuda uygulamıyoruz herhangi bir görüş çerçevesinde.

Burcu: Ben zaten herhangi bir koreografiyle politik ya da toplumsal bir duruş aktarılabileceğini düşünmüyorum.

Hazal: Tabi ki dadansın da sorguladığı şeyler var ama bunu bir mesaj vermek amaçlı yapmak çok da doğru değil.

Burcu: Evet, insanların gözüne sokmak çok saçma.

Merve: Biz yenilikçi olmaya çalışıyoruz ve yeni olanı yapmaya çalışıyoruz daima ve bu konuda Türkiye’de çok fazla benzerimiz olduğunu düşünmüyorum.

Dila: Doğru, çünkü iki tane ekol var Türkiye’de. Biri dansı neredeyse tamamen reddederek, minimalist bir yaklaşm sergileyen bir ekol ya da daha çok baleyi esas alan, onu kaybetmek istemeyen, sahne üzerinde teknik üzerinden ilerleyenler var. Ama bu ikisini birleştirmeye çalışan, tiyatroyu da kullanan pek fazla topluluk yok. Hep bu ekollerden birine bağlı kalmak bekleniyor ama dada da bunları reddetmesiyle bizim genel bakış açımızı veriyor.

 

Nasıl çalışıyorsunuz genelde? Önce fikir geliyor da, sonra mı uyguluyorsunuz? Tabi bunun doğaçlamaya nasıl baktığınızla da ilgisi vardır sanıyorum… Bir de oldukça başarılı, ilginç koreografileriniz var. Literatürü ya da dünyada yapılanlaraı araştırıp da mı buluyorsunuz bunları yoksa daha deneysel ve önsezilerle mi takılıyorsunuz?

Burcu: Önce teknik ders yapıyoruz, daha çok kondisyon üzerine. Daha sonra bir fikir ortaya çıktığında daha yaratıcı dersler eşliğinde koreografik çalışmalar yapıyoruz.

Melek: Sonra zaten gösteri zamanı yaklaştıkça bu iki tür çalışma da neredeyse haftada her gün gerçekleşiyor.

Dila: Aslında çalışmalarda tüm kavramları kullanmaya çalışıyoruz. Literatür konusundaki eksikliklerimizi de bu seneki okumalar ve kritiklerle kapatmaya çalışıyoruz. Günceli de takip ediyoruz, festivalleri, başka toplulukların işlerini…

Melek: Aramızdan biri bir proje yapacağı zaman mutlaka ki aktüel olanı da takip ediyor, çünkü o ona bi şekilde fikir veriyor, ama bu o haliyle kalmıyor; bunu o kişi yaratıcılığıyla şekillendiriyor ve belki çok farklı bir şey ortaya çıkarıyor.

Burcu: Yoktan var etmek zaten çok zordur. İnsan illa ki yaşadığı şeylerden etkilenir.

Dila: Ama mesela ‘Kirpi’nin çıkış noktası tamamen duyularımızdı, herhangi bir olaydan etkilenmedik diyebiliriz. Hazal’a “yat yere, soyun” dedim, aklıma bir an bir fikir geldi ve sırtını ortadan ikiye ayırdım kalemle.

Hazal: Bu biraz erotik oldu, bunu yazma istersen :)

Dila: Ya da benim kafama çiçekler soktuğum yeri açıkla deseniz açıklayamam.

Hazal: Bunlar dadansın sezilerle hareket ettiğinin bi göstergesi bence. Aslında gerçekten denediğimiz için ‘deneysellik’ ortaya çıkıyor. Türkiye’de bu biraz farklı anlaşılıyor çünkü.

Burcu: Eğer bir şeyin herhangi bir anlam kaygısı yoksa yoktur, yani izleyici ne anlıyorsa odur. Bunu ‘devinim’ vs gibi soyut ve bol virgüllü cümlelerle anlatmak oldukça saçma.

 

Gelecekte yapacaklarınızı da sorup bitireyim madem. Nedir planlarınız bu sene için?

Dila: Aralıkta Melek ve Hazal’la yapacağımız ‘Tek yaşanır mı?’ adlı bir koreografimiz var. 3 farklı kadın ruh halini
aktarmaya çalışacağız. Çok fazla ayrıntı vermeyelim şimdilik :) Bunun yanında ikinci dönem daha önce başladığımız ama yarım kalmış olan Klimt tablolarıyla ilgli bir koreografi olacak. Sinema alanında dubstep hakkında bir belgesel ve yine birkaç video yapmayı düşünüyoruz.

Melek: Planlar bunlar da, hiç planlanmamışlar da vardır mutlaka hayatın bir köşesinde bekleyen bizleri :)

 

Peki, o halde adet olduğu üzere “Yeşil Gazete’ye zaman ayırarak bu güzel söyleşiyi yaptığınız için çok teşekkür ederiz” gibi bir cümleyle bitirelim. Yolunuz açık olsun, rüzgar arkanızdan essin.

 

Röportaj: Durukan Dudu – Yeşil Gazete