Ana Sayfa Blog Sayfa 4876

Savcılık TSK’dan o görüntüleri istedi

Şırnak Cumhuriyet Başsavcılığı, 35 kişinin yaşamını yitirdiği bombardımanla ilgili olarak Genelkurmay’dan insansız hava aracının görüntülerini istedi.

Şırnak Cumhuriyet Başsavcılığı’ndan alınan bilgiye göre; Irak’ın Uludere sınırına yakın kesiminde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bombardımanında 35 kişinin ölmesiyle ilgili başlatılan soruşturma geniş çaplı olarak sürdürülüyor.

Soruşturma kapsamında savcılık, Genelkurmay Başkanlığı’ndan bölgede görev yapan İnsansız Hava Aracı’nın (İHA) aracının görüntülerini talep etti.

Bu arada savcılığın, bazı basın yayın organlarında yer alan görüntülerde olay anını anlatan vatandaşların ”tanık” sıfatıyla ifadesine başvuracağı kaydedildi.

Öte yandan, Diyarbakır Özel Yetkili Cumhuriyet Başsavcılığı’nın da olayla ilgili başlattığı soruşturmanın devam ettiği belirtildi.

(Ajanslar)

Yeni yıl kutlaması yerine: Silahlar artık sussun, çocuklarımız ölmesin!

Basın haberi, Şırnak’ın Uludere İlçesi’nde 35 sivil vatandaş, TSK’nın düzenlediği hava saldırısıyla hayatını kaybetti, diye verdi. ‘Hayatını kaybetmiş’ olan ‘vatandaşlar’dan geriye parçalanmış, yanmış bedenler kaldı.  Geriye, parçalanmış bedenleri kalan bu vatandaşların çoğunluğu, 18 yaşın altında. Hala görevde olsaydım, psikoloji, sosyoloji, felsefe öğretmeye çalışmakta olduğum öğrencilerim yaşındaydılar. Kocaman, pırıl pırıl kara gözlerinin içine bakarak ders anlattığım çocukların yaşında…

Özcan Uysal (18), Mehmet Encü (15), Şervan Encü (16); Cemal  Encü (16), Bilal Encü(14), Mahsum Encü (16), Salih Encü (17), Savaş Encü (15), Serhat Encü (15), Bedran Encü(12), Hüseyin Encü (19), Aslan Encü (15), Celal Encü (15), Erkan Encü (13) Orhan Encü (15), Fadıl Encü (15), Cihan  Encü (16).

Onlar, okul dersliklerinde sıralara oturmuş, hayata biraz kayıtsız, kulakları teneffüs zilinde ders dinliyor olmak yerine, okul masraflarını çıkarmak, aile bütçesine katkı yapmak için sarp dağları aşarak gittikleri Irak’tan, gecenin karanlığında, malları yükledikleri katırlarının yularlarından tutmuş, acıyan tabanlarına aldırmadan yürüyor, sıcak yataklarında dalacakları gizli hülyalarına doğru yol alıyorlardı.  Uludere mevkiinde, ansızın, uçakların  gökyüzünü yırtan sesiyle önce hayalleri, ardından gencecik bedenleri paramparça oldu.

Bu ilk seferleri değildi, sınır karakollarında yıllar yılı onların geçişinden haberdar nöbetçi askerler hafif çatık kaşlarıyla geçişlerine göz yumarlar, belki de kafilenin kaçak sigaralarından, çaylarından ufak ikramları kabul ederlerdi.  Yüz yıllık gelenekte bu hep böyle olurdu.

Bu defa kafileye ilk kez katılan 12 yaşındaki çocuk, malı alıp dönüşe geçtiklerinde cep telefonundan annesini aramış, “Ana, geliyoruz,” demişti.  Annesi, “Yolda, sınırda asker görürsen korkma oğlum, dur derlerse, dur. Birşey yapmazlar,” diye yüreklendirmişti oğulcuğunu. Annesinin sesini son kez duyduğunu bilmiyordu çocuk, anası da…

Sonra, o çocukların yanmış, parçalanmış cesetlerini battaniyelere sarıp yan yana uzattılar yere. Yıpranmış küçük postalları görünüyordu yalnızca. Başlarında, çömelmiş acılı aileleri oturuyordu, bir de sağ kalan birkaç katır…

Devleti yönetenler, katliama bahaneler arıyorlar. İnsansız Hava Araçlarıyla görüntülenmişler de,  terörist bir grubun sınırı geçtiği haberi almışlarmış, aradan üç saat geçtiği halde, sınır karakollarını bile arayıp teyid etmeden,  F 16’larla  bombalar yağdırmışlardı kafilenin üzerine.

Madem bir kafilenin geldiğini görüntülediniz, neden o övündüğünüz, koordinasyon içinde çalışan  güvenlik güçlerinizle ‘sağ ele geçirmiyorsunuz’?

Yetkililer susuyorlardı önce. Sonra bir operasyon kazası, dedi Hüseyin Çelik. Genel Kurmay bir açıklama yaptı, ardından baş sağlığı mesajı yayımladı. Özür yoktu ama…

Genelkurmay  aynı gün, medyaya on üç günlük bir operasyondan görüntüler dağıttı. Yakalanan teröristlere ordunun ne kadar iyi davrandığını göstermek istiyordu.  Peki öyleyi de, sağ ele geçirmek mümkünken, neden üzerlerine bomba yağdırdınız?  Düşman askerlerini imha eder gibi, 30’yaşın altında, çoğu çocuk, 35 canı katlettiniz? Diyelim, sandıkları gibi, gelenler  kaçakçı köylüler değil de gerillaydı, onları dağdan indirecek adımları bir türlü doğru dürüst atamadığınız isyancılardı, peki onlar da bu toprakların çocukları değil miydi? Otuz yıldır o çocukların anaları ağlamadı mı?

Bu trajedi bu topraklarda yaşanan ilk katliam değil, umarız son olur. 2011 Yılını Türkiye’nin yüreğini yakan bu acıyla geride bırakırken, Yeni Yıl’a yine de iyimserlikle, umutla girmek istiyoruz.

Dileriz 2012, silahların sustuğu, barışın kurulması için diyalog ve müzakere yolunun açıldığı; tüm farklılıklarımızı zenginlik olarak yaşamamızı sağlayacak, doğanın hak öznesi olarak tanımlandığı ekolojik, demokratik  yeni bir Anayasaya kavuştuğumuz bir yıl olur.

Artık yeter, çocuklarımız ölmesin!

Yeni yıl piyangosu çekilmeye başlandı

Milli Piyango’nun yılbaşı çekilişi başladı. 150 lira ile 500 bin lira arasındaki ikramiyeleri kazanan numaralar belirlendi.

Milli Piyango Genel Müdürlüğü’nce düzenlenen yılbaşı çekilişi başladı.

Milli Piyango İdaresi’nin Kızılay’daki binası ile TRT Arı Stüdyosunda gerçekleşen gündüz bölümü çekilişlerinde 150 lira ile 500 bin lira arasında ikramiye kazanan numaralar belirlendi.

Noter huzurunda yapılan çekilişe basın mensupları da ilgi gösterirken, çekilişlerin akşam saatlerine kadar süreceği öğrenildi.

Bu arada büyük ikramiye ve amorti çekilişleri ise saat 21.40’tan itibaren Arı Stüdyosunda gerçekleştirilecek. Saat 21.40’ta 1 milyon liralık ikramiye için 1 çekiliş yapılacak.

Saat 23.10’da şans küreleri bu defa 5 milyon liralık ikramiye için dönecek. Saat 23.55’te ise 40 milyon liralık büyük ikramiye sahibini bulacak.

Yılbaşı çekilişi, saat 00.30’da amorti kazanan 2 numaranın belirlenmesiyle sona erecek.

Şavşatlılar HES mücadelesini kazandı

Artvin’in Şavşat ilçesinde 28 köyü susuz bırakacak Susuz Regülatörü ve HES projesi için ‘yürütmeyi durdurma ve iptal’ davası açan 74 köylü hukuk mücadelesini kazandı.

 

Artvin’in Şavşat ilçesinde yapılması planlanan Susuz Regülatörü ve HES için verilen “ÇED Gerekli Değildir” raporu için Rize İdare Mahkemesi tarafından verilen “yürütmeyi durdurma” kararına karşın, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nca “ÇED Olumlu” raporu verildiği ortaya çıkmıştı. Mahkeme süreci devam ederken, bakanlığın “ÇED Olumlu Raporu” vermesine tepki gösteren Şavşatlı köylüler Rize İdare Mahkemesi’nde “yürütmenin durdurulması ve iptali” istemiyle dava açtı. Köylüler, HES projesiyle Arpalı deresinden içme ve kullanma suyu ihtiyacını karşılayan sekizi Ardanuç, 20’si Şavşat ilçelerine bağlı olmak üzere toplamda 28 köyün susuz kalacağını belirtti.  Rize İdare Mahkemesi tarafından geçtiğimiz günlerde görülen davada yürütmeyi durdurma kararı çıktı.

Davanın avukatlarından Halis Yıldırım, “Susuz HES projesinin ise çevresel etkilerinin tartışıldığı rapor birçok noktadan hatalı ve eksik inceleme ile hazırlanmıştı. Proje kapsamında HES şirketi ve ÇED raporunu hazırlayan firma tarafından yapılan araştırmalarda ilk önce 3 tür endemik bitkiye rastlandığı belirtilmişti. Halkın HES’lere karşı harekete geçmesi ile söz konusu firmalarca ÇED raporunda endemik türler 15’e arttırılmıştır. Susuz HES dışında Arpalı Deresi ve kollarında 3 HES daha projelendirilmektedir. Bunlar Hanlı HES, Kireçli HES ve Ayşe HES’tir. İleride bu projelerinin tümünün hayata geçmesiyle Arpalı Deresinden bugün dahi zor olanaklarla karşılanan içme ve kullanma su ihtiyacı hiç karşılanamaz bir hale gelecektir” dedi.

Uludere Kaymakamı saldırıya uğradı

Şırnak Uludere‘de hayatını kaybeden 35 kişi için Gülyazı Köyü’ne taziye ziyaretine giden Uludere Kaymakamı Naif Yavuz, bölge halkının taşlı ve yumruklu saldırısına uğradı.

Kaymakam Naif Yavuz, köye kurulan taziye çadırını ziyaret ederek, hayatını kaybedenlerin yakınlarına başsağlığı dilemek istedi.

Ziyaret sırasında bir grup vatandaş, kaymakama tepki gösterdi. İçeride bulunan bir grup köylü, Kaymakam’a saldırdı.

Öfkeli grup çadırdaki diğer köylülerce sakinleştirildi. Çadırdan ayrılan Kaymakam’a dışarıda daha büyük bir tepki gösterildi.

Onlarca kişi aynı anda Naif Yavuz’un üzerine yürüdü.

Taş ve yumruklu saldırıya uğrayan Kaymakam Yavuz hafif şekilde yaralandı. Korumaları ve köylüler tarafından kurtarılan Yavuz, taziye çadırından uzaklaştırılarak bir benzin istasyonuna götürüldü.

Öfkeli grup dakikalarca Naif Yavuz’un benzin istasyonundan çıkarılmasını bekledi.

Köylüleri BDP Şırnak Milletvekili Hasip Kaplan sakinleştirdi.

Naif Yavuz ambulansla Şırnak Devlet Hastanesi’ne götürülerek tedavi altına alındı.

Bakanlar Kaymakamı hastanede ziyaret etti

Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay, Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker ile Kalkınma Bakanı Cevdet Yılmaz, Gülyazı Köyü’nde darp edilen Uludere Kaymakamı Naif Yavuz’u hastanede ziyaret etti.

Acil serviste tedavisi yapılan Yavuz’un sağlık durumunun iyi olduğu bildirildi.

Samoa’da ‘dün hiç yaşanmadı’

Büyük Okyanus’taki Samoa ve Tokelau adaları, en büyük ticaret ortakları Avustralya ve Yeni Zelanda‘yla aynı tarihe geçebilmek için takvimdeki bir günü atladı.

29 Aralık günü sona erdiğinde Samoa ve Tokaleu’da, 30 Aralık günü es geçildi ve takvimler 31 Aralık’a alındı.

Samoa, geçen Mayıs ayında başlıca ticaret ortakları Avustralya ve Yeni Zelanda’yla aynı tarihe gelebilmek için tarih değiştirme çizgisini değiştirme kararı almıştı.

Tokelau da Ekim ayında aynı yönde karar verdi.

Şimdiye dek adalarda yerel saat Sydney’in neredeyse bir gün gerisindeydi. Değişiklikle, üç saat öne geçtiler. Bu değişiklik adaların yeni yıla da en son değil, ilk sıralarda girmesi anlamına geliyor.

30 Aralık günü ‘atlanmış’ olsa da Samoalı çalışanlar, Cuma günü için yine de maaş alacak.

Bankaların ise 30 Aralık için kredilere faiz işletmemesi kararlaştırıldı.

Tarih değişimi dolayısıyla Samoa’da kutlamalar yapıldı, havai fişekler atıldı.

Polis, itfaiye ve ambulanslar sirenlerini, sürücüler kornalarını çaldı. Başkent Apia’daki saat kulesi kutlamaların odağı oldu.

‘Geleceğe dönüş’

Yetkililer şimdi tüm harita ve atlasları yenilemeye girişecek. Değişiklik dolayısıyla üzerinde “geleceğe doğru” yazan bir hatıra pulu çıkarıldı.

Samoa, 119 yıl önce ticari ilişkileri geliştirebilmek için Amerika Birleşik Devletleri’yle aynı tarih çizgisinde olmayı seçmişti.

Hatta bir jest olarak, değişim ABD’nin bağımsızlık günü olan 4 Temmuz’da yapılmış, ülke 4 Temmuz’u iki kez yaşamıştı.

Ancak zaman içinde Yeni Zelanda ve Avustralya, Samoa için daha değerli ticari ortaklar haline geldi.

Samoa Başbakanı Tuila’epa Sailele Malielegaoi daha önce, “Yeni Zelanda ve Avustralya’yla ticaret yaparken iki iş günü kaybediyoruz. Burada Cuma günüyken, Yeni Zelanda’da Cumartesi oluyor. Biz Pazar günü kilisedeyken, Sydney ve Brisbane’de hafta çoktan başlamış oluyor” demişti.

Malielegaoi, ülkesinin Çin ve Singapur ile de iş yaptığını ve tarih çizgisi değiştirme kararının bu ülkelerle de ticareti ‘çok çok daha kolaylaştıracağını’ söylemişti.

Bu nedenle tarih değişimi ‘geleceğe dönüş’ olarak niteleniyor.

180 bin nüfuslu Samoa, yaklaşık olarak Yeni Zelanda ve Hawaii’nin ortasında yer alıyor.

Yeni Zelanda’nın hakimiyetindeki Tokelau ise üç adadan oluşuyor ve nüfusu 1.500 kadar.

(BBC)

2012 yeşilin, barışın ve özgürlüğün yılı olsun!

2011’de Yeşil Gazete’nin bir iddiası vardı. Basın özgürlüğünün ortadan kalktığı, medyanın ticarileştiği, bildiğimiz anlamda gazeteciliğin neredeyse bittiği bir dönemde, internet gazetelerinin ve sosyal medyanın öncü rolünü, alternatif medyanın önemini vurgulamak.

Bu nedenle sadece Yeşil Gazete’yi geliştirmeye ve daha iyi bir gazete haline getirmeye çalışmakla kalmadık, çeşitli etkinliklerle de bu ihtiyaca vurgu yaptık. 2011 bizim için Yeşil Gazete muhabirleri ve editörlerine yönelik eğitimlerle başladı. Ardından Yeşil Gazete kadrosu genişletildi ve günlük yayın düzeni belli bir düzene sokuldu. Ekim ayı geldiğinde Alternatif Medya Şenliği ile diğer internet gazetelerini, blogları, sosyal medya çevrelerini bir araya getirdiğimiz, büyük bir buluşma gerçekleştirdik.

İki gün önce Uludere’de yaşanan katliamda anaakım medyanın verdiği sınav, ne yazık ki gazeteciliğin ölümüne yönelik karamsar öngörülerimizi doğruladı. Az sayıda gerçek gazeteci ve basın kuruluşunın kısıtlı çabaları dışında, Uludere katliamında gerçekleri ancak internet gazetelerini ve sosyal medyayı izleyenler öğrenebildi. Artık işimizin daha zor, ama görevimizin daha önemli olduğunu biliyoruz.

Ekoloji, çevre ve yaşam haberlerinde özel bir işlevi olan Yeşil Gazete, aynı zamanda bugün kamuoyundan gizlenen gerçekleri halka zamanında ve doğru olarak aktarma görevine sahip az sayıda bağımsız alternatif medya kuruluşundan biridir. Bu zor görevi yerine getirmek için henüz yeterli altyapımız olmasa da, kendimizi geliştirmek zorunda olduğumuzu biliyoruz.

Yeşil Gazete geçtiğimiz günlerde, 2010 Ekim’inde yeni bir yüzle okurlarla buluştuğu günden bu yana, 1 milyonuncu sayfa görüntülemeyi geride bırakmıştı. Son zamanlarda günde ortalama 3000’in üzerinde sayfa görüntülemeye sahibiz.

Ancak Yeşil Gazete’yi daha da geliştirmek için okur-yazarlarımızın daha fazla desteğine ihtiyacımız var. Sosyal medyada bizi izleyerek ve daha fazla izlenmemizi sağlayarak, yazarak, haber vererek ve eleştirerek Yeşil Gazete’nin daha etkili bir gazete olmasını sağlayabilirsiniz.

Yeşil Gazete olarak 2012′nin, yaşadığımız bütün acılara, bütün olumsuzluklara rağmen, umudun, yeşilin, barışın ve özgürlüğün yılı olmasını diliyoruz.

Mutlu yıllar!

Yeşil Gazete


Yeşil Gazete Twitter’da

Yeşil Gazete Facebook’ta

Yedi ayrı paragraf – Aslı Erdoğan

1. Giderek güçleşiyor başlamak. Bir ilk cümle bulmak, noktasını koymak. Derin bir soluk alıp söze girmek. Kendi yollarını açan, dayanıklı çıkan cümlelerle, gidebildiğin yere kadar gitmek. Sözcüklere anlamlarını, anlama sözcükleri geri vermeyi denemek. Baştan almak, bir daha, bir kez daha denemek. Sabırla bir çember daha çizmek, yeniden tökezlemek. Bir neşteri kavrarcasına kavramak gerçeği, sözcüklerin kanına bulanmak… Giderek güçleşiyor hakikat ile aramızda açılan boşluğu biçimlendirmek.

2. “Gerçek” demişken… Hatırlar mısınız, bir zamanlar gencecik bir çocuğu, sarı kırmızı yeşil bileklik taktığı için panzere bağlayıp sürüklemişlerdi, gazete haberine göre, “zeka özürlüymüş”, ırmağa atıldığında hâlâ sağmış. O fotoğrafı çekeni sabaha dek dövmüşler, yayımlamayı göze alan gazeteyi de bombalamışlardı. Bir çocuk daha vardı, bunu gazeteler yazmadı, on dört yaşındayken o da panzere bağlanmış. Şimdi nerede bilemem, başına gelenleri “sağda solda” anlatmayı sürdürüyorsa, muhtemelen F tipindedir. Bir yargısız infaz fotoğrafı vardı, hatırlarsınız, uzuvları kesilmiş, gözleri oyulmuş cesetler vardı… Bunları çekenlerin, yayımlayanların, yazanların da çoğu içeride şimdi.

3. Aslında şansım yaver gitmişti. Duygusallıktan kaçınacak, bu hafta “siyaset” yazacaktım. Yeterince bilenmiş, yeterince sakinleşmiştim, hemen hemen mesafeliydim. On yılda bir gelen “göz yangısı”, her nekadar edebiyat işi bir metafora ya da beceriksizce bir yalana benzese de gerçek bir hastalık, bakışımı sınırlamış, beni günlerce internetten, medyadan, haberlerden, kısacası, en sağlam, metin halimle bile zor dayandığım herşeyden sakınmıştı. Yazıya oturmadan önce neler olup bittiğine göz gezdirmekle yükümlü hissettim kendimi.

4. Önce haberlerde, sonra iki köşeyazısında karşıma çıktı alıntılamayacağım cümleler. Polis devleti, diktatörlük, faşizm kavramı üzerine yazmaya, sınırlı dağarcığımdan alıntılar bulmaya uğraşırken dönüp dönüp aynı cümleleri okudum. “Terör örgütü adına sanat yapma suçu” üzerineydi, ben haberdar olana kadar eskimiş demeç… Çığlık atmak ya da kahkahalarla gülmek, ikisine de gücüm yetmedi. Bu cümleleri yerli yerine oturtmanın, yorumlamaya, yanıtlamaya çalışmanın ne denli umut kırıcı olduğu anlaşılabilir sanırım. Ama daha da umut kırıcı olan, sanki bu cümleler hiç edilmemişçesine yazılan, yazılmayı sürdüren yazılar. İri iri, koca koca kavramlarla dolu, coşkuyla “bakın işte demokrasi” diyen, haktan, hukuktan siz açan, öğüt veren, pek cafcaflı, pek bilgili yazılar… Tuvallerin, şiirlerin terörist ilan edildiği bir ülkede, bazı sözcükleri korkarım hepten yitirdik.

5. Elbet gurur okşayıcı, sonunda biz de, bu ülkenin kendini her daim kadri bilinmemiş hisseden edebiyatçıları da rüştümüzü ispatladık. Gücümüz, hakikati dillendirme, biçimlendirme hatta imha etme gücümüz, hatta tutkumuz resmen kabul edildi. “Her sanat yapıtı işlenememiş bir cinayettir” sözünün derin hikmeti, bize hükmedenlerce de kavrandı, kavramlaştırıldı. “Toplama kamplarından sonra şiir yazılır mı” sorunsalı nihayet bizim coğrafyamızda ele alındı, TMK’den sonra şiir yazılır mı sorunsalına evrilerek sosyolojik ve ontolojik boyutlarıyla açımlandı. Tuvallerle şiirler, romanlarla öyküler elitist kabuklarını kırıp siyaset alanında, tarihin yapıldığı alanda varlık kazandı. Sopa ya da havuç ya da karanlıkta sopa sallama, gözdağı ya da pazarlık, bu yaşamsal süreci nasıl adlandırırsak adlandıralım, işte bu sürecin belirleyici aktörleri olarak öne çıkıverdik. Şarkı sözü mırıldananların bile “içeri” alındığı bir coğrafyada, elbet “dışarıda” kalanların hakları verilecek, tespit edilip kendilerine bildirilecek, böylesine uzlaşmış, adeta kaynaşmış bir toplumda kimse sanatla uğraşma ihtiyacı hissetmeyeceğinden, sorunlar belirmeden çözülecektir.

6. Gözlerimi acıta acıta okuduğum son haber: Geçen sene Aralık ayında 39 olan tutuklu gazeteci sayısı bugün 94… Çogunluğu Kürt basınından gazeteciler, muhabirler, editörler, köşe yazarları, sorumlu yazı işleri müdürleri… Derin bir soluk aldım, listeleri taradım, yılbaşı kartı gönderebilmek için arkadaşlarımın cezaevi adreslerini aradım. Kimi cezaevlerine mektupların ulaşıp ulaşmadığı bile kuşkulu. “Siyasi” yazımla cebelleşmek yerine bütün gece onlara ne yazabileceğimi düşündüm. Zor zamanlarda tutunduğum çok yalın, çok sahici bür cümlesi var Bachmann’ın: “İnsan, gerçeği taşıyacak güçtedir.”

7. Gerçeği taşıyacak, dillendirecek, dönüştürecek güçteyiz.

 

Aslı Erdoğan – Özgür Gündem

‘Devlet’ mi, daha ‘köklü demokrasi’ mi – Erol Katırcıoğlu

Geçenlerde Ahmet Altan yazdı, “Leyla Zana’ya kulak verin” diye, Kürt sorununda çözümün yolları üzerine önerdikleriyle ilgili olarak. Ben de “Selahattin Demirtaş”a dikkati çekmek istiyorum bu yazıda. Aralarında kimilerinin görmek istediği bir fikir ayrılığını vurgulamak için değil, Kürt tarafından gelen çözüm arayışlarından birine daha dikkatleri çekmek için.

Dünkü gazetelerden birinde Demirtaş’ın bir twitter mesajı haberleştirilmiş. Demirtaş mesajında, “Devlet talebi toplumsal ve köklü bir demokrasi talebinden daha ileri değildir” demiş. İyi de etmiş. Çünkü son zamanlarda söylenmiş bence en etkileyici cümlelerden biri bu cümle. Mesajın diğer kısımlarında da bu görüşünü desteklemek üzere bir benzetme yapmış: “Ulus-devleti çözüm olarak görmek, havuzun dibinde boğulmak üzereyken bir bardak su içmeye çalışmak gibidir. İhtiyaç su değil oksijendir. Ulus-devleti azaltıp, toplumsal özgürlüğü çoğaltmak gerek.”

Bence Kürt siyasetini “şiddet” üzerinden okumak eğiliminde olanlara en iyi yanıt bu sözler olmuştur. Buradan Kürt siyasetinde şiddet ve milliyetçilik yoktur demiyorum ama Kürt siyasetini yalnızca bu terimler içinden okumanın yanlış olduğunu söylemek istiyorum.

Bugün Türkiye’de oldukça geniş bir kesimin tıpkı BDP’nin eşbaşkanı Selahattin Demirtaş gibi“köklü bir demokrasi” arzusunda olduğu açık değil mi?

Daha düne kadar mesela AKP ve onun tabanı, “ceberut devlet”ten yakınıyor ve demokrasi talebinde bulunuyor değil miydi? O zaman aynı “devlet” anlayışından mustarip bu toplumsal kesimlerin neden aynı “köklü demokraside” buluşmaları mümkün olmasın ki?


Bu yazdıklarım üzerine bana “Kürt milliyetçiliğinin” oyununa geliyorsun diyerek itiraz edecek ya da beni uyaracak kimselerin çıkması olasılığı beni hiç rahatsız etmiyor doğrusu.

Neden mi?

Çünkü çok değil, bundan üç dört yıl önce “başörtüsüne özgürlük” talebinde bulunduğumuz ve böyle bir metne imza koyduğumuz için beni ve benim gibi düşünenleri “irticaya hizmet ediyorsunuz ve bunun farkında değilsiniz” diyen insanlarla daha önce oldukça çok karşılaşmış olduğum için.

Üstelik de böyle bir demokrasi inançsızlığını en çok da AKP kadroları ve tabanı biliyor olmalı. Kendilerini “demokrasi karşıtı” ve “irtica”nın kalesi olarak görenler karşısında, söyledikleri her sözü “takiye” olarak değerlendirenler karşısında ne terler döktüklerini en çok onlar biliyor olmalılar. Mesela, Avrupa Birliği’ne karşı olmayışlarını, “Avrupa Birliği’ne girersek orada özgürlükler nedeniyle başörtüsü yasağı kalkacak, ondan bu AKP’liler AB’yi destekliyorlar” gibi saçma sapan bir düşünce karşısında ne denli zorlandıklarını en çok kendileri biliyor olmalılar.

Evet demokrasi risk almayı gerektiren bir rejimdir ve demokrasiyi ancak “daha fazla demokrasi” talebi koruyabilir, tanklar ve tüfekler değil. O nedenle de Selahattin Demirtaş’ın altını çizdiği düşüncelere bir kez daha kulak vermek, “ceberut devlet”i azaltıp “toplumsal özgürlükleri çoğaltmak” için bu meselede riski göze almak ve “daha fazla” ve “köklü” bir demokrasinin oluşması için kolları sıvamak gerek.

İki gün önce Silahlı Kuvvetler, “terörist” diye düşündüğü 35 kişinin ölümüne neden olan bir eylem gerçekleştirdi. Çoğunun yaşları yirminin altında olan bu gençlerin ölümü karşısında dün hatasını kabul ederek bir tür özür diledi. Yani siz “kaçakçı”ymışsınız “terörist” değil, o nedenle de sizleri öldürmemem gerekti ama maalesef böyle oldu dedi.

Bari bu elim olayı vesile bilip de barışı yeniden konuşmaya başlasak diyorum ben!


İhtiyaç olanın su değil oksijen olduğunu, oksijenin arttırılmasının ise devletin azaltılıp, toplumsal özgürlüğün arttırılmasıyla mümkün olduğunu düşünerek.


Değmez mi?


Bu umutla hepinizin yeni yılını kutlarım.

 

Erol Katırcıoğlu – Taraf

 

2011’de 9179 kitap yayımlandı

Türkiye’de 2011 yılında yayımlanan kitap sayısı 9179 oldu. Pandora kitabevinin Rakamlarla 2011 başlığıyla duyurduğu bilgilere göre bu kitapların 6170’i telif, 2609’u ise çeviri.

2011’de en çok kitap yayımlayan ilk 3 kitabevi ise şöyle: İş Bankası Kültür Yayınları, Yapı Kredi Yayınları ve Can Yayınları. 2011 yılında ortalama kitap satış fiyatı ise 9,35 dolar (yıl sonu kuruyla yaklaşık 17,7 TL) oldu.

2011’de yayımlanan kitapların türlere göre dağılımı incelendiğinde roman ve öykü kitaplarının 2216 kitapla birinci sırada olduğu görülüyor. Bunu 810 kitapla tarih, 507 kitapla şiir kitaplar izliyor.

Pandora Kitabevi’nde yılın en çok satan ilk üç kitabı ise şöyle:

Edebiyat alanında Ayşe Kulin’in Hayat: Dürbünümde Kırk Sene 1941-1964, Elif Şafak’ın İskender ve Umberto Eco’nun Prag Mezarlığı. Edebiyat dışı kitaplardan ise Canan Efendigil Karatay’ın Karatay Diyeti, Yılmaz Özdil’in İsim, Şehir, Hayvan ve Bejan Matur’un Dağın Ardına Bakmak.

(Yeşil Gazete)