Ana Sayfa Blog Sayfa 4674

Tahrir, Müslüman Kardeşler’i seçti

Mısır’daki cumhurbaşkanlığı seçiminde, Müslüman Kardeşler’in siyasi uzantısı Hürriyet ve Adalet Partisi’nin adayı Muhammet Mursi, Yüzde 52.3 oyla cumhurbaşkanı seçildi. Rakibi, Hüsnü Mübarek’in son başbakanı Ahmed Şefik ise 47.6 oyda kaldı. Mursi, 13 milyon 230 bin 131 oyla zaferini ilan etti.

Kahire’de Mısır halkına teşekkür konuşması yapan Mursi ”Bize oy veren ve vermeyen herkese teşekkür ediyorum. Bize demokrasiyi ve özgürlüğü bağışlayan Allah’a hamd olsun. Hep birlikte hürriyet, kalkınma, barış ve demokrasi yolunda yürüyeceğiz. Birlikte yeni Mısır’ı inşa edeceğiz” dedi.

Mursi, ayrıca, devrimde öldürülen ve yaralanan insanların yakınlarına seslenerek ”Şehitlerin ve yaralıların haklarını, hukuksal yollarla alacağız. Şehitlerin anneleri, babaları, eşleri ve çocuklarını selamlıyorum” dedi. Yeni cumhurbaşkanının zafer konuşmasında sesinin titrediği ve heyecanlı olduğu gözlendi.

Bilindiği üzere, Anayasa Konseyi, mayıs ayındaki milletvekili seçimlerini iptal etmiş ve parlamento lağvedilmişti. Ardından ‘Silahlı Kuvvetler Yüksek Askeri Konseyi’ bir genelge ile Anayasa’ya bazı maddeler eklediğini ve yeni cumhurbaşkanının yetkilerini kısıtladığını açıklamıştı.

Bu maddelere göre, yeni cumhurbaşkanı, Ordu’ya karışamayacak, Ordu’nun onayı olmadan iç karışıklıklara müdahale edemeyecek ve savaş kararı alamayacak, Ordu’nun bütçesine karışamayacak, askeri atamaları yapamayacak, askerlerin emeklilik işlerine karışmayacak ve askeri personelin işine son veremeyecek.

Sevda Tepesi’nde son durum

Kandilli’deki Sevda Tepesi’nin imara açılmasıyla başlayan süreç, tartışmalar ve açıklamalarla sürüyor. Son olarak Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay “Yeşili korumak gerekir” yorumunu yaparken, bir basın mensubunun “imzalayacak mısınız” sorusuna “önüme gelsin bakalım” demekle yetindi. Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar “Krala yazıktır. Bence tek ağaç bile kesmez oraları güzelleştirir” derken, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, daha  ileri giderek eleştirenleri ayıpladı. Topbaş “Sanki yeşil yok edilecek. Bunu empoze edenleri ayıplıyorum” dedi.

Sözkonusu açıklamalar ayrıntılarıyla şöyle:

Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay: İstanbul’un tarihini, Türkiye’nin her yerinde yeşili, maviyi arkeolojiyi, geleneksel sivil mimarlık örneklerini, bize ait olan ve geleceğe kalabilecek olan ne varsa, hepsini en iyi biçimde korumak gerekiyor. Önüme bir şey geldiği zaman, bu bakış açısıyla ya imzalıyorum ya imzalamıyorum. Önüme geldiği zaman bu bakış açısıyla değerlendireceğim.
Çevre Ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar: Kral ailesi oraya otel yapmayacak. Ailesi için villa inşa edecek, belki dört tane. Kendisi oturacak… İmar değişikliği, orada sadece turizm amaçlı yapılabilir. Sonuçta bu da turizm yatırımı. Adam 20 küsur yıl önce satın almış, yazıktır. İmarı da çok verilmedi. Arazisi 57 dönüm, imar bin 700 metrekareden iki kat, yani 3 bin 400 metrekareye verildi. Tek bir ağaç bile kesemez. Bence oraları da korur, güzelleştirir. Süreç daha bitmedi. Büyükşehir onayladı şimdi 6 bakan ile Başbakan’ın onayından geçecek. 25 yıllık sorun çözülmüş olacak.

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş: Çevre ve Şehircilik Bakanlığımız bir plan yaptı. Belli koşullar ile meclisimize gönderdi. Sevda Tepesi özel mülkiyettir, çitlerle çevrilmiş, tamamen şahıs arazisidir. Orada 57 bin metrekarenin sadece yüzde 3’ü kadar taban oturumlu bir alan kullanılacak. Ama basında gördüğüm şu, sanki bütün bu alan, yeşil ortadan kaldırılıyor. Şu andaki Sevda Tepesi görüntüsü ’Yeşil yok edilecek’ anlamı şeklinde değerlendirildiği için ben bunu bu şekilde empoze edenleri burada ayıplıyorum. Bu yanlış bir bakış açısı..

Suudi Kralın hibe ettiği 10 milyar $’ın izi yok. – Güngör Uras

Ben tarihin yalancısıyım… Epeiros Kralı Neoptolemos paraları tüketmiş. Harp edecek hali kalmamış. Rakibi Sardes Kralı Malenkomos krala haber göndermiş. “Kraliçe ile bir gece birlikte olmama imkân verseler onları altına boğabilirim” demiş. Neoptolemos, “Ahlaksız Malenkomos… Bizi ne zannediyor” diyerek küplere binmiş. Sardes Kralı bir haberci daha yollamış, “Ama“ demiş. ”Bir gece için 10 bin altın sikke verebilirim.”

Epeiros Kralı ve Kraliçe düşünmüşler, taşınmışlar… Bu para ile Epeiros Krallığı kurtulacak… ”Evet” demişler…
Sormuşlar, “Ne zaman?” Sardes Kralı cevaplamış: “Hiçbir zaman… Benim niyetim yok. Sadece fiyat öğrenmek istedim.”
Bu bir tarihi hikâyedir. Günümüzün olayları ile hiçbir ilgisi yoktur. Sadece “Pazar yazısı”na giriş olsun diye yazdım. Bizim konumuz Suudi Arabistan Kralı için İstanbul’un Sevda Tepesi’nin imara açılmasıdır. Ve de merak edilen “Durup dururken, bu izinin neden verildiğidir.” Eğer bu izin “Hatır için, gönül için, sevda için” verilmiş ise, eyvallah diyeceğiz. Geliniz görünüz ki işin içine para girmiş!

Rivayete göre “Kral, cebinden çıkararak bize 10 milyar dolar yollamış, daha da yollayacakmış da, biz de bu izini vermişiz” Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar, Sevda Tepesi ile ilgili olarak bu yönde bir açıklama yaptı. Bakan Bayraktar, “Kral ailesi Türkiye’ye yardımcı oluyor. 10 milyar dolar tutarında bir yardımı oldu” demiş. Akşam’a bu rakamın hibe olduğunu belirten Bakan Bayraktar, “Dünya piyasaları krizde ve nakit darlığı var. Şimdi Suudi devleti yeni bir yardım yapabilecek” diye konuşmuş.
Çevre ve Şehircilik Bakanı ciddi bir politikacı. Paradan, hesaptan anlar. Boş yere konuşmaz. İşte bu nedenle söyledikleri çok, hem de çok önemlidir.

Ancak, cevaplanması gereken 2 soru var:

1) Kimse kimseye bedava para vermez. Günümüzde bir kral bir ülkeye durup dururken hibe olarak para göndermez. Hele hele 10 milyar dolar hiç göndermez. Gönderir ise bunun karşılığı bir şey alacaktır. Suudi Kralı’na 10 milyar dolarlık hibe karşılığı vereceğimiz Sevda Tepesi “Yetmez Abi’cim!” (Daha başka neler var? Onları bilelim!)

2) Gelen 10 milyar dolar nerede? Daha başka paralar da gelecekmiş. Bu paralar ne için gönderiliyor? Gelen paralar ve gelecekler hangi hesaba yazılacak?

Kimse bedavadan para dağıtmaz

T.C. Devleti’nin geliri gideri şeffaftır. Açık açık bütçe hesabında görülür. Bugüne kadar hesaplarda vergi dışı gelirler kalemlerinde “hibe” adı altında böyle bir gelir kalemine rastlanmadı. Söz konusu hibe 10 milyar dolar. Kamyona yüklenerek Türkiye’ye gönderilemez. Mutlaka bir banka hesabında görülmesi gerekir. Bizim banka sistemimizde de, Merkez Bankası hesaplarında da böyle bir paranın izi yok.

Diyelim ki bu dolarlar kamyonlarla ülkeye sokuldu. Bir depoda durması, harcanırken bu paraların ortaya çıkması gerekir. Böyle bir olay yok. Kötü niyetliler Başbakanlık “Tahsisat-ı Mesture” (örtülü ödenek) hesabına kaydedildiği için kamu oyunun haberi yok diyecekler ama… Bu kadar para “Tahsisat-ı Mesture” kasalarına sığmaz.

”Ödemeler bilançosundaki “Nereden geldiği belli olmayan döviz”ler var ya… ”İşte onları Kral gönderiyor“ denilecek. İyi de Kral kime gönderiyor. Her ay nereden geldiği belli olmayan 2 – 3 milyar dolar döviz kimlerin cebine giriyor? Bakan Bayraktar “Neyin ne olduğunu bize anlatır ise biz de rahatlarız…”

Bakan Bayraktar: Villa yapılacak

EKONOMİ SERVİSİ

Suudi Arabistan Kralı Abdullah’ın 28 yıl önce satın aldığı ve geçen hafta imara açılan İstanbul Boğazı’na hakim Sevda Tepesi’ne kral 4 villa yapacak. İmara açılması için defalarca girişimde bulunulan ama geçen haftaya kadar sonuç alınamayan Sevda Tepesi’ne izin çıktığı bir dönemde iki ülke ilişkileri kapsamında Suudi Kralın Türkiye’ye 10 milyar dolar hibe ettiği ortaya çıktı. Akşam Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni İsmail Küçükkaya’ya konuşan Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar, “Kral, ailesi için villa inşa edecek, belki 4 tane. Kendisi oturacak” dedi.

“Kral ailesi Türkiye’ye yardımcı oluyor. 10 milyar dolar tutarında bir yardımı oldu” diyen Bayraktar, “Hibe olarak mı?” sorusuna ise şu yanıtı verdi: “Ben öyle biliyorum. Dünya piyasaları krizde ve nakit darlığı var. Şimdi Suudi devleti yeni bir yardım yapabilecek.”

Sevda Tepesi’ni imarın çok verilmediğini kaydeden Bakan Bayraktar, şunları kaydetti: “Arazisi 57 dönüm, imar bin 700 metrekareden iki kat, yani 3 bin 400 metrekareye verildi. Tek bir ağaç bile kesemez. Süreç daha bitmedi. Büyükşehir onayladı şimdi 6 bakan ile Başbakan’ın onayından geçecek.”

27 milyon dolara satın almıştı

Kandilli’deki Sevda Tepesi, Boğaz’ın en güzel noktalarından biri olarak öne çıkıyor. Sevda Tepesi, 1984’te dönemin Başbakanı Turgut Özal tarafından, dönemin Suudi Veliaht Prensi Abdullah bin Abdulaziz’e 27 milyon dolara satılmıştı. Daha sonra kral olan Bin Abdulaziz, 28 yılda tepenin imara açılması için defalarca girişimde bulunmuştu.

Güngör Uras – Milliyet

 

 

 

Sevda Tepesi, Türk-Arap ilişkileri için peşkeş çekilmiş!

Akşam Gazetesi yazarı İsmail Küçükkaya, Kandilli’de imara açılması planlanan Sevda Tepesi’yle ilgili olarak çarpıcı bir iddia ortaya attı. Küçükkaya’nın bizzat Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar ile özel görüşmesinden edindiği bilgilere göre Sevda Tepesi’nin Suudi Kralı’na satışı konusuna, sadece bir arazi satışı olarak değil, Türk-Arap ilişkilerinin geliştirilmesi adına atılmış bir adım olarak bakmak gerek.

İşte o yazı:

“Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar, Başbakan’ın Meksika gezisinde yoktu, ancak Brezilya bölümüne katıldı. Bayraktar ve ekibi, Rio’daki zirvede hem oturumlarda Türkiye’yi temsil etti hem de çok sayıda ikili görüşmede bulundu. Rio ve genelde bütün Brezilya’da ciddi bir gecekondulaşma sorunu yaşanıyor. Kentler doğal güzelliklerine ve harika coğrafi konumlarına rağmen gerçekten kötü yapılaşma kurbanı. İki ülke arasındaki gelişen ilişkiler, şimdi şehircilik bakanlıklarının işbirliğiyle konut sektörüne de yansıyacak.

Bakan’la, Başbakan’ın yolculuğunun son gününde Copacabana Oteli’nde bir araya geldik. Başbakan’a, Brezilya’nın kadastro işlerini yapmayı önereceğini söyledi. Ama sohbet sırasında asıl haber İstanbul’la ilgili geldi. Sevda Tepesi…

Geçen hafta Suudi Kral’ın buradaki arazisiyle ilgili imar değişiklikleri yapılmıştı. Buna göre tepeye turizm amaçlı yatırım yapılacağı ve otel inşa edileceği haberleri çıkmıştı. Suudi Kralı’nın neden otel yatırımına gireceği anlaşılamamıştı, tuhaftı. Arka planını Bakan’dan öğrendim.

KRAL, SEVDA’YA VİLLA YAPACAK

Bakan’ın verdiği bilgiler şöyle:

‘Kral ailesi oraya otel yapmayacak. Ailesi için villa inşa edecek, belki 4 tane. Kendisi oturacak. İmar değişikliği, orada sadece turizm amaçlı yapılabilir. Sonuçta bu da turizm yatırımı. Adam 20 küsur yıl önce satın almış, yazıktır. İmarı da çok verilmedi. Arazisi 57 dönüm, imar bin 700 metrekareden iki kat, yani 3 bin 400 metrekareye verildi. Tek bir ağaç bile kesemez. Bence oraları da korur, güzelleştirir. Süreç daha bitmedi. Büyükşehir onayladı şimdi 6 bakan ile Başbakan’ın onayından geçecek. 25 yıllık sorun çözülmüş olacak.’

ON MİLYAR DOLARLIK YARDIMIN SIRRI

Bakan Erdoğan Bayraktar, Türkiye ile Suudi Arabistan arasında siyasi yakınlaşma yaşandığını belirterek, bunun bölge dengeleri açısından Türkiye’nin lehine bir durum oluşturduğunu söyledi. Sevda Tepesi yatırımına bu gözle de bakılması gerektiğini özellikle vurguladı. Ardından ilk kez duyduğum ve çok şaşırdığım şu bilgiyi verdi:

‘Kral ailesi Türkiye’ye yardımcı oluyor. On milyar dolar tutarında bir yardımı oldu.’
‘Hibe mi’ diye sordum. ‘Ben öyle biliyorum’ dedi ve devam etti:
‘Dünya piyasaları krizde ve nakit darlığı var. Şimdi Suudi devleti yeni bir yardım yapabilecek.’
Sevda Tepesi tartışmasında son durum böyle. Bunları da Türkiye’ye dönmek üzere 13 saatlik Rio-İstanbul seyahati için bindiğimiz uçakta yazıyorum. Elektronik tabloda ‘gidilecek meydana uzaklık 5 bin 535 km’ yazıyor.
6 saat sürecek, Dakar’da ikmal, 7 saatlik yol daha, İstanbul’a. Başbakan’ın Meksika-Brezilya seyahati böylece sonlanıyor. Toplam 45 saati havada geçirmiş oluyoruz. Erdoğan Bayraktar’ın son sözleri ise şöyle oldu:
‘Kentsel dönüşüme başlamam lazım. Para gerekli. 2B’yi beklersek gecikeceğiz. 1 milyar TL kaynak bulsam çok iyi olacak.’

İŞTE BELEDİYE MECLİSİ’NİN KARARI:

İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi, 07.06.2012 tarihinde, Suudi Arabistan Kralı Abdullah’ın Sevda Tepesi’yle ilgili mağduriyetinin giderilmesine ilişkin talebi görüşmüş ve şu kararları almıştı:
– Koruya katılacak alanda Boğaziçi silüetini bozmayacak çevre ile uyumlu konaklamaya yönelik turizm tesisleri yapılabilir.
-Planlama alanı içerisindeki bitki varlıkları peyzaj değeri yüksek nitelikli ağaçlarla geliştirilerek muhafaza edilecektir. Bu alanlarda ağaç röleve projesi yapılmadan uygulama yapılamaz.
– Parsel koruya katılacak alan kullanımında olup TAKS:0.06 Hmaks:7.50 m. irtifasını geçmemek kaydıyla uygulama yapılacaktır.
– Çekme mesafeleri mimari avan projede belirlenecek olup bina konturları dışında bodrum kat yapılamaz.
-Uygulama projeleri için Tabiat Varlıkları Koruma Bölge Komisyonu
kararı alınacaktır.”

Ahmet Atıl Aşıcı: “Şirketler de yeşil oldu diye Yeşil Ekonomi’yi gözden düşürmeye çalışmak, meydanı onlara bırakmak demek”

Yard. Doç. Dr. Ahmet Atıl Aşıcı

Yeşil Ekonomi temasıyla toplanan ve beklendiği gibi dağın fare bile doğuramadığı bir hayal kırıklığı ve öfke yaratan Rio+20 zirvesinin ardından, geçtiğimiz günlerde Türkiye’de yayımlanan ilk Yeşil Ekonomi kitabının editörlerinden, yazarımız Ahmet Atıl Aşıcı ile yeşil ekonomi nedir, ne değildir diye bir söyleşi gerçekleştirdik. İstanbul Teknik Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan ve özellikle Yeşil Ekonomi üzerine yoğunlaşan Yard. Doç. Dr. Ahmet Atıl Aşıcı, aynı zamanda Yeşiller Partisi’nde ekonomi politikaları alanında çalışıyor.

Yeni İnsan Yayınevi tarafından yayımlanan Yeşil Ekonomi derlemesinin editörlüğünü Ümit Şahin ile birlikte yapan Aşıcı’nın kitapta 3  makalesi bulunuyor. Ahmet Atıl Aşıcı, her tarafa çekilmeye çalışılan ve şirketler tarafından tıpkı sürdürülebilirlik kavramı gibi içi boşaltılmak istenen Yeşil Ekonomi’yi doğru anlayarak ve anlatarak sahip çıkmaktan yana…

Özellikle 2008 küresel krizinden bu yana bir yeşil ekonomi lafıdır gidiyor. Haziran’da Rio’da toplanacak zirvenin başlığı da “Yeşil Ekonomi” olarak belirlendi. Nedir bu yeşil ekonomi?

Yeşil Ekonomi, Editörler: Ahmet Atıl Aşıcı, Ümit Şahin - Yeni İnsan Yayınevi, 2012

Yeşil Ekonomi krizin ardından mevcut iktisadi sisteme alternatif olarak önerilen bir iktisadi sistem. Peki nereden çıktı bu ihtiyaç? İçinde yaşadığımız sistem nerede yanlış yapıyor? Birçok farklı iktisadi sistem önerisi (Marksist iktisat, feminist iktisat gibi) bulunsa da iktisadın ana amacını insan refahının artırılması olarak niteleyebiliriz. Bu ekolleri birbirinden ayıran en temel farklılık insan refahının dayandığı temellerdir. Mevcut neo-klasik iktisadi sistem insan refahını maddi gelire indirgemiştir. Böyle olunca iktisadın temel görevi toplam üretimi yani Gayrisafi Milli Hasılayı (GSMH) artırmak olarak ortaya çıkar. Bu, neo-klasik iktisadın çevresel sorunlar, işsizlik, yoksulluk gibi sosyal sorunlara gözünü kapadığı anlamına gelmiyor. Gelir artışı, yani ekonomik büyümeyle bu sorunların da zamanla çözüleceğini savunur. Dolayısıyla piyasalara müdahale etmeye gerek yoktur, geliri olabildiğince hızlı artırmak bu sorunları da o nispette ortadan kaldıracaktır. Oysa, birçok düşünür tarafından haklı biçimde “üçlü kriz” (yani ekolojik, ekonomik ve sosyal kriz) olarak adlandırılan 2008 küresel krizi neo-klasik iktisadın bu temel varsayımının doğru olmadığının en açık ifadesidir. 2008 sonrası dönemde neo-klasik iktisat eğitiminde yaşanan kriz de bunu gösteriyor.

Bugünlerde Rio’da yapılan dünya çevre zirvesinin başlığı da “Yeşil Ekonomi” olarak belirlenmiş. Bu başlığı belirleyen ve destekleyenler kimler? Sizce Yeşil Ekonomi gezegeni kurtarabilir mi?

Rio+20 zirvesi BM’nin organize ettiği bir toplantı. Bundan 20 yıl önce yine Rio’da toplanan Sürdürülebilir Kalkınma temalı Dünya Zirvesi’nden beri ne kadar yol katettik, neyi doğru neyi yanlış yaptığın bir değerlendirmesi, üçlü krizle karşı karşıya kalan dünyamızın kurtuluşu için yapılması gerekenleri tartışılacağı bir mecra. Teoride böyle fakat pratikte yaşananlar, çokuluslu şirketlerin güdümündeki hükümetlerin bunu nasıl başaracağı konusunda büyük belirsizlikler olduğunu kanıtlıyor. Ana tema olarak Yeşil Ekonomi’nin seçilmesi de tesadüf değil. Son 5 yıl içerisinde, özellikle 2008 küresel ekonomik kriziyle beraber, farklı çevreler tarafından mevcut ekonomik sistemin sürdürülemez olduğuna ilişkin çok ciddi çalışmalar yayınlandı ve yayınlanmaya devam ediyor. Günümüzde “yeşil” olmayan kalmadı dersek yalan olmaz. Yeşil ama nasıl yeşil?

Bugün, iklim değişikliği ve ekolojik yıkımın toplumlarda yarattığı tepkiyi kontrol edebilmek adına, birçok şirket “yeşil açılımlar” peşinde. Müşterilerini kaybetmemek adına yeşili bir halkla ilişkiler aracı olarak kullanıyorlar ki, buna “yeşil badanacılık” diyoruz, çok dikkat edilmeli. Nasıl tek bir makroekonomik sistem yoksa, mesela kuzey ülkeleri daha çok Keynezyen, Anglo-Sakson ülkeler ise neo-klasik-liberal bir ekonomik sistem içinde yanyana yaşarlar, tek bir “yeşil ekonomi” de yok. Herkesin “yeşil ekonomi”den anladıkları farklı. Ezcümle, ana temanın Yeşil Ekonomi olarak seçilmesi doğru ama yeterli değil. Şirketlerin dilinden düşürmediği şekliyle değil de, uluslararası ticareti ve finansal akımları da dönüştürecek, tüketim ve üretim kalıplarını sürdürülebilir bir düzeye çekebilecek haliyle bir Yeşil Ekonomi gezegeni kurtarmak için atılması gereken ilk adımdır. Bir dönüşüm ve bu dönüşümün mekanizmalarına işaret eder.

Peki Yeşil Ekonomi insan refahını nasıl tanımlıyor?

Yeşil Ekonomi insan refahının üç ana dayanağı olduğunu savunur. Neo-klasik sistemin savunduğu maddi gelir bunlardan sadece biridir. Bunun dışında refahın sosyal ve ekolojik boyutları vardır ve bu boyutlar birbirinden az ya da çok önemli değil, ancak beraber ele alındığında bir anlam ifade eder. Yani, yeşil ekonomiye göre, insanınızı sağlıksız ve güvenliksiz koşullarda (kot kumlama, gerekli güvenlik önlemi alınmamış maden ve tersaneler gibi) çalıştırıp, doğayı tahrip ederek artıracağınız gelir (GSMH artışı yani) insan refahını artırmaz, aksine azaltır. Bugün Türkiye’de yaşadığımız paradoks budur. 2001 krizinden beri maddi gelir artışı bakımından dünya rekorları kıran bir ülke Türkiye. Ancak toplum kaynıyor, toplumun içine düştüğü şiddet, çoğalarak artan yerel çevre hareketleri işlerin hükümetin dünyanın en büyük 17. ekonomisi olmakla övündüğü bir ülke tasviriyle örtüşmüyor. Gelir artıyor, ancak insanlar giderek daha mutsuzlaşıyor. Salt iktisadi büyümeye odaklı politikaların bizi getirdiği nokta bu. Verilen onca teşviğe, harcanan onca paraya rağmen istihdam bir türlü artırılamıyor. Bugün Türkiye’de resmi rakamlara göre 2,5 milyon işsiz var.

Önceki sorunuza dönersek, yeşil ekonomi insan refahını tüm boyutlarıyla artırmayı hedefleyen bir iktisadi sistemdir. Yani sadece insanların gelirlerin artırmak yetmez, insanların kendilerini gerçekleştirebilmelerine olanak sağlayacak sosyal bir yapı, yaşamın kaynağı doğa ile uyumlu bir iktisadi yapı kurulması gerekir. Bunu başarıp başaramadığımızı ölçecek GSMH’dan daha kapsamlı göstergelere ihtiyacımız var. 1980’lerden itibaren çok farklı sürdürülebilirlik göstergesi önerildi.

Yeşil ekonomi sadece gezegeni korumayı degil istihdamı da mı artırmayı vadediyor?

Bu sorunun cevabı aslında içinde bulunduğumuz krizi iyi anlamaktan geçiyor. Bugün sadece ekonomik, finansal bir krizden bahsetmiyoruz. Gıda fiyatlarındaki artış Arap Baharı’nın arkasında yatan en önemli etkenlerden biri. Keza Şili ve son günlerde Kanada Montreal’de öğrencilerin başlattığı eylemler, ABD’deki İşgal Et eylemleri bir ekolojik ve sosyal krizle karşı karşıya olduğumuzun en net göstergeleri. Dolayısıyla, mevcut ekonomik sisteme alternatif olarak önerilen Yeşil Ekonomi’nin tüm bu sorunlara aynı anda cevap bulması gerekiyor. Bu sorunların içinde gıda ve enerji krizi de var, istihdam krizi de var.

UNEP ve İLO’nun 2008 yılında yayınladıkları Yeşil İşler başlıklı istihdamı artırmaya yönelik önerileri içeren raporunda doğayla uyumlu, insan onuruyla bağdaşan işlerin yaratılmasından bahsediliyor. Bu işler mevcut sistemin yeşil bir dönüşüm geçirmesiyle otomatik olarak ortaya çıkacak işlerdir. Bugün Türkiye’de onca büyümeye rağmen 2,5 milyon işsiz var ve giderek artıyor. Yine aynı Türkiye enerjiyi en verimsiz kullanan, olası bir depremde yüzbinlerce kişinin ölmesinin beklendiği bir ülke. Enerji alt ve üstyapısının iyileştirilmesi, kamu binalarindan başlanarak depreme dayanıklı binaların inşaasıyla yüzbinlerce yeni iş yaratılabilir. Enerjiyi bu kadar verimsiz kullanıp, üstüne binlerce küçük HES, onlarca termik santral, 2-3 tane nükleer santral inşa etmek, camları kırık evi ısıtmak için sobaya habire odun atmaya benzer. Oysa yapılacak ilk iş, önce camı değiştirmek olmalıdır.

Peki Türkiye’nin bu bahsettiğiniz göstergeler açısından gelişimini nasıl tanımlarsanız?

Tam anlamıyla fecaat. Türkiye özellikle 2001 krizinden sonra ekonomik olarak rekor düzeyde büyüse de bunu tam anlamıyla cepten yiyerek sağlamış. Doğasından ve insanından aldığını yerine koyamamış, bunu paraya tevdi edip milli geliri artırmış. Bu yaklaşım ne yazık ki halen devam etmekte. Unutulmamalıdır ki, bu yaklaşım ne ekonomik ne sosyal ne de ekolojik açıdan sürdürülebilir değildir.

Günümüzde iş çevreleri dahil herkesin dilinde bir sürdürülebilir kalkınma, yeşil ekonomidir gidiyor. Yoksa bu isimler altında önerilen politikalar zor duruma düşen kapitalist sistemi kurtarmayı mı amaçlıyor?

Hem evet hem hayır. Evet, çünkü bu politikalar sistemin içeriden dönüştürmeye çalışıyor. Hayır çünkü herkesin sürdürülebilirlikten ya da yeşil ekonomiden anladığı birbirinden farklı. En azından dört farklı sürdürülebilirlik tanımı var. Benzinle çalışan araba yerine hibrit araba üretmek yeşil yatırım olarak görülebilmekte. Arabaya dayalı hayat tarzı hiç sorgulanmıyor. Bizim bahsettiğimiz yeşil ekonomi ile şirketlerin sözcülüğüne soyunduğu yeşil ekonomi arasında dağlar kadar fark var. Aslında şirketler de yeşil oldu, onu da ehlileştirecekler diye bu kavramları gözden düşürmeye çalışmak meydanı bizi bu hale getirenlere bırakmak demek. Şirketlerin bir anda herkesten yeşil kesilmesi aslında onların aczinin göstergesi. Bize düşen bu kavramların şirketlerce sahiplenilip içlerinin boşaltılmasına izin vermemek olmalıdır. Bu da bizi birkaç asırdır tartışılan devrim mi reform mu sorusuna getiriyor.

Nasıl?

Şöyle ki,sosyalist hareket içinde bir grup parlamenter sistem içerisinde reformlarla sorunlara çözüm bulunabileceğini savunurken, diğerleri devrimi ön plana çıkarıyordu. Buna benzer bir tartışma bugün ekososyalistlerle yeşiller arasında gerçekleşiyor. Ekososyalistler, her türlü iyileştirme çabalarını mevcut sistemi güçlendirdiği savıyla reddediyor. Bu söylemi özellikle iklim açısından geri dönülemez noktaya hızla yaklaştığımız günümüzde çok tehlikeli ve yanlış buluyorum. Sol tarih içindeki içindeki “bırakın daha kötü olsun, ne kadar hızla dibe çökersek o kadar hızlı çıkarız” yaklaşımını bugün, ne yazık ki halen, kimi ekososyalist çevrelerde görüyoruz.

Ama sizin söyleminiz de kıyamet tellallığı yapıp, insanları korkuları üzerinden kendi fikrinizi benimsetmek olmuyor mu?

Olabilir, ama olaya şu açıdan bakmamız lazım: Bugün bize “halka ölümü gösterip sıtmaya razı etmeye” çalışmakla suçlayanlarla, GDO’cuların kullandığı dil arasında tuhaf bir paralellik var. GDO’cular da GDO karşıtlarını aynı argümanlarla eleştiriyor, “henüz kanıtlanmış bir olumsuz etki yok” diye. Diyelim ki şu ana kadar olumsuz bir etki bulunamadı, bu durum hiç olumsuz etkisinin olmadığı anlamına gelmez. GDO karşıtları bu gibi durumlarda “tedbir” ilkesinin kullanılması gerektiğini savunuyor. Yani risk milyonda bir bile olsa bu katlanılabilecek bir maliyet değildir. iklim değişikliği ile mücadeleye hemen bugün başlamalıyız. Bir ekososyalist ya da sosyalist devrimi bekleyecek kadar zamanımız maalesef yok. Yerel hareketler elbette ki önemli, ama iş iklim değişikliği olduğunda hareketin de küresel olması gerekiyor. Küresel bir hareketlenme olsa da bu ülke hükümetlerini ortak bir çözüme zorlayacak boyutta değil ne yazık ki. Bu da sistemi içerden dönüştürmeye çalışmayı, yani reformist bir yaklaşımı gerektiriyor. Bu kapitalizmi kurtarmak demek değildir. Aslında demokrasi mücadelesinin iktisadi ayağıdır.

Biraz açar mısınız?

Bunun için öncelikle kitapta da ayrıntısıyla işlediğimiz Yeşil Yeni Düzen kavramından bahsetmek gerekiyor. Yeşil Yeni Düzen, adını ABD’de 1929 yılında patlak veren Büyük Buhran’a karşı Roosevelt hükümetinin 1930’lu yıllarda uygulamaya koyduğu Yeni Düzen politikalarından alır. Esası, kriz nedeniyle duran çarkların, düşen üretimin ve talebin kamu yatırımları ile tekrar canlandırılmasıdır. Bildiğimiz Keynesgil politikalar. ABD hükümeti o dönem baraj, yol gibi büyük altyapı yatırımlarına girişmiş, iş ve özel sektör için talep yaratabilmişti. Bugün de benzer derinlikte ve yaygınlıkta bir kriz yaşıyoruz. Ama 1929’da görünürde olmayan, oysa 2008 krizinin tam göbeğinde olan ek bir sorun var: Ekolojik kriz. Bugünün dünyası da yeni bir düzeni gerekli kılıyor, ama ne olursa olsun bu düzenin yeşil olması gerekiyor. Yeşil Yeni Düzen, kamu kaynaklarının insanın gerçek refahını, yani salt maddi gelir değil, sosyal ve ekolojik açıdan da artırılması için harcanmasını öngörür. Yani sadece iş ve üretim artışı sağlamak yetmez, bunları ekolojik dengeyle uyumlu biçimde yapmanız gerekir. Yeşil Ekonomi’de bu tür yatırımlara yeşil yatırımlar, yaratılan işlere de yeşil işler adı veriliyor.

Demokrasi mücadelesi bağlamına gelirsek?

Şöyle ki, 2008 krizinden sonra aralarında Türkiye’nin de bulunduğu birçok ülke hükümeti kurtarma paketleri açıkladılar. Bunlar, kamu yatırımlarının, özel sektöre verilen teşviklerin artırılması ya da vergilerin düşürülmesi gibi önlemleri içeriyordu. O dönem Türkiye otomotiv ve beyaz eşyadan alınan ÖTV gibi vergileri belli bir süreliğine yarı yarıya azaltmıştı hatırlarsanız. Bunların hepsi kamu kaynaklarından, yani hepimizin ödediği vergilerden karşılandı. Harcanan onca paraya rağmen işsizlikte anlamlı bir düşüş sağlanamadı. İncelediğimizde gördük ki, teşvikli yatırımlarda aslan payını alan sektörler, çok az emekle teknolojiyi yoğun olarak kullanan, çevreyi önemli ölçüde kirleten enerji ve ulaştırma sektörleri. Termik santraller, Karadeniz’de serbest akan dere bırakmamaya and içmiş küçük HES’ler, otomotive ve petrole dayalı ekonomiyi ayakta tutmaya yönelik duble yollar, köprüler, çılgın projeler. Hepsi içinde yaşadığımız doğayı katleden, gerçek refahımızı azaltan politikalar. Kamu kaynaklarının ne yönde, kimin yararına harcandığı demokrasi mücadelesinin bir parçasıdır. Yeşil Ekonomi, bu anlamda çok bariz bir noktayı işaret ediyor. Kamu kaynakları kamu yararı için harcanmalıdır. Kamu yararı da salt gelir artışından ibaret değildir.

Hükümet geçtiğimiz aylarda cari açığı azaltmaya yönelik yeni bir teşvik paketi açıkladı. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz.

Amaç doğru. Türkiye ekonomisinin yapısal birtakım sorunlarından dolayı ekonomi büyürken cari açık vermek zorunda kalıyor. Bunun nedeni aramalı ve yatırım mallarında dışarıya bağımlı olması Türkiye’nin. Hükümet özel sektöre verdiği teşviklerle ithal edilmek durumunda kalan aramlı ve yatırım mallarının Türkiye’de üretilmesini özendirmek istiyor. Buraya kadar bir sorun yok. Ancak işin detayına indiğinizde, en çok ara malı ithalatı gerçekleştiren sektörlere baktığınızda hükümetin bu politikasının pire için yorgan yakmaktan farksız olduğunu görüyorsunuz.

Nasıl?

Şöyle ki, hükümetin Girdi Tedarik Sistemi, kısaca GİTES olarak açıkladığı projede, cari açığa en büyük katkı yapan sektörün demir-çelik sektörü olduğu görülüyor. Türkiye demir-çelik üretimini hızla artırıyor, ancak bunun için yurtdışından hurda demir-çelik ithal etmek durumunda. 2010’da tüm ithalatımız 185 milyar dolar, bunun 7,1 milyar doları sadece demir-çelik hurdaya harcanmış. Cari açık içindeki payı %15. Ve daha da kötüsü bu hurdaların çoğu elektrikli ark ocaklarında eritilmekte. Demir-çelik sektörü çok enerji kullanan bir sektör. Toplam sanayide kullanılan elektriğin %15’i sadece bu sektörde kullanılıyor. Hükümet ne yapıyor? Sektördeki ithalat bağımlılığını azaltmaya çalışıyor sadece. Yerli madencilik yatırımlarını teşvik ediyor. Kimsenin aklına acaba Türkiye gerçekten demir-çelik üretmeli mi diye sormak gelmiyor. Bu veri olarak kabul ediliyor. Bir sektör düşünün, sırf birileri oradan kazanç sağlıyor diye, ülke cari açık belasıyla uğraşmak zorunda kalıyor, o üretim için gerekli enerjiyi üretebilmek için derelerini yıkıyor, her yana termik santral, nükleer santral kurmaya kalkıyor.

Yani Türkiye’nin bunca HES, termik ve nükleer satralde üretilecek enerjiye ihtiyacı yok mu diyorsunuz?

Ayrıntılı incelemek lazım tabii, ama öyle görünüyor. Demir-çelik sektörü ne ekonomik ne sosyal ne de ekolojik açıdan kabul edilemez olumsuz etkiler taşıyor. Bir grup üretici para kazanacak diye, ekonomi cari açık veriyor, bunu kapatmak için kırk takla atıyor, yerli demir cevheri için doğa katlediliyor, kullanacağı elektiriği üretmek için derelere HES’ler, sadece İskenderun Körfezi’nde 7 tane termik santral, ve nükleer santraller kurulması gerekiyor. Teşvik edilecek başka sektör mü yok?

Geçtiğimiz günlerde Yeşil Ekonomi ile ilgili ilk kapsamlı kitabı hazırlayıp yayımladınız. Bu kitap nasıl ortaya çıktı?

Yeşil Düşünce Derneği olarak Heinrich Böll Vakfı’yla beraber iki Yeşil Ekonomi Konferansı düzenledik 2009 ve 2011 yıllarında. Bunlar Türkiye’de bir ilkti. Gördük ki, ilgi her geçen gün artıyor. Yine bu dönemde Avrupa Yeşil Partisi’ne mensup üye partilerin özellikle Batı Avrupa’da Yeşil Ekonomi ve Yeşil Yeni Düzen ekseninde yürüttükleri kampanyaların seçmenler nezdinde umut vaadeden yegane programlar olarak görüldüğünü seçim sonuçlarından net bir şekilde gözlemledik. Konu hakkında temel bir başvuru kaynağı olabilecek bir kitabın eksik olduğunu düşündük ve soncunda böyle bir kitap çıktı ortaya. Kitapta özgün yazıların yanında işin hem teori hem de Avrupa Parlamentosu üyesi olarak pratik tarafında olan Alain Lipietz gibi yazarların tercüme yazıları bulunmakta. Yine Avrupa Yeşil Partisi’nce onaylanmış kimi politika metinlerini de tercüme ettirdik ki, bu konuştuklarımızın birtakım ülkelerde çoktan hayata geçmiş politikalar olduğu anlaşılsın diye. Yeni İnsan Yayınevi Mayıs ayında bastı kitabı ve çok talep gördüğünü işitmek bizi de mutlu etti açıkçası. Kitabı internetten daha ucuza bulma imkanı olduğunu da eklemek isterim.

Röportaj: Savaş Çömlek – Yeşil Gazete

LYS maratonunda sonuncu viraj

Üniversite adaylarının giriş sınavı LYS (Lisans Yerleştirme Sınavı), bugün yapılacak olan LYS-2 (Fen Bilimleri Sınavı) ile sona erecek.

Saat 10.00’da başlayacak olan sınava 308 bin 702 aday katılacak.

Tek oturumda uygulanacak sınav, 135 dakika sürecek. Adaylara 90 sorunun yöneltileceği sınavda, Fizik, Kimya ve Biyoloji testleri yer alacak. Testlerde 30’ar soru bulunacak ve 45’er dakika süre verilecek.

Testler ayrı soru kitapçıklarında bulunacak ve tek cevap kağıdı kullanılacak.

Kayıp pilotların kimlikleri belirlendi

Resmi olmayan kaynaklardan edinilen bilgiye göre, pilotların Hava Harp Okulu 2002 mezunu Yüzbaşı Gökhan Ertan ile 2009 mezunu Teğmen Hasan Hüseyin Aksoy olduğu söyleniyor.

Evli ve 1 çocuk babası olan Pilot Yüzbaşı Gökhan Ertan dün saat 10.30’da Malatya Erhaç Üssü’nden, Pilot Teğmen Hasan Hüseyin Aksoy ile birlikte RF- 4E ’Phantom’ uçağı ile havalandı. Akdeniz ’de keşif görevi yapan uçakla, saat 11.58’de irtibat kesildi.

Suriye’nin düşürdüğü uçağın pilotlarını arama çalışmaları bugün de sürerken, uçağın bazı parçalarına ulaşıldı. Arama- kurtarma çalışmalarında tüm çabalara rağmen akıbetleri henüz bilinmeyen pilotların aileleri, gelişmeleri endişeyle izliyor. Pilot Yüzbaşı Gökhan Ertan’ın baba evi yakınlarının akınına uğradı. Yakınları ve komşularıyla televizyondan sürekli haberleri izleyen, kulağı gelecek bir haber için telefonda olan baba Ali Erton, olayın üzerinden 24 saat geçtiğini, hala kendilerine yeterli bilgi verilmediğini söyledi.

Radikal

Fransa-İspanya: 0-2

Fransa’nın ağırlıklı olarak savunma yaptığı maçta, her iki takım da pozisyon kıtlığı çekti. İspanya topa daha fazla sahip oldu ve bulduğu fırsatları iyi değerlendirdi. Fransa daha fazla koştu ama bireysel yeteneklerin eksikliğini çekti. Bütün toplar Benzama’ya atıldı, her şey Benzema’dan beklendi. Ancak bu kadar olabildi…

Maç karşılıklı ataklar ve dengeli bir oyunla başladı.

6″ Fabregas ceza alanı içinde yerde kaldı ama hakem “devam” dedi…

Kontrollü oyuna dönüldü… İspanya bol yan pas yapıyor. Fransa savunmada kademe anlayışında dikkatli.

12″ Tehlikeli hareket en direkt serbest vuruş. Fransa topu oyuna sokacak.

13″ Silva sağdan tehlikeli geldi ama ceza sahasına bile girmekte zorluk çekti. Fransa savunması soğukkanlılıkla tehlikeyi önledi.

15″ Ribery soldan hareketlendi ama İspanya savunması topa taça attı.

18″ GOL! İspanya ilk kez boş yakaladı ve affetmedi. İniesta’nın ara pasında soldan ceza sahasına giren Alba, sıfıra indi ve topu penaltı noktasında boş koşuda bulunan Alonso’ya kesti. Alonso topu yere çarptırarak kaleciyi avladı. GOL!

Fransa gole rağmen savunmasını bozmuyor.

24″ Alonso, Benzema’yı düşürdü. Frikik! Farklı şekilde auta gitti.

28″ İniesta ceza sahasına girdi ama vuruşu kaleyi bulmadı. Korner!

30″ Gene Benzema, gene Alonso, gene frikik! Aynı yerden!

Fransa ağırlıklı olarak sol kanattan geliyor.

37″ Fabregas ceza yayına yakın bölgeden topu savunmanın arkasına aşırdı. İniesta altıpas civarında topla buluştu ama etkili olamadı.

Fransa’nın savunma ağırlıklı oyunu nedeniyle maçta pozisyon olmuyor.

42″ Fransa hücumunda Sergio ve Cabaye birbirlerine takılarak yere düştüler. Cabaye sarı kart gördü.

44″ Alba’nın soldan koşusunda faul. Frikik!

45+1″ İlk yarı bitti.

46″ İkinci yarı başladı.

50″ Debuchy sağdan İspanyol ceza sahasına girdi, iki kişinin arasında kaldı, düştü ama düşerken faul yaptı. Faul vuruşu İspanya’nın…

57″ Fransa soldan köşe vuruşu kullandı.

58″ Fransa açılıyor, pozisyon veriyor… Silva ve Fabregas paslaşarak geldiler ama etkili olamadılar.

60″ Ribery ve Cabaye’nin paslaşmalarında İspanya ceza sahasında karambol yaşandı ama İspanyol savunması topu uzaklaştırdı.

61″ Fabregas kaleciyle karşı karşıya kaldı ama Fransız kaleci açılarak topu ayağıyla uzaklaştırdı.

63″ Benzema 40 metre uzaktan oldukça kötü vurdu. Top kalenin çok üstünden auta gitti.

64″ Silva çıkıyor, Pedro giriyor.

64″ Malouda çıkıyor, Menez giriyor.

65″ İspanya soldan geldi. Kalecinin önüne doğru yerden derinlemesine bir pas… Rami uzaklaştırıyor.

66″ Fabregas çıktı, Torres girdi.

67″ Menez sağdan yükleniyor. Faul yaptı…

71″ Torres sağ kanattan açıldı ama ofsayt.

75″ Menez sarı kart gördü.

78″ Giroud giriyor, M’Vila çıkıyor.

79″ Torres altıpasın hemen önünde kaleciyle karşı karşıya kaldı. Lloris golü önledi. Ama pozisyon ofsayttı…

Fransa son 7 dakikada nihayet risk alarak oynamaya başladı.

83″ İniesta çıktı, Cazorla girdi.

89″ Penaltı! Pedro yerde kaldı…

90″ GOL! Alonso sol köşeye vurdu ve kaleciyi ters köşeye yatırdı. GOL!

90″ Oyuna 4 dakika eklendi.

90+3″ İspanya önde olmasına rağmen pozisyon arıyor. Torres ara pasla topla buluştu. Vuruşunda top savunmaya çarptı.

90+4″ maç bitti

Fazıl gitmiyor, konsere bekliyor

İstanbul Müzik Festivali, 40.yılında, Fazıl Say konserine ev sahipliği yapacak. Say’ın vereceği konsere, Gürer Aykal yönetimindeki Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası eşlik edecek.

Bugün saat 20.00’de başlayacak konserin ilk yarısında Fazıl Say, Beethoven’ın Piyano Konçertosu, No. 3, Do minör, Op. 37 seslendirerek, piyanist olarak virtüözitesini sergileyecek. Konserin ikinci yarısında ise Fazıl Say’ın “başyapıtım” olarak nitelendirdiği “Mezopotamya” başlıklı 2. Senfoni’sinin dünya prömiyeri gerçekleştirilecek.

“Mezopotamya” başlıklı 2. Senfoni’de Gürer Aykal yönetimindeki Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası, Fazıl Say’ın (piyano) yanı sıra Carolina Eyck (theremin), Bülent Evcil (bas flüt) ve Çağatay Akyol’a (bas blokflüt) eşlik edecek.
 
10 bölümden oluşan ve 130 kişilik büyük orkestra için yazılan yapıt, “Ova’da İki Çocuk”, “Dicle”, “Ölüm Kültürü Üzerine”, “Melodram”, “Ay”, “Güneş”, “Kurşun”, “Fırat”, “Savaş’ Üzerine” ve “Mezopotamya Ağıtı” başlıklı bölümler üzerine kurulu. 55 dakika süren eser, uygarlık tarihinin kadim medeniyetleri Sümer, Asur ve Babil’in tınılarından, Dicle ve Fırat’ın çağıltısına, ağıtlardan, türkülere, nihayetinde yaşam ve ölüm, barış ve savaş motiflerinin birleştiği pek çok kültürün derin iz bırakan görünümlerini yansıtarak günümüz coğrafyasına odaklanıyor.
 
Eserinde, bas flüt, bas blokflüt, theremin gibi ender kullanılan enstümanları birer sembol olarak kullanmayı tercih eden Fazıl Say eserle ilgili “Bas flüt ve bas blokflüt, bir nevi etnik ses vermekteler. Sanki binyıllar öncesinin enstrümanları gibi… Ortadoğu’ya özgü, onlar başroldeler. Senfoninin anlatıcısı bu iki enstrüman. Bunları iki kardeş olarak görmekteyim. Ama 7. Bölümde (“Kurşun”) çocuklardan biri (bas flüt) vurularak öldürülüyor. Bas blokflüt yalnız kalıyor. Yoluna yalnız devam ediyor. Bir de theremin var. Elektromanyetik dalgalar ile kullanılan çok nadir bulunan ve icra edilen bir çalgı! Onun sesi de benim için “melek” rolünde. “Melek; Mezopotamya’yı korusun” diyorum theremin ile…” diyor.

Vatandaş Türkçe konuşama – İzel Rozental

Tedirgin edici bir başlık, öyle değil mi? Eski yüzlerin ekşidiğini görür gibi oluyorum. Onlara 1930’ların, 1950’lerin karanlıklarını hatırlatıyor olmalı. Anadilini uluorta konuşamamak, çat pat bildikleri Türkçe ile dertlerini anlatmaya çabalarken gülünç durumlara düşmek… Her ne kadar yasalarla resmileştirilmediyse de, belirli dönemlerde bu baskının sokağa taştığını ben yaştakiler hatırlar.

Kendi aralarında sadece Judeo-İspanyol dilinde konuşan büyükannemle büyük teyzelerimin sokakta Türkçe konuşmaları mahalle arkadaşlarım için kaçırılmaz bir eğlenceydi. I’ları i olarak telaffuz ederek mahallemizin manavından sıkılacak portakal istediğindeyse renkten renge girerdim. Nasıl olur da Türkiye’de doğmuş büyümüş, bu yaşlara gelmiş insanlar doğru dürüst Türkçe konuşamaz? Aklım havsalam bir türlü almazdı!

Geçtiğimiz günlerde genç bir Alman TV programcısı tarafından sorgulandım. Köklerimi, çocukluğumu, aile yaşantımızı merak ediyordu. Baba tarafımdan Aşkenaz, ana tarafımdan Sefarad Yahudi’si olduğumu öğrenince aile içinde konuşulan lisanı sordu. Ne yalan söyleyeyim, cevap verirken bocaladım bir an. Annemler Judeo-İspanyolca, babamlar ise Yiddiş konuşurdu. Ben her iki lisandan da bir şeyler kapmışım. Peki, kendi aralarında nasıl anlaşırlardı? Tereddütsüz, “Türkçe tabii” diyecektim ki durdum… Hayır, Türkçe konuşmazlardı. Aralarındaki ortak lisan ağırlıklı olarak Fransızca idi. Türkçeyi ancak mecburen, zorda kalınca konuşurlardı. Peki, ama neden? Anadillerinin dışında Fransızcayı, Almancayı, İtalyancayı, İspanyolcayı, hatta Rumcayı bile konuşabilen insanlar, nasıl olur da doğdukları, yaşadıkları toprakların lisanını bir türlü doğru dürüst konuşamazdı?

Onları suçlamıyorum. Osmanlı İmparatorluğu’nun çok uluslu siyasal yapısı içinde, her millet kendi dilini kullanırdı doğal olarak. Türkçe konuşma zorunluluğu yoktu. Sarayla birlikte Osmanlı yönetici sınıfı bile Farsçadan, Arapçadan ve Fransızcadan ödünç aldığı pek çok sözcükle kendine has zengin bir lisan oluşturmuştu. Osmanlı’da yalın ve özgün Türkçeyi sadece köylülerle Anadolu göçebeleri yaşatıyordu. Saray ve çevresine göre ise, Türk sözcüğü bile kaba anlamına gelebiliyordu.*

Böylesi bir ortamda yaşayan büyüklerim, elbette ki aralarında Türkçe konuşmayacaklar, anadillerinin dışında, İstanbul’da ya da İzmir’de yaşayan diğer azınlıklarla iletişim kurmak, ‘daha Avrupai olmak’ için Batı dillerini konuşacaklardı. Ama gelin de bütün bunları Kemalist devrimin yoğun bir biçimde beyinlere çakıldığı genç Türkiye Cumhuriyeti’nin minik ilkokul öğrencisine anlatın! Düzgün Türkçe konuşamayanlardan hazzetmiyordum. Tam bir “kendinden nefret” durumu! Annem hariç – çünkü o Türkçeyi iyi konuşurdu – ailemin diğer büyükleriyle ev ortamının dışında konuşmaktan kaçınıyordum. Benimle Fransızca konuştuklarında Türkçe karşılık veriyordum. Judeo-İspanyolca ile Yiddiş’i ise tamamen inkâr etmiştim, o ‘yapay’ dilleri tanımıyordum! Yiddiş yaygın değildi ama Judeo-İspanyolca çevremde çokça konuşulan bir dildi ve ben de pek çok akranım gibi bu dili konuşanları yadırgıyordum. Vatandaş Türkçe konuşsun istiyordum.

Etki eşittir tepki. Bu basit fizik kuralı yaşamın pek çok alanında geçerlidir. Ama anlaşılan toplum psikolojisi fizik kurallarına uymayı sevmiyor. Etkinin alanı genişledikçe tepki daha sert eser. İkinci Dünya Savaşı öncesi ve sonrasında esen şiddetli tepki rüzgârları, Osmanlı’nın bu çok dil geleneğini yerle bir etti. Türkçe yabancı sözcüklerden arındırıldı. Farklı dilleri konuşan azınlıklar ayıplandı. Bunun sonucunda…

– Türkiye’deki Sefarad Yahudilerinin konuştukları Judeo-İspanyolca, Aşkenazların Yiddişi ben ve benden sonraki kuşaklar tarafından nerdeyse tamamen unutuldu. Bugün İsrail, ABD, Fransa vs gibi ülkelerde yaşayan pek çok Türkiye kökenli Yahudi, kendi aralarında Türkçe iletişim kuruyor.

– Genç kuşaklar Farsça ve Arapça sözcüklerin zenginleştirdiği eski Türkçeyi bırakın konuşmayı, hiç anlamıyorlar! Bu sayede televizyondaki bilgi yarışmalarının soru hazırlayıcıları için kolay lokma oluyorlar…

– Türkçe bir yandan yalınlaşırken, gelişen teknoloji ve küreselleşmeyle birlikte yeniden zenginleşti. Lügatlere yepyeni sözcükler girdi. Call center, plaza, show, beach, tower tarzında yüzlerce yeni sözcük kazandık.

Geçenlerde bir akşam, Fransa’dan gelen bir çiftle yemekteydik. Sohbetin bir anında adam bazı fotoğraflar göstermek için karısından tablet bilgisayarını istedi. “Şekerim bana iped’imi verir misin?” dedi. Şaşırdım. “Siz bu tabletlere iped mi diyorsunuz?” diye sordum. “Ya siz ne diyorsunuz?” diye sorumu soruyla yanıtladı Fransız dostum. Karımla birlikte aynı anda yanıtladık: “Aypet tabii ki!”

Fransızlar her zaman lisanlarına sahip çıkmışlardır ama doğrusunu söylemek gerekirse bir markanın adını değiştirecek kadar şoven olabileceklerini sanmıyordum! Konuyu değiştirmeseler, yeni evrensel sözcük dağarcığımızdan farklı örnekler sunarak onların ne denli çağdışı kaldıklarını kanıtlamak isterdim. Örneğin onların ‘courriel’ diye adlandırdıkları elektronik postaların Türkçe karşılığının imeyl olduğunu, bilgisayar programlarını daunlod ettiğimizi, noktaya dat dediğimizi ve daha bir sürü…

* Bu paragraftaki bilgileri araştırmacı yazar François Georgeon’un 3.baskısı 1996’da Tarih Vakfı Yurt Yayınları tarafından yapılan “Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri, Yusuf Akçura (1876-1935)” adlı kitabından aldım. (IC)

 

İzel Rozental – bianet/biamag