Ana Sayfa Blog Sayfa 4556

Belo Monte’de yönetim bir kez daha yerli halkın elinde

Brezilya’nın Amazon bölgesinde yaşayan 120 kadar yerli, aylar önce Belo Monte barajını inşa eden şirketlerin oluşturduğu Norte Energia konsorsiyumunun kendiilerine verdiği sözleri tutmadıkları ve çevre tahribatını sürdürdükleri gerekçesi ile barajı bir kez daha işgal etti.

Yörenin yerli halkı ile bölgede balıkçılıkla geçimini sağlayanlardan oluşan işgalci grup Amazon Watch’a gönderdikleri bildiride Norte Energia ile Haziran ayında “Sürdürülebilir Rio Yönetimi Zirvesi’nde yaptıkları anlaşmaya karşın baraj inşaatının çevre tahribatına devam ettiğini ve buna izin vermeyeceklerini açıkladılar.

Belo Monte Barajı, Amazon’un Xingu Nehri üzerine inşa ediliyor. Belo Monte’de idareyi bir kez daha eline alan yerel halkı adına açıklamayı “Xingu Vivo” (Yaşayan Xingu) hareketi sözcüsü Maira Irigaray yaptı.

Göstericiler, konsorsiyumu baraj inşaatındaki son kanalı yaparken nehrin bir yanından öteki yanına geçişi bot ile sağlayacak geçiş tünelini inşa etmemekle suçluyor. Bu durumun çevre ajansı IBAMA’ın inşaat talimatnamesine uygun olmadığını belirtiyorlar.

Bir gösterici, “Bu toprakların gözümüzün önünde yok edilişine tanıklık ediyoruz. Pimental adası tamamen tahrip edildi, ada üzerinde tek tük ağaç kaldı, suları ise artık tamamen kirlenmiş durumda” şeklinde konuşuyor.

(Yeşil Gazete, Commondreams)

 

Atalık tohumlar için Bisikletli Arılar

Tohumlara Özgürlük Küresel Girişimi, Gandhi’nin doğum günü olan 2 Ekim’den Dünya Gıda Günü 16 Ekim’e kadar bireylere ve hükümetlere “uyanın” çağrısı yapmayı amaçlayan bir kampanya başlattı. 2-16 Ekim tarihlerinde, tüm dünyada tohumlar için etkinlikler düzenleniyor. Buğday Derneği, ekolojik çiftlikler arası bisikletle tohum takası organize ederek ve %100 Ekolojik Pazarlarda etkinlikler yaparak küresel tohum hareketine destek veriyor.

Kırsalda Tohum Eylemi: Bisikletli Arılar

6-7 Ekim tarihlerinde Öteki Bisiklet Grubu, Buğday Derneği’nin yürüttüğü “Yaşasın Tohumlar” kampanyası sürecinde çoğaltılan atalık tohumları Bayramiç Yeniköy Çiftliği’nden, Kaz Dağları Dedetepe Çiftliği’ne bisikletle taşıdılar. Böylece, sürdürülebilir gıdanın temeli olan atalık tohumlar, sürdürülebilir ulaşımın temeli olan bisikletle taşındı, çiftlikler de yetiştirdikleri tohumları takas ettiler. Öteki Bisiklet Grubu yaptıkları eylemi öncesinde“genetiği değiştirilmeyen, patentlenmeyen, fiziksel kusursuzluğa programlanmayan bu tohumları Küçükkuyu’daki Dedetepe Çiftliği’ne taşıyacak, bir nevi doğa için arı görevi göreceğiz!” diye tanımlamışlardı.
Tohumların çiftlikler arasında bisikletle takas edilmesi henüz bir sembol niteliği taşıyor. Ancak Buğday Derneği, atalık tohumları yetiştiren çiftlikler arasındaki tohum takasının bisikletle yapılmasını destekliyor ve bu eylemlerin çoğalmasını amaçlıyor.

Şehirde Tohum Eylemi: %100 Ekolojik Pazarlarda Tohum Etkinlikleri

Buğday Derneği 6 Ekim’de Şişli %100 Ekolojik Pazarda, 7 Ekim’de ise Kartal %100 Ekolojik Pazarda tohum ekinlikleri düzenledi.  Etkinlikler, Buğday Derneği’nin tohumlar için sivil itaatsizlik eylemi nedir ve Buğday’ın Tohum Takas Ağı Kampanyası hakkında bilgilendirmesiyle başladı. Slow Food & Balkon Bahçeleri Konviviyumu’ndan Leyla Kabasakal’ın pazar müdavimlerinin büyük ilgi gösterdiği balkon bahçeciliği atölyesi ile devam eden etkinlik, dernek üyesi, beden perküsyoncusu Tugay Başar’ın yine pazar müdavimleriyle tohumlar için kekeça (kendi kendini çal) yapması ve balkonda yetiştirilebilecek “gerçek” yeşillik tohumlarının dağıtılmasıyla sona erdi.

Sinek Sekiz Yayınevi de bu iki gün boyunca Vandana Shiva’nın derlediği, Aykız Doğan’ın çevirisiyle yayımladıkları “Tohum ve Gıdanın Geleceği Üzerine Manifestolar” kitabının ilk tanıtımını %100 Ekolojik Pazarlarda yaptı.

Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği, tohumlarla ilgili etkinliklerine devam ederken herkese “Çok Geç Kalmadan… Tohumlar için, Harekete Geçin!” çağrısında bulunuyor.

Ayrıntılı bilgi için bugday.org

(Yeşil Gazete)

Gezegen için alarm zilleri çalıyor – hem de deli gibi! – Ömer Madra

Ömer Madra

Giriş

Ortalığın bütün bu karışıklığına, durdurulamayan şiddet dalgasına, çözülemeyen ve çözülemediği gibi çözümsüzlüğü artıyor gibi görünen Kürt meselesine, Türkiye-Suriye sınırının iki tarafından uçuşan bombalarla, top mermileriyle ve havanlarla iki tarafta da çoluk çocuk insanların öldürülmesine, dörtbir yanda esen ve gittikçe kuvvetlenen uğultulu savaş rüzgârlarına – evet bütün bu korkunçluk ve vahamete rağmen, biz gene de eski telden çalalım, iklim vak’anüvisliğine bu ayda da devam edelim istiyoruz, ne dersin ey okur? “Vakayinâme-i İklimiyye”ye yani? Böyle bir “tarihçe”ye ziyadesiyle ihtiyacımız var gibi görünüyor zira. Hatta her zamankinden fazla. Sağda solda böyle bir zahmete katlanmaya hazır kimseye pek raslanmadığı ise aşikâr. Onun için, öyle görünüyor ki, iş Açık Radyo’daki hakir kullarınızın nâçiz omuzlarına düşüyor gene.

 

Önce iki not: Takdir edersiniz ki bu, zahmetli olmanın yanısıra, biraz da rizikolu bir uğraş. Bundan ötürü, mümkün olduğu ölçüde etliye sütlüye karışmadan; bilmediğimiz, anlamadığımız işlere burnumuzu sokmadan ve –belki de en önemlisi– kendimizden neredeyse hiç yorum katmadan, dümdüz bir döküm çıkarmaya çalışalım istiyoruz ortaya.

 

İkinci notumuz da şu: Ağustos’tan bu yana art arda yayımlanan iklim kroniklerinin biraz uzun olduğu doğru. Uzunluğun okunurluğu azaltabileceği de doğru (ve gayet doğal). Tehlikenin farkındayız. Ne var ki, öbür tehlike daha büyük! Çok daha büyük! Yani, hayattaki yegâne evimiz olan bu harikûlade gezegeni hızla yıkıma sürükleyen iklim değişikliği ve çevre krizi öylesine büyük bir bela arzediyor ki hepimizin başına, öyle kuru, sıkıcı ve uzun bir yazı yazıp kimseciklere okutamama riskini bile göze almaya değebilir diye düşündük.

 

Yöntem

Girizgâh notları bitti. Şimdi bakınız ne yapalım. Önce, çok yakın geçmişe, “dün”e bakalım. Yani, sadece son bir –bilemediniz- bir buçuk ay içinde yayımlanmış bilimsel rapor ve analizlerdeki verileri ele alalım. İkincisi, bunu yaparken, sadece dünyanın en saygın kurumlarının açıklamalarına itibar edelim. Üçüncü olarak da, sadece dünyanın en önde gelen uzmanlarının, bilimcilerinin, girişimcilerinin, yazar ve gazetecilerinin, yeni çıkarım ve yorumlarına bakalım. Gerisi, yani yeterince meşhur olmayan, adı sanı pek duyulmamış, “marjinal” kurum ve insanlar dışarıda kalsın; biz de böylece inandırıcılık katsayımızı yüksek tutmaya çalışalım.

 

Ayrıca, bütün bunları yaparken basit ve yalın bir metodoloji kullanalım: Önce verileri, haberleri, yapılan hesap kitabı, tahmin, yorum ve uyarıları –öyle elimize geçtikleri ya da gözümüze iliştikleri sırayla– bir dizelim. Sonra da, bunları düpedüz “kes-kopyala-yapıştır” yöntemiyle alt alta “yazarak” dipnotlarıyla birlikte sizlere aktaralım.

 

Aktaralım ki, kişisel, öznel, sübjektif yorumlar, yakınma, ağlama, sızlamalar, mübalağa, spekülasyon, korkutma, çarpıtmalar, yalan dolan, hile hurda, kem göz, velhâsıl bilumum habislikler … bunların bir tekinin gölgesi bile zinhar aramıza giremesin.

 

Kısacası ey okur, ne ise hâlimiz, o çıksın fâlimiz…

 

Haydi bakalım öyleyse: Al gözüm seyreyle salih!

 

Çöküşe 4 Yıl Kaldı

Eylül başında, dünyanın en büyük buz ve buzul bilimcilerinden biri olan Cambridge Üniversitesi’nden, Profesör Peter Wadhams, dünyanın en saygın yayın kurumlarından biri sayılan BBC’ye verdiği bir demeçte, Kuzey Kutup bölgesinde (Arktik’te) küresel ısınma yüzünden görülen görülen buz erimesinin, insanın “küresel ısınmaya katkısını fiilen 2 katına çıkardığını” açıkladı! Yani, Arktik’teki buz erimesi yüzünden güneş ışınları artık uzaya geri yansımıyor, açık denizin koyu renkli yüzeyi tarafından emiliyordu. Bu erime de atmosfere “insan tarafından 20 yıllık ilâve karbondioksit (CO2) salımına denk” idi.[i]

 

Kuzey Kutup Bölgesi’nde eriyen buzlar konusundaki ürkütücü haberler ay boyunca kötüleşerek devam etti. ABD’nin ve dünyanın en önde gelen araştırma ve gözlem kuruluşlarından Ulusal Kar ve Buz Veri Merkezi (National Snow and Ice Data Center [NSIDC]), Arktik buzlarının erime oranı üzerine 20 Eylül 2012 tarihinde bir rapor yayımladı. Buradaki yeni verileri yorumlayan dünyanın önde gelen bilimcileri ve çevre kampanyalarının direktörleri, alarm seviyesini yükselttiler ve iklim değişikliğinin gittikçe ciddileşen ve büyüyen tehlikeli gerçekliği konusunda dünyayı seferber olmaya davet eden yeni bir çağrı yayımladılar. NSDIC raporları şunu gösteriyordu: Kuzey Buz Denizi’nde buzların erimesinde bu yıl rekor seviyeye ulaşılmış olması bir yana, erime daha önceden bilim insanları tarafından hiç tahmin edilmemiş seviyelere erişmişti. Saygın merkezin tecrübeli Direktörü Mark Serreze, gelen veriler karşısında şok geçirdiğini ifade ediyor ve “artık bilinmeyen, belirsiz sularda kulaç attığımızı” söylüyordu.[ii]

 

Dünyanın önde gelen iklim bilimcilerinden biri, belki de birincisi sayılan, NASA Goddard Enstitüsü direktörü ve New York Columbia Üniversitesi Yeryüzü Bilimleri Bölümü öğretim üyesi Dr. James Hansen, ortaya çıkan bu yeni gerçeklik durumunu “gezegende âcil durum” olarak adlandırıyordu. “Kamuoyunun bunu idrak etmesi zor,” diyordu Hansen, “Çünkü insanlar başlarını pencereden çıkartıp dışarı baktıklarında görünürde fazla birşey olmuyor gibi.” Ne var ki, “bilimin bu konuda billur gibi berrak” olduğunu söylüyordu Hansen. Arktik’te olup bitenler konusunda bilimcinin anladığı ile ortalama insanın anlayabildiği arasındaki büyük mesafeden yakınıyor, sonra sakince şu cümleyi ekliyordu:

“Fosil yakıtların tümünü yakarsak, felakete yol açacağımız kesin.”[iii]

 

Kuzeyde deniz buzları görülmemiş seviyelere düşerken, Kutup okyanusları ve buzları fiziği uzmanı Profesör Wadhams, bir kez daha konuştu ve Arktik’te yaz ayları buzlarının ömrüne 4 yıl biçti! Kuzey enlemlerinde gelişen bu oluşumu “Küresel bir felaket” olarak niteleyen Profesör şöyle dedi: “Nihaî çöküş şu anda oluyor ve bu süreç muhtemelen 2015’le 2016 arasında bir yerde sona erecek.”[iv]

 

Cevap: Petrole Hücum!

Bunun sonuçlarının “fecî” olacağını belirten Wadhams, en büyük olumsuz sonucun küresel ısınmanın hızlanması olacağını tespit ediyordu. Arktik denizlerin kıta sahanlıklarının permafrost tabakası (sürekli donmuş haldeki karalar) olduğunu, deniz suyunun ısınmasıyla bu tabakanın çözülüp eriyeceğini ve çok güçlü bir sera gazı olan metan gazının muazzam miktarlarda açığa çıkacağını, bunun da küresel ısınmaya büyük bir ivme kazandıracağını öngörüyordu Profesör.[v]

 

Önde gelen çevre kuruluşu Greenpeace’in uluslararası direktörü Kumi Naidoo bu yeni veri ve bulgular üzerine New York’ta düzenlediği bir kamusal tartışma forumunda, sera gazı salımlarını sınırlama çabalarını Kuzey Kutbu’nu kurtarma çabalarını “çağımızın tayin edici çevre muharebesi” olarak niteledi. Naidoo, insanın sebep olduğu iklim değişikliğinin giderek artan kanıtlarıyla bir arada ele alındığında, NSIDC’nin Kutup raporunun “İnsanlık tarihinde belirleyici bir kritik ânı (moment) temsil ettiğini” açıkladı insanlara: “Yalnızca 30 yıl içinde gezegenimizin uzaydan görünüşünü değiştirdik. Pek yakında Kuzey Kutbu yazları tümüyle buzdan arınmış olacak. İklim değişikliğinin temel sebepleriyle uğraşmak yerine siyasi liderlerimizin bu cevabı da, buzun erimesini seyredip ganimeti yağmalamaya ve paylaşmaya girişmek oldu.”[vi]

 

Yeryüzünün en etkili çevre ve iklim örgütlerinden 350.org’un kurucularından, yazar, akademisyen, aktivist ve –ünlü Time dergisinin tanımlamasıyla– dünyanın en iyi yeşil gazetecisi Bill McKibben, Kuzey Kutbu’ndaki buzların hızla erimesi karşışında küresel tepkinin, ihtiyaç duyulan tepkinin tam anlamıyla zıddı olduğunu belirtti. Tam olarak şöyle dedi McKibben: “Alarm, panik ya da bir âciliyet duygusu ile harekete geçecek yerde, bu duruma karşı ‘hadi şimdi oraya dalalım, petrol çıkaralım’ şeklinde tepki verdiler. Yüzyüze geldiğimiz en büyük tehlike ile başetme konusundaki âcizliğimizi bundan daha iyi ortaya koyan bir örnek daha bulunamazdı doğrusu.”[vii]

Medya

İşin kötüsü de neydi biliyor musun, ey okur: En büyük meselemiz, buzların erimesiyle başlamıyordu bile! Dünyanın sürdürülebilirlik iletişimi ve sosyal sorumluluk konularında uzmanlaşmış önde gelen kuruluşlarından EarthPeople şirketinin başkanı olan gazeteci ve yazar Anna M. Clark, ana meseleyi ekonomi, imalat ve üretim ilişkileri üzerinden şöyle tanımlıyordu: “İnsanlar, tarihte varolmuş malların tümünden fazlasını yalnızca 1950’den bu yana ürettiler. […] bizim bu malları tüketmemizin –ki doğal sermayenin hayli verimsiz bir kullanım şeklidir bu– çevre üzerindeki sonuçları upuzun bir liste oluşturur: Sayacaklarımın üstüne bir işaret atıp geçin: Akıllara durgunluk veren boyutta bir orman tahribatı – işaretleyin. Durmadan artan sera gazı salımları – işaretleyin. Sıcaklıkların, deniz seviyelerinin, aşırı hava olaylarının sıklık oranlarının durmadan artması – işaretleyin, işaretleyin, işaretleyin.”[viii]

 

İşaret ve kontrol listesinin neredeyse sonsuz uzunlukta olduğunu söylemek de abartma olmaz. ABD Federal hükümetlerinde çeşitli görevlerde bulunmuş, jeolog, yazar ve gazeteci John Atcheson, önümüze oluk gibi gibi akan veri yığınını listeleyip işaretliyordu:

“Arktik buzlarının ölçülmüş en düşük seviyesine düşmesi – işaretle.

Şimdiye kadar ölçülmüş en sıcak kış, bahar, yaz, yıl, onyıl – işaretle.

50 yılın en yaygın kuraklığı (ve bunun sürüp gitmesi) – işaretle.

Tarihte şimdiye kadar kayıtlara geçmiş en feci seller – işaretle.

Milyarlarca yıldan beri ortaya çıkmış en sıcak denizler – işaretle.

Şimdiye kadar ölçülmüş en asitli okyanusların oluşması – işaretle.

Tek bir yıl içinde atmosfere salınan en fazla sera gazı – işaretle.

Ölçülen en büyük permafrost erimesi (ve metan salım rekoru) – işaretle.[ix]

 

İlginç bir not ekleyelim buraya, parantez olarak: Son zikredilen her iki yazar da yerleşik medyanın (bilhassa Amerikan medyasının) gezegen boyutundaki bu büyük trajedi konusunda herhangi bir ciddi yayın yapmamasındaki ek trajediyi ayrıca ele alıp kuvvetle eleştirmekteler. Mesela, Clark’ın makalesi, ana mesajı daha başlıktan çakmış bile:  “Amerika’nın İklim Değişikliği Konusunda Çarpıtılmış Haberlerle Zehirlenmiş Atmosferi”. Atcheson ise “Bildiğimiz Dünyaya Sonsöz Yazmaktayız” başlıklı yazısını şu cümle ile noktalıyordu: “Peki ya basın? Onlar harıl harıl sonsözü yazmakla meşguller canım.”[x]

 

“Devrilme Noktaları”

İmdi, Kuzey Kutbu’nun buzları gözümüzün önünde inanılmaz bir hızla eriyip giderken, bilim insanlarının gözleri bu sefer hemen başka bir yere, o canalıcı “devrilme noktaları”na (tipping points) çevriliveriyordu. Devrilme noktası diye adlandırılan bu “durum”, bir eşik aslında: Eşik bir kez aşıldı mı, artık bir daha geri çevrilemiyor; üstelik başka alanlarda çok temel, köklü değişimlere yol açıyor. Avustralya hükümetinin küresel ısınma bilimi konusundaki baş danışmanı olan tanınmış iklim bilimci Will Steffen, Avustralya’nın en önde gelen medya gruplarından birine ait büyük internet haber sitesine verdiği demeçte şöyle diyordu: “[Devrilme noktası], bölgesel seviyede sıcaklığın artmasına yol açan, ama bununla kalmayıp, başka sistemler üzerinde akış etkisi (flow-on effect) doğuran bir tetiktir.”[xi]

Eşik ya da devrilme noktalarını birdenbire önemle yeniden gündeme getiren bu Avustralya gazetesinde, ABD’nin ve dünyanın en önde gelen bilim kuruluşlarından biri, hatta birincisi sayılan Ulusal Bilimler Akademisi’nin (National Academy of Sciences), son derece saygın yayın organı Proceedings dergisinde (PNAS) 8 yıl önce yayımlanmış bir araştırmaya atıf yapılıyordu. Britanya’daki ünlü Tyndall İklim Değişikliği Araştırma Merkezi’nin direktörü, Almanya hükümetlerinin iklim başdanışmanı ve Amerikan Ulusal Bilimler Akademisi üyesi Hans Joachim Schellnhuber, daha 2004 yılında, bir düzine kritik noktanın (eşik/devrilme noktası) saptanması için yapılan araştırmanın başında bulunuyordu. “Dünyanın Aşil Topukları” diye de adlandırabileceğimiz bu eşiklerin kavranmasının, ayrıca tetiklenmeyi önlemek için zamanında harekete geçme yönünde küresel bir efor harcanmasının mutlak bir zorunluluk olduğu raporda önemle belirtilmekteydi.[xii] Ne yazık ki, böyle bir gelişme olmadı; küresel değil, bölgesel bir efor dahi harcanmadı.

 

Bilim insanlarını asıl kaygılandıran, olayların böylesine müthiş bir hızla gelişiyor olması. Bu eşiklerin aşılmasını önlemenin bilinen bir tek yolu var, o da sözkonusu değişikliklere yol açan insan kaynaklı sera gazı salımlarını kesmek. Alanın çığır açan araştırmalarından birinde, ABD Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi NASA’nın iklim bilimcilerinden Andrew A. Lacis şu tespiti yapıyordu: “Küresel ısınmanın etkisini önlemekte, atmosferdeki Karbondioksit (CO2) seviyesini düşürmek için insanların doğrudan çaba göstermesinden başka geçerli bir alternatif yoktur.”[xiii]

 

Bill McKibben da, The Progressive dergisine verdiği çok yeni bir mülakatta, bu canalıcı gerçekliği azıcık daha az bilimsel, azıcık da daha dramatik bir dille kulaklarımıza ‘fısıldamaktaydı’: “Gerçekten hızlı davranmazsak, işler çok çok çok çok çok çok daha kötü olacak. […] Aynı yolda devam edersek, dünya yıkılacak.” [xiv]

 

Atalet ve/ya Felç

Buna karşılık, belki hepimize birden inanılmaz gelecek, ama siyasetçilerden ve siyasi liderlerden bu yönde herhangi bir kıpırtı olduğuna dair bir emare görünmüyordu ortalıkta. Guardian’ın birçok uluslararası ödül almış yazarı aktivist George Monbiot, “Arktik Buzları ile Birlikte Zengin Ülkeler Dünyasının Kendini Beğenmişliği de Eriyip Gidecek” başlığı ile önemli bir tespit yaptığı makalesinde, ortadaki genel ‘atalet’, hatta ‘felç’ durumunu şöyle özetlemekteydi: “Hükümetlerimizin hiçbir şey yaptığı yok. Haziran’daki zirve esnasında çevre krizine cevap verirmiş gibi yapma zahmetine bile katlanmadıkları gibi, şimdi de, üzerinde durduğumuz buzların erimesini aptal aptal seyretmekten başka birşey yapmıyorlar. Hiçbir şey yapmamaktan da kötüsünü yapıyorlar aslında. Hükümetlerimizin bu erime karşısındaki şaşmaz tepkisi, eriyen buzun açığa çıkardığı petrolle balıkların ele geçirilmesini [ve bir de] bu felakete yol açmış olan şirketlerin şimdi de kâr uğruna buralara üşüşmesini  kolaylaştırmaktan ibaret.”[xv]

 

Arktik’teki rekor erime felaketi Ağustos sonunda bilim insanları tarafından duyurulduğunda ne oldu? İtiraf etmeliyiz ki, bu olay, mütevazı Açık Radyo’muz gibi bazı önemli istisnalar dışında dünyadaki radyo, televizyon, gazete ve dergilerin ezici çoğunluğunda haber değeri kazanmayı başaramadı. Örneğin Britanya’da manşetler Heathrow hava limanına üçüncü bir uçak pisti yapılması çağırısına odaklanırlarken, günün hararetli tartışma konusu Britanya’nın yeni pistlerinin ve havalimanlarının nerelere yapılabileceği üzerine yapılmaktaydı. Monbiot, bunların yapılmasında sakıncalar olabileceği konusunda bir tartışmanın asla gündeme gelmediğini yazıyor ve şunu ekliyordu: “Kutuptan gelen şoke edici bu haber ile sera gazı salımlarımızı artırma konusundaki bu azmimiz arasında bağlantı kuran da pek yoktu.”[xvi]

 

Türkiye’de de benzer bir duruma rastlamak mümkündü. Haziran’da başlayıp Ağustos’ta iyice ivme kazanan, Kuzey Kutup buzlarının bir ‘ölüm sarmalı’ içinde çöküp gitmekte olduğu yolundaki haberleri hiç duymamışa benzeyen gazete, televizyon ve haber ajanslarının bu tarihlerdeki başlık ve manşetleri, sık sık, Başbakan’ın –ve evet!– İstanbul’a da 3. bir hava limanı yapılması, –ve evet!– 3. Boğaz Köprüsü’nü de içine alan Otoyol projesinin de hızlandırılması yolundaki talimatı ile bezenmekteydi.[xvii]

 

İroni ve Ekonomi

Burada bir ironi olduğu kesin. Ölümcül bir ironi. ABD’nin başta Pulitzer olmak üzere çeşitli ödüller almış, kitapları satış rekorları kırmış önemli gazeteci ve yazarlarından Chris Hedges, bu olayı şöyle anlatıyordu: “Durum ne kadar kötüleşirse, kendi kendimizi aldatma haline o kadar çok gömülüyoruz. Kendimizi küresel ısınma diye birşey olmadığına dair ikna ediyoruz. Ya da küresel ısınma olduğunu kabul ediyoruz belki, ama ona adapte olabileceğimiz konusunda ayak diriyoruz. Bu tepkilerden her ikisi de ebedi iyimserlik konusundaki manyaklığımızı ve şahsî rahatlığımızı her ne pahasına olursa olsun korumadaki kararlılığımızı tatmin ediyor. […] gerçekler bize nâhoş geldiğinde, onları yok sayıveriyoruz. Ama hakikat yakında ifritler gibi tepemize inecek, hem o kendini beğenmişliğimizi, hem de sonunda hayatlarımızı paramparça edecek.”[xviii]

 

Ortalıkta insanı “ifrit edecek” kıvamda ironilerden de geçilmiyor zaten: BM, Kasım ayında iklim “zirve”lerinden sonuncusunu petrol-doğal gaz zengini Arap Emirlikleri’nden Katar’ın Doha kentinde gerçekleştirmek üzere tüm hazırlıklarını tamamlamış görünüyor. Tuhaflık şurada ki, gezegenin ve atmosferinin kirlenmesinin önünü almak için neler yapılacağının konuşulacağı en önemli uluslararası toplantıya ev sahipliği yapacak olan Katar, dünyayı en çok kirleten ülkeler sıralamasında birinci sırada geliyor![xix]

 

İklim değişikliği politikaları konusunda dünyanın en büyük uzmanlarından biri kabul edilen ve Britanya hükümetinin bilim danışmanlarının en kıdemlisi olan Bob Watson, BBC’ye verdiği demeçte, son üç iklim zirvesinin sonuçlarına baktığında, Doha toplantısı konusunda aşırı iyimser olmasının pek güç olduğunu söylüyordu. Dahası, yeryüzünü 2 derecelik sıcaklık artışı ile sınırlama konusundaki hedefin tutturulması umudunu “pencereden fırlatıp atmış” olduğumuzu da ekliyordu Profesör Sir Bob: “Eğer böyle hareket etmeye devam edersek, 5 derecelik bir artışı bile ihtimal dışı görmem. Böyle bir artış ise dünya halkları için hayli ciddi sonuçlar verecektir – hele en yoksullar için daha da ciddi…”[xx]

 

Ne kadar ciddi? Ayın son günlerinde üstümüze çığ gibi yağan yüzlerce sayfalık araştırma raporlarına bakılırsa, çok! Okyanuslar üzerine yıllardır en ayrıntılı ve zahmetli çalışmaları ile bilinen Oceana kampanya grubu iklim değişikliğinin ve okyanuslarda buna bağlı asitlenmenin dünyanın dört bir yanındaki balık stoklarını mahvettiğini açıklayan bir rapor yayımladı. Bir ironi daha isterseniz, şunu söyleyebiliriz: Burada en yüksek risk altında bulunan ülkelerin bir kısmının petrol ve/ya doğal gaz zengini –ve elbette siyasi bakımdan istikrarsız– ülkeler olduğunu da eklemişler rapora.[xxi]

 

Hemen ardından, 20 ülkenin sponsorluğunda DARA adlı büyük kalkınma araştırması kuruluşunca yayımlanan bir analiz ise daha da ciddi, hatta şoke edici nitelikte idi. İklim değişikliği konusu dünya ülkelerinin hükümetleri tarafından gözardı edilmeye devam ederse, bunun sonucunda ortaya çıkacak felaket sadece 18 yıl içinde 100 milyon insanın canını alacak, dünya gayri safi hasılasının yüzde 3.2’sini silip süpürecek, en az gelişmişlerde yüzde 11, Çin’de 1.2 trilyon $ toplam kaybın en büyük bölümünün, ABD ekonomisinin yüzde 2’sinin kaybına, Hindistan’da YİGSH’nın yüzde 5’inin yokolmasına yol açacaktı. Bu, trilyonlarca dolar kaybına yol açacak; açlık-kanser-permafrost çözülmesi-deniz yükselmesi-ev içi ve dışı hava kirlenmesi-balıkların, biyolojik çeşitliliğin, orman varlıklarının tükenişi gibi binbir korkunç olay dünyada mahşerin 4 atlısı gibi kol gezecekti.[xxii]

 

Evet, bildiniz: Bunların hepsine ayrı ayrı birer işaret daha koymamız lâzım. Haydi hep beraber o zaman – işaretleyelim!

 

“Yeni Normal”imiz

Avrupa Birliği’nin “hükümeti” sayabileceğimiz Avrupa Komisyonu’nun iklim eylemleri konusundaki “bakanı”, yani komisyon üyesi Connie Hedegaard, artık içinde bulunduğumuz bu yeni durumu, geçen ay ortasında yazdığı bir makaleye koyduğu başlıkla özetleyivermiş: “‘Aşırı’ Havalara Alışalım, Bu Artık Yeni Normal”. Daha önce, Danimarka’nın eski Çevre Bakanı olan Hedegaard, bilim dünyasının daha sıcak bir gezegenin daha aşırı havalara yol açacağı konusunda bizi yıllardır uyardığını, o aşırı havaların da gelip çattığını şöyle belirtiyordu: “Sıcak dalgaları, seller, kuraklıklar ve orman yangınları, gitgide ısınan dünyanın yeni gerçekliğidir.”[xxiii]

 

Alışabilir miyiz bilinmez, ama derin bir nefes alıp bu cesur yeni dünyanın “yeni gerçekliği”ne ilişkin yeni verilerinden bazılarına biraz daha bakalım isterseniz: Saygın bilim dergisi Nature Climate Change’de yayımlanan yeni bir araştırmada okyanuslar ısındıkça iklim değişikliği yüzünden balıkların boylarının neredeyse dörtte bir oranına kadar küçüleceği saptandı.[xxiv] İşaretledik! Dünyanın en saygın bilim dergilerinden National Academy of Sciences Journal’da yayımlanan çok taze bir raporda Avustralya’daki dünyanın en büyük ve en zengin deniz yaşam alanına ev sahipliği yapan mercan kayalığı Büyük Bariyer Resifi’nin (Great Barrier Reef), mercan örtüsünün yarısından fazlasının son yirmibeş senede yokolduğu, mercan örtüsünden geriye kalanın yarısından fazlasının da gelecek 10 yıl içinde ağarıp gideceği saptandı.[xxv] İşaretledik!.

 

İklim değişikliğinin denizler üzerindeki etkisini araştırmak için 2,5 sene boyunca deniz üstünde 112 bin kilometre kateden Tara araştırma gemisindeki araştırmacılar, Güney Kutbu’nda daha önce insan eli değmemiş tamamen bâkir bir deniz olduğu sanılan Güney Denizi’nde insanlığın bıraktığı muazzam plastik çöplüğü ile karşılaştılar! Seferin düzenleyicisi, Tara Oceans adlı kuruluşun bilimsel koordinatörü Chris Bowler, bu plastik yığınını dünyanın ta öbür ucunda bulmanın, dünyada artık insan elinin uzanmadığı yer kalmadığını gösteren önemli bir kanıt olduğunu söyledi ve sonra şöyle dedi: “Bu aşamada fazla birşey yapmak için artık çok geç. Zira bu nesneler binlerce yıl boyunca ortalıkta dolanmaya devam edecek.”[xxvi] İşaretledik!

 

Uyanma Zorunluluğu

Kes-kopyala-yapıştır tekniğiyle kaleme aldığımız işbu “alarm yazısı”nın son girdisi de –gerçekten ender raslanır bir tesadüf sonucu– Türkiye basınından geliyordu: “Ada Ülkelerinden Kaçmak İçin 10 Yıl Kaldı” gibi çarpıcı bir başlıkla verilen haberde, dünyanın önde gelen iklim bilimcilerinden Michael Mann’ın, Ulusal Kar ve Buz Veri Merkezi’nin (NSIDC) şoke edici son verilerine göre[xxvii] Kuzey Buz Denizi’ndeki buzulların beklenenden daha hızlı eridiğini, “şimdiye kadar yapılan hesapların çoğunun öne kaydırılmak zorunda kalınacağını” bir bilimsel kongrede ortaya koyduğu yazılıydı. Ünlü iklim bilimci Maldivler, Kiribati ve Tuvalu gibi ada ülkelerinde deniz seviyelerinin gelecek 10 ila 20 yıl içinde yükseleceğini, buralarda yaşayanların tahliye olmaktan başka çaresi kalmayacağını dünya âleme açıklıyordu. Teksas’taki kongrede Mann, ada sakinleri için suların yükselmesinin aynı zamanda, tuzlu deniz suyunun da karışmasıyla içilebilir temiz sulara ulaşmakta güçlük yaşanacağı anlamına geldiğine de dikkat çekiyordu.[xxviii]

 

Dünyanın öbür ucunda Hind Okyanusu’nda ya da Pasifik’teki minnacık adalarda yaşayan bir avuç insan için fazla gürültü patırtıya değmez diye düşünülebilir elbette. Ne var ki, Malazgirt Zaferi’nden belki de 1,000 yıl daha önce oralara gelip yerleşmiş, oraları yurt bilmiş olan bu insanlar, şimdilerde komşu anakaralarda “yeni” ülke kurmak için arsa bakmak durumunda olduklarından, olayı önemsiyorlar – ve işaretliyorlar!

 

 

Dünyanın geri kalanına: Ülkem için yeni bir yer bulabilir misiniz lütfen!

 

İşbu yazıda işaretleyip kayda alacağımız bir rapor daha var elimizde, şimdi onu da rapor edelim ve bu ayki raporlama işimize şimdilik son verelim isterseniz: Dünyanın önde gelen yardım kuruluşlarından Oxfam International, geçen Eylül başlarında “Aşırı Havalar, Aşırı Fiyatlar” başlıklı bir rapor yayımladı. Rapor, küresel ısınma ile aşırı hava olaylarının birleşmesi sonucu, önümüzdeki birkaç onyıl içinde gıda fiyatlarında yıkıcı fiyat şokları yaşanacağı uyarısı yapılıyordu. Daha önceki analizlerinde 2030’a kadar buğdayda (2010 tabanına göre) yüzde 120’lik, mısırda da yüzde 177’lik bir artış öngören raporda, şimdi mısır fiyatlarının 2030’da yüzde 500 gibi inanılmaz bir artış göstereceği hesaplanmıştı! Oxfam İklim Değişikliği Politikaları danışmanı Tim Gore, aşırı hava ve iklim olaylarının muazzam potansiyel etkisinin bugünkü iklim değişikliği tartışmalarında eksik olduğunu esefle kaydediyor ve şöyle diyordu: “Gıda fiyatlarının fırlamasından hepimiz etkileneceğiz elbette, ama en yoksulların en ağır darbeyi yiyeceği kesin. … Dünya, iklim konusundaki ataletin doğuracağı fecî sonuçlara uyanmak zorunda.”[xxix]

 

“Uyanma zorunluluğu” konusunda, Time dergisi tarafından, iklim değişikliği konusunda dünyanın en etkili blog yazarı olarak nitelenen fizikçi ve yazar Joe Romm’un ünlü Nature bilim dergisinde yayımlanan şu kehanetini de hatırlamakta yarar olabilir: “Hızla kötüleyen iklim karşısında yüzyılın ortasında 9 milyar insanı beslemek, insan türünün şimdiye kadar yüzyüze geldiği en büyük meydan okuma olabilir.”[xxx]

 

Hem Halk Hareketini, Hem de Geleceği Kurmak

 

Tarihin gelmiş geçmiş en büyük meydan okuması karşısında meydana nasıl çıkacağız peki?

 

Sonuç olarak, hattı harekâtımızın hangi doğrultuda olduğu gayet net aslında, ey okur: Mâhut “meydanın” dört bir yanına aynı anda yürümemiz gerekiyor. Ve bunu yapabiliriz!

 

Yakın zaman önce hem gezegeni, hem de bedenleri iyileştirme yollarının tartışıldığı bir “Yiyecek Devrimi Zirvesi”nde dünyanın önde gelen sağlık, beslenme ve ekoloji düşünürlerini, aktivistlerini bir araya getiren ve dünyada sağlıklı beslenme konusunun en önde gelen yazar ve aktivist isimlerinden ikisi olan baba oğul John Robbins ve Ocean Robbins’e mülakat veren Bill McKibben, aynı anda “dört koldan” ilerleme zorunluluğunu şöyle dile getiriyordu: “Bu noktada artık açıkça görülüyor ki, mevcut sistemi kendi araçlarına bırakırsak sistemin değişiklik filan yapacağı yok. Bizim çaba gösterip onu itmemiz lazım ve bunu yapmak mümkün […] Mümkün olan şeyler arasında siyasi değişim talep edecek büyük halk hareketleri yaratmak da var… ama aynı zamanda, yerel düzeyde ne gibi değişimler yaratabileceğimizi düşünmek de var; yani fosil yakıtlardan sonraki dünyanın kurum ve yapılarını inşa etmek de var. İkisini birden yapmak zorundayız bunların…. Yani, ‘ya o, ya o’ durumu değil: ‘hem o, hem o’ seçimi var burada.”[xxxi]

 

Yazar ve aktivist John Robbins de, aynı mülakat esnasında, o vazgeçilmez ve hayatî hareket tarzını şöyle tanımlıyor: “Kişisel düzeyde de harekete geçmeliyiz, topluluk (cemaat/community) düzeyinde de; ulusal düzeyde de eylemli olmalıyız, küresel düzeyde de.”[xxxii]

 

Dar zamanda kısa paslaşmalar zamanıdır yani, ey okur – kelimenin tam anlamıyla.

 

Cesaretin Kaynağı

James Hansen, Gus Speth, Wendell Berry, David Suzuki, Bill McKibben, Arundhati Roy, Naomi Klein, Darryl Hannah, Mark Ruffalo, Chris Hedges, Medea Benjamin, Kumi Naidoo… ve daha yüzlercesi, binlercesi, saymakla bitmeyecek kadar insan direniş için ortalığa dökülmüş durumdalar artık. Daha önce benzerine pek rastlanmamış bir durum bu: Pek çoğu, tartışmasız bir şekilde kendi alanlarında dünyanın önde gelen isimleri sokakta, eylemdeler: En üst düzey iklim bilimciler (Hansen), sayısız ödüllü genetik bilimci, yazar ve yayıncılar (Suzuki), çok ödüllü hukuk âlimleri (Speth), Nobel Barış Ödüllü aktivistler (Jody Williams), Özgürlük Madalyası sahibi çevre örgütçüleri (John Adams), Pulitzer Ödüllü gazeteciler (Hedges), edebiyat, yayıncılık ve örnek vatandaşlık dallarında pek çok ödül almış yazar, akademisyen ve aktivistler (Berry, McKibben, Roy, Klein), oyunculuk, yönetmenlik ve çevre aktivizmi dallarında birçok ödül almış, kimi ikon statüsü kazanmış oyuncular (Margot Kidder, Tantoo Cardinal), yerli halk ve kabilelerin saygın reisleri, önde gelen dinî liderler… hepsi başkaldırmış, sivil itaatsizlik eylemlerine geçmiş haldeler.[xxxiii]

 

Onların yanıbaşında kimler var? Kimi 90’ına merdiven dayamış emekliler, kimi 18’inden gün almış öğrenciler, dünyada küresel ısınmayı pek kimsenin bilmediği zamanlarda (ta 1992’de) örgüt kurup, harçlıklarını biriktirip, biraz da aileden maddi destek alarak çıkardığı yol parasıyla Birleşmiş Milletler Yeryüzü Zirvesi’nde dünya ülkelerinin temsilcilerini iklim değişikliği felaketine karşı uyaracak konuşma yapmaya giden 12 yaşındaki çocuklar (tam 20 yıl sonra bu sefer genç bir “anne” olarak yeniden Rio’da konuşacaktır!)… Sokaktaki insanlar yani, sıradan dünya yurttaşları…[xxxiv]

 

Bu insanları, şan-şöhret-para-prestij-gelecek kaygısı-fişlenme korkusu-ileride iş bulamama endişesi dinlemeden ve bunların hepsini riske atarak, şiddet kullanmadan sivil itaatsizlik eylemlerine girişmeye sevkeden sihirli kavram nedir? Ünlü aktris Daryl Hannah ile –kendi arazisinde kendi ‘mülkiyet hakkına tecavüz’ suçlamasıyla!– gözaltına alınan “Büyük büyüknine” Eleanor Fairchild’ı, o narin bedenlerini devasa iş makinelerinin önüne atmaya, polis tarafından itilip kakılarak, bileklerine plastik kelepçeler vurulup hapishanelere tıkılmaya, en değerleri şeyleri olan kişisel özgürlüklerini dahi feda etmeye iten şey nedir?[xxxv]

 

Ya da, genciyle yaşlısıyla bir yığın çevre ve iklim aktivisti ile bir grup toprak sahibini karayollarının ortasına, kamyonların yoluna yatma, aylarca ağaçların dallarında tüneyip petrol şirketlerinin dev ağaç kesme makinelerinin kepçelerinin karşısında polisin biber gazlarına ve binbir itip kakmasına karşı çıkmaya yönelten dürtü nedir?[xxxvi] Nereden geliyor bu cesaret? Hiç tükenmeyen, sürekli canlı kalan bu umut ve kararlılığın kaynağı nedir?

 

Dünyanın Sonu

Bu karmaşık soruya ancak kısmî ve parçalı cevaplar verilebilir. Mesela, zift kumları petrol boru hattına karşı geçen yıl büyük bir başarıyla gerçekleştirilen dev sivil itaatsizlik eyleminin örgütleyicilerinden Bill McKibben, kodeste geçirdiği 72 saati şöyle tarif ediyordu: “Dünyanın sonu değildi; ama dünyanın sona ermesi, dünyanın sonudur.”[xxxvii]

 

Üç kişiden üç özlü paragraf alıntısı ile biter bu yazı. Guardian gazetesi, 2008’de başlatmış olduğu “İklim Değişikliği Faciasına 100 Aylık Geriye Sayım” yayın kampanyasının 50. ayı sonunda, yani “Devre Arası”nda 50 uzmana “Gezegeni felaketten kurtarmak için 50 ayınız kaldığı söylense, neler yapardınız?” diye sormuştu. Cevaplardan şu üçünü sizin için seçtik:[xxxviii]

 

Bill McKibben (Doğa’nın Sonu kitabının yazarı ve 350.org kurucusu): “Daha yoğun çalışmak zorundayız – önümüzdeki 50 ay boyunca doğrudan doğruya fosil yakıt şirketlerini hedef alacağız; onların işletme modelleri gezegenin iklim sistemini yıkmaları anlamına geliyor. Yani, ya biz ya onlar. Biz sağ kalalım derim.”

 

Gus Speth (Çevre hukuku profesörü, UNDP eski başkanı, Dünyanın Kenarındaki Köprü kitabının yazarı): “Sonunda vardığım görüş: Şu anda esas ihtiyacımız olan şey, sokaklara yayılmış devasa bir kitle protesto eylemi – küresel bir Tahrir Meydanı.”

 

Kumi Naidoo (Greenpeace International Direktörü, çocuk yaşta apartheid’a karşı mücadeleye katılmış ve ömrü böyle geçmiş “sürekli eylemci”): “İnsanları gittikçe artan sayıda sokaklara çıkıp barışçı sivil itaatsizlik eylemlerine katılmaya çağırıyoruz. Eylemin sözden daha çok ses getirdiği özlü sözü doğru ve ne hazin ki, siyasi liderlerimizin bize kulak vermesini sağlayacak tek yol bu gibi görünüyor.”

 

İşaretleyelim, ey okur – üçünü de.

 

Ömer Madra – Açık Radyo


[i] BBC News online, 5 Eylül 2012;

ayrıca bkz.: Ömer Madra, “Ölüm Sarmalı”, AR Eylül 2012 bülteni, 1 Eylül 2012

 

[iii] Agy

 

[iv] John Vidal, “Arctic Expert Predicts Final Collapse…,The Guardian online, 17 Eylül 2012;

[v] Agy; ayrıca bkz.: Ömer Madra, “Ölüm Sarmalı”, AR Eylül 2012 bülteni, 1 Eylül 2012

 

[vi] Greenpeace.org/canada, 19 Eylül 2012

 

[vii] John Vidal, “Arctic ice shrinks 18% in a year…,The Guardian online, 19 Eylül 2012

 

[viii] Anna M. Clark, “America’s Miasma of Misinformation on Climate Change,”

The Guardian online, 23 Eylül 2012

 

[ix] John Atcheson, “We Are Writing the Epilogue to the World We Knew,”

CommonDreams.org, 31 Ağustos 2012

 

[x] Agy

 

[xi] Ben Cubby,  “Tipping into New Climate Territory as Scientists Put Fears on Ice”, 23 Eylül 2012

The Sunday Morning Herald online, 23 Eylül 2012

 

[xii] Bkz: Ömer Madra – Ümit Şahin, Küresel Isınma ve İklim Krizi, Agora, 2007, (2. basım), s. 266-67

 

[xiii] Nakleden Joe Romm, “It’s ‘Extremely Likely That at Least 74% of Observed Warming Since 1950’ Was Manmade…,Thinkprogress.org/climate, 5 Aralık 2011 (vurgular benim – ÖM)

 

 

[xiv] Nakleden Matthew Rothschild, “Bill McKibben: Go After the ‘Outlaw’ Fossil Fuel Companies,” The Progressive online, 21 Eylül 2012

 

[xv] George Monbiot, “Along with the Arctic Ice, the Rich World’s Smugness Will Melt”, The Guardian online, 27 Ağustos 2012

 

[xvi] George Monbiot, “The Day the World Went Mad,” The Guardian online, 29 Ağustos 2012

 

[xvii] Örneğin, bkz.: NTVMSNBC.comRadikal.com, Sabah.com vb. haber portalları, gazeteler.

 

[xviii] Chris Hedges, “Life is Sacred,”, TruthDig.com, 3 Eylül 2012

 

[xix]Australia Seventh-Worst Polluter on Earth: Report”, ABC News online,16 Mayıs 2012

 

[xx] Pallab Ghosh, “Science Adviser Warns Climate Target ‘Out the Window’,” BBC News, 23 Ağustos 2012

 

[xxi] Suzanne Goldenberg, “Report Warns of Global Food Insecurity As Climate Change Destroys Fisheries,” The Guardian online, 24 Eylül 2012

 

[xxii] Örneğin bkz.: “100 Million Dead, Trillions of Dollars Lost from Climate Change by 2030….”, CommonDreams.org, 26 Eylül 2012

 

[xxiii] Connie Hedegaard, “Get Used to ‘Extreme’ Weather…”, The Guardian online, 19 Eylül 2012

 

[xxiv] Alister Doyle, “Climate Change to Shrink Fish…”, Reuters, huffingtonpost.com, 30 Eylül 2012

 

 

[xxv] “Studies Confirm Climate Change Causes Further Destruction…”, CommonDreams.org, 2 Ekim 2012

www.commondreams.org/headline/2012/10/02-2

 

[xxvi] Zoe Holman, “Plastic Debris Reaches Southern Ocean…,” The Guardian online, 27 eylül 2012

 

[xxvii] Bkz.: yukarıda dipnot 2

 

[xxix] Joe Romm, “Oxfam Warns Climate Change and Extreme Weather Will Cause Food Prices to Soar,” thinkprogress.org/climate, 27 Eylül 2012

 

[xxx] Joseph Romm, “Desertification: The next Dust bowl”,  27ekim 2011

 

[xxxi] Bill McKibben Interview at www.foodrevolution.org, Haziran 2012

 

[xxxii] Agy

 

[xxxvi] Green Groups: “We Stand With Those Who Stand Against Tar Sands Pipeline: An Open Letter”,

CommonDreams.org, 5 Ekim 2012

 

[xxxvii] Matthew Rothschild, “Bill McKibben: Go After the ‘Outlaw’ Fossil Fuel Companies,”

The Progressive online, 21 Eylül 2012

 

[xxxviii]50 Months to Save the World – Interactive,The Guardian online, 1 Ekim 2012

 

 

Türkiye’de böyle şeyler olmaz abi! – İpek Gündüz

Bir pop müzik konserinde iki eşcinsel sevgili öpüşebilir mi? Peki ya öpüşürse neler olur? Merak etmeyin bu seferlik linç edilmediler.

 

Her gün bir kaç kadının erkek şiddetiyle öldürüldüğü, bir o kadarının cinsel saldırıya maruz kaldığı bir ülke burası. Dayak zaten sıradan bir olgu haline gelmiş durumda. Bu şiddet döngüsü çoluk çocuk demeden de sürüp gidiyor. Bir de eşcinsellere yönelik şiddet var elbette. Ya gırtlakları kesilerek öldürülüyorlar ya da en hafifinden dayakla kurtuluyorlar. Toplumsal linç histerisine kolayca kurban gidebileceklerinin örneğini daha bir kaç gün önce İstanbul Avcılar’da gördük. Avcılar Denizköşkler Mahallesi’ndeki site sakinleri ve çevre halkı, travestilerin fuhuş yaptıkları iddiasını öne sürerek yapacaklarının neler olabileceğini gösterdiler dünya aleme. Şimdilik sadece travestilerin sitelerinden atılmasını istiyorlar.

İşin içine seks, ahlak, toplumsal kurallar gibi kerameti kendinden menkul bir takım kavramlar girdi mi kimse önünde durmuyor. Duramıyor. Hatta bir şarkıcının kilibi bile ne kadar “hassas” vatandaşlarımıza sahip olduğumuzu kanıtlayabiliyor. Abartı değil. Cem Adrian’ın bir klibindeki görüntülerin mastürbasyon çağrışımı yaptığı, eşcinsellik içerdiğini düşünenler meseleyi sosyal medya gündeminde “tartıştı”. Tartıştı diyoruz ama pek de tartışma kültürü yoktu. “Klip yasaklansın” diyenler seslerini yükseltip durdu bilgisayarlarından. Anlayacağınız toplumun genelinde yayagın kabul gören kurallar, tutumların dışında bulunanlar en hafifinden ayıplanmayla başlayıp, toplumdan dışlanmaya daha kötüsü dayak ve ölüme kadar uzanan bir karmaşık yolun yolcusu oluyor.

Öpüşenler erkek çıkarsa!

Bu yolcuların en başında ise genel bir kabul edilmişlikle eşcinseller geliyor. Sözlüklerin “eşcinsellik korkusu” diye tanımladığı homofobi, ne yazık ki toplumun yaygın bir kesiminde görülüyor. Bu yüzdendir ki çevremizde  çoğu insandan “eşcinsellik hastalıktır” sözünü duyuyor, gazetelerde bu uğurda kıyılan canları okuyoruz. Sosyo kültürel fark gözetmeden hayatın her alanında karşımıza çıkıyor homofobi.

Anlatacağım olay da bu tespitle ilgili. Maçka Küçükçiftlik Parkı‘nda bir konser. Çoğunluğunu gençlerin oluşturduğu eğlencenin,doruğuna çıkmış gençlerden oluşan bir izleyici kitlesi. Hoplayıp zıplayıp şarkılara eşlik edenler, içkilerini yudumlayanlar. Elbette sevgilisiyle öpüşüp koklaşanlar. Herkes kendi havasında. Ta ki öpüşen iki sevgilinin ikisi de erkek oluncaya dek… Sonra ne mu oldu? Buyrun.

Modern görünümlü ilkeller

Geçen cumartesi Maçka Küçükfitlik Parkı’nda Amerikalı elektro pop müzik grubu LMFAO’nun konseri vardı. 10 binin üzerindeki izleyici grubunun tarzları da en az grup kadar ilgi çekiciydi. Rengarenk kemik gözlükler takanlar, çizgili pantolonlar yırtık tişörtler içindeki farklı farklı saç stilleriyle binlerce genç. Arada çocuklarıyla konseri izlemeye gelen ebeveynler de vardı elbette. Ama çılgın dans figürleriyle her şarkıya eşlik edenler, içki içenler, kucak kucağa oturmuş sarmaş dolaş olmuş öpüşüp koklaşan çiftler konser alanını tıklım tıklım doldurmuştu.

Herkes kendi halinde eğlencenin tadını çıkarırken  bir anda kalabalık konser alanında bir grup gençten oluşan bir halka oluşuverdi. Herkes aynı noktaya bakıyor, söyleniyordu. Aralarında kısa süre önce kendi sevgilisiyle öpüşenler de dahil olmak üzere herkes öpüşen eşcinsel bir çifti izliyordu. Çift, üzerlerine dikilen gözlere rağmen öpüşmeye devam ettikçe etraftan gelen “cık cık” sesleri de artmaya başladı. Hemen yanlarındaki heteroseksüel çiftlerin samimiyeti, öpüşmeleri hem kimsenin ilgisini çekmiyor kimse de “cık cıklamıyordu”. Bu modern görünümlü ilkellerin her birinin içinde bir ahlak zabıtası yaşıyormuş meğerse.

Hassas vatandaşlar işbaşında

Derken izleyici grubunun arasına iki güvenlik görevlisi peydah oldu. Belli ki “hassas vatandaşlar” bu “ayıba” sessiz kalamamıştı. Ait oldukları sosyo kültürel çevrenin terbiyesinden olsa gerek, linç etmeye kalkmadılar. İlgilisine şikâyet yeterli görülmüştü. İlgilisi de gereğini yerine getirmeye kararlıydı. Eşcinsel çiftle güvenlik görevlileri arasında yaşanan tartışmaya yönelik sessizlik zaten işin varacağı noktayı özetliyordu. Öyle de oldu. Toplumsal normların dışına çıkan çiftimiz yaptığı ayıbın karşılığını konser alanı dışına çıkarılarak ödedi. Hemen yanımızda duran 20’li yaşlardaki genç ise arkadaşıma dönüp durumu özetledi: “Böyle şeyler Türkiye’de olmaz abi!

Bu arada tüm hızıyla devam eden konserin ilerleyen bölümlerinde ne mi oldu? LMFAO çok bilinenSexy and i know it (Seksi ve bunu biliyorum) şarkısını söylemeye başladı. Tam da bu şarkı çalarken sahnedeki grup üyelerinden biri kadın altı kişi şovlarına neredeyse çırılçıplak kalarak devam etti. Kısa süre önce duyulan “cık cık” seslerinin yerini alkışlar kaplamıştı. Herkes hoplayıp zıplayıp bu erotik şova kendince katıldı. En çok da “Türkiye’de neyin olup olmayacağına karar veren abi” eğlendi.

İpek Gündüz –http://www.habervesaire.com/news/turkiye-de-boyle-seyler-olmaz-abi-2383.html

 

Su Kanunu taslağı kurum görüşlerine açıldı

Orman ve Su İşleri Bakanlığı, jeotermal sular ve denizler hariç, kıyı suları dahil olmak üzere yüzeysel, yeraltı su kaynaklarıyla alakalı bütün hususları ve doğal mineralli suların tahsisine dair denetim hususlarını kapsayan Su Kanunu Taslağı’nı görüşe açtı.  Görüşe açılan taslak metne buradan ulaşabilirsiniz.

Bakanlık’tan yapılan yazılı açıklamada, 1926 yılında çıkan Su Kanunu’nun yenilendiği belirtilerek, yeni düzenlemenin, su kaynakları için kapsamlı bir koruma sistemi getireceği ifade edildi.

Su Kanunu Taslağı’nın görüşe açıldığına işaret edilerek, Kanun’un, jeotermal sular ve denizler hariç, kıyı suları dahil olmak üzere yüzeysel, yeraltı su kaynakları ile alakalı bütün hususları ve doğal mineralli suların tahsisine dair denetim hususlarını kapsayacağı bildirildi.

Açıklamaya göre, kanun taslağıyla su kaynaklarının, devletin hüküm ve tasarrufu altında olduğu kayıt altına alınıyor. Taslak, su kaynaklarının miktar ve kalite açısından mevcut ve gelecekteki durumu dikkate alınarak, sosyal, ekonomik ve ekolojik ihtiyaçları karşılayacak bir Ulusal Su Planı hazırlanmasını içeriyor. Ayrıca, her havza için, suyun akılcı kullanımını ve çevresel hedefleri, bu hedeflere ulaşmak için kurak dönemlerde su yönetimini de dikkate alan tedbirler programını ihtiva eden havza yönetim planı hazırlanacak.

Dere yataklarına konut yapılamayacak

Taslağa göre, her havza veya alt havza için muhtemel taşkınların oluşturacağı risk ve zararların belirlenmesi, önlenmesi ve planlanmasına yönelik taşkın yönetim planı hazırlanacak. Kadastro çalışmaları sırasında taşınmazların tahdit, tespit ve tescilinde, taşkın kriterlerine uygun olarak dere yatak genişliği esas alınacak. Tabii akışa imkan verecek şekilde dere yatakları tescil dışı bırakılacak. Yerleşim yerlerinin imar planlarının hazırlanması esnasında taşkın yönetim planlarına uyulması mecburi tutulacak.

Su yapılarının planlanmasında tabii hayatın devamlılığını sağlayıcı tedbirler alınacak. İçme ve kullanma suyu temin edilen veya edilmesi planlanan su kaynaklarında uygulanabilir en iyi su arıtma teknolojisi kullanılarak, insan sağlığı açısından içilebilir su elde edilmesine imkan sağlayacak su kalitesi sağlanacak.

Su yataklarında yapılacak her türlü fiziki düzenlemede tabii akış mecrasının ve canlı hayatın korunması için uygun tedbirler alınacak. Göller, rezervuarlar ve yeraltı su kütlelerinden su çekilmesinde su kütle dengesinin bozulmaması sağlanacak.

Su tahsisi devri başlıyor

Havza su tahsis planları, yerüstü ve yeraltı suları müştereken değerlendirilmek, su kullanım öncelikleri ve bütün ihtiyaçlar dikkate alınmak suretiyle havza veya alt havza ölçeğinde yapılacak.

Türkiye Cumhuriyeti kanunlarına göre kurulmuş tüzel kişiler ve Türk vatandaşlarına yapılacak su tahsisleri, havza su tahsis planları esas alınarak Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü tarafından yapılacak.

Tahsis edilen su kaynakları ve doğal mineralli sular için su tahsis belgesi verilecek. Bu belge ücrete tabi olacak. Doğal mineralli sular dışında kalan münferit su tahsisi, en fazla 49 yıla kadar yapılabilecek. Doğal mineralli sular dışında verilen su tahsis belgeleri hiçbir şekilde devredilemeyecek.

Tahsise konu su kaynağı hiçbir şekilde haczedilemeyecek, rehnedilemeyecek ve üzerine tedbir konulamayacak. Su tahsis edilenlerden, tahsis edilen suyun metreküpü üzerinden yönetim hizmetleri ücreti alınacak.

Nehir yatağından izinsiz kum çekilemeyecek

Kanun taslağına göre, yasak olacak fiillerden bazıları şöyle:

“-Su yapılarına zarar vermek.
-Nehir yatakları ve taşkın sahalarından, göl ve kıyı suyu tabanlarından izinsiz kum, çakıl malzemesi çıkarmak.
-Dere yataklarında veya taşkın sahalarında imar düzenlemesi yapmak, yapı izni vermek ve yapı yapmak.
-Mevsimlik akışlı olsa dahi, dere yataklarını ve taşkın sahalarını izinsiz kapatmak, üzerine yapı yapmak veya tarla haline dönüştürmek.
-Su ekosistemlerine zarar vermek.
-Yeraltı sularına izinsiz olarak doğrudan veya dolaylı besleme yapmak.
-Su kaynağına ilişkin olarak kontrolsüz zirai mücadele ilaçları ve gübre kullanmak.
-Su kaynaklarına izinsiz balıklandırma ve bitki ekimi yapmak.”

(CnnTürk)

AB: “İklim değişikliğinde hedefleri tutturamayız”

AB’den yapılan açıklamaya göre, karbondioksit emisyonlarının azaltımı için 2030 hedeflerinin, 2014’te gerçekleşecek Avrupa Parlamentosu seçimlerinden önce açıklanması beklenmiyor.

Avrupa Komisyonu’nun İklim Genel Müdürü Jos Delbeke, ‘Gerçeği görelim; 2014’te, 2009 yılında olduğu gibi iklim ve enerji paketiyle ilgili her şeyi yetiştiremeyeceğiz. Zaman yok. Önümüzdeki Komisyon döneminde 2030 ile ilgili net olmamız gerekiyor. Bu da 2015 ya da 2016 anlamına geliyor’ dedi.

Brüksel’de konuşulanlara aykırı olan bu açıklama, Emisyon Ticaret Sistemi’ndeki (ETS) fiyatlarla ilgili geçen sert tartışmaların ardından, önümüzdeki parlamento için iklim ve enerji konusundaki safları belirleyebilir.

Delbeke, Komisyon’un ETS’de, kirletme izinlerine nasıl müdahale edileceğini netleştirmek üzere bir değişiklik yapma girişimlerinin, ‘orantısız’ olduğu gerekçesiyle ‘bazı iş çevrelerinden’ sert tepki çektiğini söyledi.

Delbeke, ‘Tek satırlık küçük bir değişiklik teklif edildiğinde bu kadar tepki gösterildiğini görünce, 2014’e kadar kapsamlı bir iklim ve enerji paketi oluşturabileceğimiz konusunda umudum azalıyor’ dedi.

Değişiklik, 19 Şubat 2013 tarihinde Avrupa Parlamentosu’nun çevre komisyonunda görüşülecek. Öte yandan Komisyon’un tekliflerini Kasım ayında sunması bekleniyor.

Delbeke’nin açıklaması, elektrik sektörü birliği Eurelectric’ten gelen, sürpriz bir çağrı üzerine geldi. Eurelectric, AB’ye 2020 sonrası yenilenebilir enerji politikasını 2030 emisyon hedefleriyle birbirine bağlayan uyumlu bir paket hazırlama çağrısında bulundu.

Eurelectric Genel Sekreteri Hans ten Berge, ‘Bu sürecin şimdiki AB döneminde, 2014 yazından önce büyük ölçüde tamamlanmış olması gerekir’ dedi.

Avrupalı elektrik üreticileri AB’nin karbonsuzlaşma mekanizmalarından yana tavır alıyor. Ancak yoğun bir şekilde enerji tüketen sektörler, bunun getireceği maliyetten kaygı duyuyor.

Avrupa Komisyonu’nun iklimden sorumlu üyesi Connie Hedegaard’ın, sabit karbon piyasası planlarını açıklamasından bir hafta önce, Komisyon’un enerjiden sorumlu üyesi Günther Oettinger, denizde petrol ve doğalgaz sondajını destekleyen yeni bir politika oluşturulması çağrısında bulundu.

ABD şu anda kömür tüketimini, ‘kaya gazı devrimi’ sayesinde düşen doğalgaz fiyatları sayesine Avrupa’dan çok daha hızlı terk ediyor.

(Euractiv)

 

Beden Müziği Festivali başladı

5. Uluslararası Beden Müziği Festivali (UBMF) Istanbul’da, 9-14 Ekim 2012 tarihleri arasında, farklı ülkelerden gelen birbirinden gösterişli beden müzisyenlerinin katılımıyla gerçekleşecek. CRR Konser Salonu, BKM, Nardis Jazz Club, Fransız Kültür Merkezi, İtalyan Kültür Merkezi, Arte İstanbul, Adahan İstanbul, Notre Dame de Sion Konser Salonu, Çıplak Ayaklar Stüdyosu ve Urban Lounge’da , 6 gün boyunca konserler, atölye çalışmaları, sahne senin etkinliği, öğretmen eğitimi, panel tartışma, ilk ve orta okullarda gösteri ve atölye çalışmaları ile pek çok değerli sanatçı Beyoğlu’nu ve İstanbul’u renklendirecek.

Babil Derneği’nin ev sahipliği yapacağı festival, Organizma Prodüksiyon yönetiminde, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Yunanistan Konsolosluğu, İsrail Konsolosluğu, Pozitif Müzik A.Ş. (22.Akbank Caz Festivali kapsamında Nardis Jazz Club konseri), Fransız Kültür Merkezi, Circolo Roma (Roma Kulübü Derneği), Beşiktaş Kültür Merkezi, Adahan İstanbul, Notre Dame de Sion Fransız Lisesi, Çıplak Ayaklar Kumpanyası, Urban Lounge, Dada Restaurant, Arte İstanbul, ELİAR, Rekta, İZOCAM, Türk Hava Yolları, Galata Şifahanesi, APT Turizm, AHM Gayrımenkul Ltd., Neo Filarmoni Dergisi ve Grizine’in katkılarıyla gerçekleştiriliyor

(Yeşil Gazete)

Çocuk Gelin saysında Avrupa ikincisiyiz

cocuk_gelinGeçtiğimiz yıl Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilmesinin ardından bu 11 Ekim’de ilk kez kutlanacak olan Uluslararası Kız Çocuklar Günü’nden önce açıklanan veriler, Türkiye için karamsar bir tablo çiziyor. Türkiye, yüzde 14’lük çocuk gelin oranıyla, Avrupa’da Gürcistan’dan sonra bu sorunun en yaygın olduğu ikinci ülke.

11 Ekim ‘Uluslararası Kız Çocuklar Günü’, Birleşmiş Milletler’in 19 Aralık 2011’deki kararının ardından ilk kez bu yıl kutlanacak. Ancak istatistikler, Türkiye için karamsar bir tablo ortaya koyuyor. Türkiye, Avrupa coğrafyasında Gürcistan’ın ardından çocuk gelinlerin en yaygın olduğu ikinci ülke. Avrupa bölgesinde sorunun en yaygın olduğu ülke Gürcistan’da 18 yaş altında evlenen kızların oranı yüzde 17 iken bu oran Türkiye’de yüzde 14.

Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu Direktörü Babatunde Osotimehin, İngiliz The Independent gazetesine yaptığı açıklamada, ‘Dünyada her zamankinden büyük bir genç kuşak var. Evlenmenin ya da yetişkin olmanın ne olduğunu bile anlamayan çocuklar evlendiriliyor. Kızların çocuklukları çalınıyor. Henüz hazır olmadan bebek sahibi oluyorlar ve kuşaklar arası yoksulluk bulunuyor. Bu vahşi döngüyü durdurmalıyız’ dedi.

UNICEF verilerine göre kalkınmakta olan ülkelerde kızların üçte biri 18 yaşından önce evleniyor. Yüzde onluk bir kesim ise 15’ini bile doldurmadan evleniyor.

Plan UK Direktörü Marie Staunton, çocuk gelinlerin ‘görünmez kızlar’ arasında en unutulmuşları olduğunu söyledi. Staunton, evlenen çocukların daha çok şiddet ve istismarla karşılaştığını ve eğitimlerini daha sık yarıda kestiklerini söyledi.

Türkiye, Avrupa coğrafyasında Gürcistan’ın ardından çocuk gelinlerin en yaygın olduğu ikinci ülke. Gürcistan’da 18 yaş altında evlenen kızların oranı yüzde 17 iken bu oran Türkiye’de yüzde 14. Sorunun en yaygın olduğu ülkelerden biri, kız çocuklarının üçte birinin 15 yaşına gelmeden evlendiği Bangladeş. Çocuk gelinler, kızların yüzde 46’sının 18 yaş altında evlendiği Güney Asya’da genel olarak yaygın. Bu oran Saharaaltı Afrika’da yüzde 37, Latin Amerika ve Karayipler’de ise yüzde 29.

(Euractiv)

Elektrikli otomobil kullanımı artıyor

0

Dünyanın en büyük otomobil pazarı ABD’de elektrikli araç satışları dikkat çekici şekilde artış gösterdi.

Yılın ilk 9 ayında ülkede satılan elektrikli araç sayısı 31.400 rakamına ulaştı. Geçen yılın aynı dönemi için ise bu rakam 11.094 idi.

Satış rakamları bakımından ilk üçü ise 16.348 adet ile General Motors’un Volt modeli, 7.734 ile Toyota’nın Prius modeli ve 5.212 adet ile Nissan’ın Leaf modeli paylaştı.

(Yeşil Ekonomi)

 

Sinema dergileri sergisi Altın Portakal’da

49. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali kapsamında, Akdeniz Üniversitesi İletişim Fakültesi içerisinde ‘Cumhuriyet Dönemi’nden 40 Sinema Dergisi’ adlı sergi açıldı.

1952- 1953 yılları başta olmak üzere, Cumhuriyet Dönemi’nde yayımlanmış 40 sinema dergisinin kapağının yer aldığı serginin açılışını, Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa Akaydın, İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Bilal Arık ve sergi sahibi Ege Görgün birlikte yaptı. Kurdele kesiminden sonra İletişim Fakültesi koridorlarına asılan dergi kapakları, öğrencilerin izlenimine açıldı.

Dergiler hakkında Başkan Akaydın’a bilgi veren Ege Görgün, hikayelerini anlattı. Protokol gezisinin ardından İletişim Fakültesi öğrencileri, sergiyi inceleme imkanı buldu.

(CnnTürk)