Ana Sayfa Blog Sayfa 4459

Güneş Enerjisi ile çalışan tekerlekli sandalye: Daha özgür, daha engelsiz bir dünya için… – Alper Şirvan

0

“Her icat, ihtiyaçtan doğar” diye yaygın bir inanış vardır ki, hayatım boyunca doğruluğunu fark ettiğim anlar çok olmuştur. Bu da onlardan biriydi sanıyorum.

Haydi, anlatmaya en baştan başlayalım:

Bursa’da yaşayan, tekerlekli sandalye kullanan bir spastik engelli olarak ilk tekerlekli sandalyeme 1985 yılında okula gidebilmek için türlü imkânsızlıklar neticesinde sahip olabilmiştim. Türlü imkânsızlıklar dedim, çünkü o zamanlar İstanbul’da sadece bir yerde üretilen ve lise 2’ye kadar (1990) kullandığım itmeli (manuel) tekerlekli sandalyemi “ısmarlama üretildiği için” uzun süre beklediğimi, kendi imkânlarımızla o zamanın parasıyla çok yüksek bir meblağa satın aldığımızı hatırlıyorum. 1990 senesinde arkadaşım, “benim evde bir tekerlekli sandalye var, babaannem için getirtmiştik Almanya’dan, o vefat etti; sandalye öylece duruyor; sen kullan istersen” diyene kadar kullandığım ve artık bana küçük gelmeye başlayan o sandalyeyi, biz de bir başka ihtiyaç sahibine verdik.

1991 yılında bir panel vesilesiyle irtibat kurduğum Nürnberg-Almanya’da faaliyet gösteren “Türk-Alman Özürlüler Derneği” ve başkanı Kamile Erdemir sayesinde ilk akülü sandalyeme, dolayısı ile “biraz daha özgürlüğe” kavuştum. O tekerlekli sandalyeyi 10 yıl kadar kullandıktan sonra bu sefer yine kendimiz, Ankara’da bir firmadan o zamanın parasıyla 5000 D.Mark’a halen kullanmakta olduğum akülü sandalyemi satın aldık. Son 10 yıllık süreçte üç çift akü tükettiğimi de belirtmek isterim.

Bursa gibi “yokuşları ve rampaları” ile meşhur bir şehirde en az 20 yıllık akülü tekerlekli sandalye kullanıcısı olarak şarjım bitip de hiç yolda kalmasam da, şarjı kontrol ederek ve bitmeden eve varma gereği ile yaşamak her zaman beni kısıtlamıştır. Hal böyle olunca, “keşke bütün şehri ‘şarjım bitecek’ diye kaygılanmadan dolaşacak güçte aküm olsa” diye düşünmeden edemezken, televizyonda gördüğüm “güneş enerjisi ile çalışan” bir takım araç gereç denemeleri, animasyon filmleri kafamda bir ümit ile birlikte parladı:

“Güneş Enerjisi ile Çalışan Tekerlekli Sandalye”

“Neden olmasın…” dedim.

2012 yılının Eylül ayında bu site worldcpday.org/ ve şu kampanya ile tanıştım:

“Türkiye Spastik Çocuklar Vakfı (TSÇV), bu yıl 4 Eylül’e denk gelen “World CP Day” kapsamında başlatılan ve “1 Dakikada Dünyamı Değiştir” (Change My World in 1 Minute) adıyla tüm dünyada yürütülen kampanyanın Türkiye’deki öncülüğünü üstlendi.

Kampanya kapsamında dünyanın dört bir yanından, CP’lilerin hayatını değiştirecek, kolaylaştıracak fikirleri isteyen herkes 1 dakikalık video ya da bir metinle gönderecek, gönderilen fikirler oylanacak, en çok oyu alan 3 fikrin hayata geçmesi için süreç başlayacak. “

Bu kampanyayı gördüğüm an “neden olmasın” diyerek “Güneş Enerjisi ile Çalışan Tekerlekli Sandalye” fikrimi aşağıdaki video ile kaydedip worldcpday.org sitesine yükledim.

 

 

Yapılan oylama sonucu, fikrim dünya çapında en çok oyu alan fikirler arasına girerken, kampanyanın seçici kurulu, “Güneş Enerjisi ile Çalışan Tekerlekli Sandalye” fikrimin hayata geçmesini uygun görüp ikinci aşamaya geçirdi.

Peki, nedir bu ikinci aşama?

19 Nisan 2013 tarihine kadar bu “Güneş Enerjisi ile Çalışan Tekerlekli Sandalye” projeme katkı yapabilecek yatırımcı(ların) katkıları ile yapılacak prototip bu tarihte Amerika’da yetkili komisyonun karşısına bir nevi görücüye çıkacak; eğer uygun görülürse bu sefer ticari olarak üretimi için süreç başlayacak.

Şu aşamada 19 Nisan’a kadar bir yatırımcı ve prototipi yapabilecek teknik desteğe ihtiyacımız var. Eğer bunu yapamazsak “Güneş Enerjisi ile Çalışan Tekerlekli Sandalye” fikrimi şu aşamaya kadar getirmemiz de bir anlam ifade etmeyecek.

O sebeple destek vermek isteyen yatırımcıların deas.worldcpday.org/a/dtd/182108-18868 sayfasında “The wheelchair with solar-power“ ismiyle yayınlanan projemin hemen yanındaki “I can invent this” düğmesine tıklayıp yatırıma talip olmaları yeterlidir.

“Tükenmeyen enerji” bütün insanlığın bir hayalidir fakat bu bizim için hayalden çok, önemli bir ihtiyaçtır.

Çünkü bizler, yürüyebilen insanlar gibi her an, sokağa çıkamıyoruz. Yürüyen insanın yürümesi yeterlidir; fakat bizim “ayaklarımız” demek olan tekerlekli sandalyelerimizin her şeyiyle hazır olması gerekmektedir.

İşte “Güneş Enerjisi ile Çalışan Tekerlekli Sandalye” projesi ile gün ışığının olduğu her an güneş enerjisinden faydalanan tekerlekli sandalyemizin, bir başka deyişle “ayaklarımızın” gücü asla tükenmediği gibi, depolama sayesinde “Tekerlekli Sandalyemizi” geceleri de rahatça kullanabileceğiz.

Bu projenin hayata geçmesi demek, benim gibi yürüyemeyen CP’liler başta olmak üzere bütün tekerlekli sandalye kullanıcılarının önünde bambaşka “özgürlük kapılarının” açılması demektir.

Haydi, bu kapıyı hep birlikte açalım!


Alper Şirvan

twitter.com/alpersirvan

www.alpersirvan.com

 

Al Pacino ve Brian De Palma tekrar birlikte

‘Yaralı Yüz” ve ”Carlito’nun Yolu’‘ filmlerinde beraber çalışan oyuncu Al Pacino ve yönetmen Brian De Palma, Joe Paterno’nun hikayesini anlatan ”Happy Valley’‘ adlı filmde tekrar buluşuyor.

Al Pacino’nun geçtiğimiz Eylül ayında başrolde yer alacağı duyurulan projenin senaryosu Joe Posnanski’nin Paterno biyografisinden uyarlanacak. Penn State Amerikan futbol takımının koçu Joe Paterno’nun,1966’da Penn State’e başlamadan önceki hayatından, 2011’de karıştığı seks skandalına kadar olan tüm yaşamı anlatıyor. Skandalda Paterno’nun, asistanı Jerry Sandusky’nin çocuklara cinsel tacizde bulunmasını örtbas ettiği ileri sürülüyordu. Bu olaydan sonra 46 yıldır çalıştığı kurumdan kovulan efsane kolej koçu Paterno, 30 yılı aşkın süre boyunca yardımcılığını yapan ve çocukları taciz etmekle suçlanıp 30 yıl hapse mahkûm olan Jerry Sandusky’nin yaptıklarının bir nevi günah keçisi seçilmişti. Filmin haklarını, çok satan Paterno’nun yazarı Joe Posnanski’den alan Edward R. Pressman, Happy Valley’nin, De Palma ile Pacino’yu üçüncü kez bir araya getirdiğini belirterek, ”Trajik hatası nedeniyle gözden düşen karmaşık, oldukça dürüst bir adamın hikayesini anlatmak için daha iyi bir çift düşünemiyorum” dedi. Joe Paterno Ocak 2012’de 85 yaşında vefat etmişti.

Senaryosunu Geçmişin Gölgesinde (American History X)’nin senaristi David McKenna’nın yazması düşünülen filmin çekim takvimi henüz belli olmasa da, en kısa zamanda ‘motor’ demesi bekleniyor. Filmin yapımcılığını Amerikan Sapığı filmiyle ünlenen Edward R. Pressman üstlenecek.

– AA, TheGuardian, Beyaz Perde, Yeşil Gazete –

2012: Ölçülen en sıcak 10 yıldan biri..

Guardian gazetesi ABD çevre muhabiri Suzanne Goldenberg‘in haberini, Yeşil Gazete gönüllü çevirmenlerinden Bora Kabatepe‘nin çevirisiyle sunuyoruz.

***

Nasa ve Ulusal Okyanus ve Atmosfer İdaresi’ne (NOAA) bağlı bilim insanlarına göre 2012’nin sıcaklık rekorları küresel ısınma halkalarına bir yenisini ekliyor.

Salı günü yayınlanan verilere göre 2012 yılı ölçülen en sıcak 10 yıl içerisinde girerken, ardarda uzun dönemli ortalamaların üzerinde seyreden 36. yıl oldu.

Nasa ve NOAA tarafından ayrı ayrı derlenen sıcaklık kayıtlarına göre küresel ortalama yüzey sıcaklıkları uzun dönemli ortalamanın 0.57 C üzerine çıkmasına rağmen ABD’nin en sıcak yıl rekorunu yakalayamadı. (Ç.N: ABD’de 2012 ortalama sıcaklıkları 20. Yüzyıl ortalamasının 3.2 C üzerinde ölçüldü). Küresel ortalama sıcaklıklar 1880’den bu yana 0.77 C artış gösterdi.

Nasa’nın kayıtlarına göre bu sıcaklıklar, 2012’yi küresel ölçekte en sıcak dokuzuncu yıl yapıyor. NOAA verilerine göre ise 2012 onuncu sırada. İki kurum analiz için farklı yöntemler kullanıyor.

 

 

Her iki durumda da bilim insanları 2012 sıcaklık rekorlarının küresel ısınma örgüsü içerisinde sağlamlaştırıcı bir yer aldığını söylediler. 21. Yüzyılın her yılı, 1880’de başlayan kayıtlardan bu yana tutulan en sıcak 14 yıl içerisinde girmeyi başardı.

“Bir yıllık veri tek başına anlamlı değil” diyor Nasa iklim bilimcisi Gavin Schmidt. “Asıl önemli olan son on yılın kendinden önceki on yıldan, o on yılın da bir önceki on yıldan daha sıcak olduğu. Gezegen ısınıyor. Isınmasının sebebi ise atmosfere artan miktarda karbondioksit pompalıyor oluşumuz”.

36 yıldır ortalama üzeri seyreden sıcaklıklar, 1976’dan sonra doğmuş hiç kimsenin ortalama altı sıcaklıkta bir yıl geçirmediği anlamına geliyor.

Açık ara, 2012’de görülen en aşırı sıcaklıklar daha önceki rekorlarına üzerine 0.55 C koyan ABD’deydi.

NOAA ulusal iklim veri merkezi direktörü Tom Karl, gazetecilere ABD’de ölçülen sıcaklıkların “olağanüstü” olduğunu söyledi.

Bilim insanlarına göre artış karbondioksit salımı kaynaklı.

“Gezegen dengesini kaybetmiş vaziyette ve bu yüzden biz kesin olarak önümüzdeki on yılın daha da sıcak olacağını söyleyebiliriz” diyor, Nasa’dan iklim bilimci James Hansen.

ABD ve Güney Amerika’nın yanısıra Avrupa’nın büyük bölümü, Afrika, Batı, Güney ve Kuzeydoğu Asya da ortalama üzeri sıcaklıklarla karşılaştılar.

 

NASA tarafından sürdürülmekte olan bir araştırmaya göre Dünya’daki ortalama sıcaklıklar 1880’den bu yana 0.77C artış gösterdi. Solda 1880-1889, sağda 2000-2009 sıcaklıkları. Fotoğraf:GISS/NASA

 

NOAA’ya göre aralarında Alaska’nın çoğunun, Batı Kanada’nın ve Orta Asya’nın bulunduğu diğer kesimler ise alışılmadık şekilde ortalamadan düşük sıcaklıklara sahiptiler. Britanya da, yaşadığı serin yaz ve sonbahar nedeniyle 1981-2010 ortalamasının sadece 0.1 C altında da olsa, ortalamadan düşük sıcaklıklar yaşadı. Britanya ayrıca kayıtların başlamasından bu yana yaşadığı en nemli ikinci senesini geçirdi.

NOAA tarafından dikkat çekilen diğer önemli noktalar ise Orta-Batı Amerika’da ve Rusya ile Ukrayna gibi diğer önemli tarımsal alanlarda karşılaşılan kuraklıklar oldu.

Kutuplar ise, Eylül 2012’de deniz buzullarının 3.42 milyon km2’ye düşmesi ile tarihin en düşük buz seviyesini yaşamıştı.

 

 

Yeşil Gazete için çeviren: Bora Kabatepe

Yazının özgün hali için (ingilizce) tıklayınız

(Guardian, Yeşil Gazete)

 


Küçük bir test önerisi- Oya Baydar

“Elbette su testisi su yolunda kırılacak ve öyle oldu” diyor Paris’te tüyler ürperten “derin” bir cinayete kurban giden üç kadınımızın öldürülmesinden söz ederken. Sesi çatal, ağzı tükrük saçıyor, yüz hatları öfke ve kötülüğün fotoğrafı sanki. İri kıyım dava arkadaşı, partidaşı, kafadarı olan zat, “Kadınların ölümüne niye üzülecekmişim, keşke ötekiler de (o isim veriyor) böyle etkisiz hale getirilseler” diyor değirmi suratında tiksintiyle sırıtma karışımı bir ifadeyle. Ekranda görülmeyen¸ kafamın içinde sallanıp duran bir yağlı urgan; ölüm, zulüm, kan yüceltmesi üzerine kurulu bir zihniyet dünyası…

Nâzım’ın dizelerini, “Sen vicdansızlığın, insansızlığın, kötülüğün resmini yapabilir misin Abidin” diye değiştiriyorum. Ekrana yansıyan yüzlerini görmemek için, ama asıl bu adamlarla aynı dünyayı, aynı havayı, aynı ülkeyi paylaşmaktan ürktüğüm ve de utandığım için başka bir kanala geçiyorum.

Cansız bedenler çıkarılıyor maden ocaklarından. İçerde, derinliklerde, henüz ulaşılamamış ölü canlar yatıyor hâlâ. Tabutlara kapanmış ağlayan analar, babalar, eşler, kardeşler, çocuklar; yarın o madenden kendi cansız bedenlerinin de böyle çıkarılacağını bilip de sessizce, teslimiyetle, acıyla tabutları taşıyan kader arkadaşı madenciler. Bu lanetli, kederli görüntüler akıp giderken ekranda, Türkiye Taşkömürü Kurumu’nun son kararı, yani işçileri taşeron firmanın kârlarına kurban eden ana işletmenin iş kazalarına bulduğu çare seslendiriliyor televizyonda: Borçlarını ödeyemedikleri için icra takibiyle karşı karşıya olan maden işçilerinin iş sözleşmelerinin, borçlarını kısa sürede ödemedikleri takdirde tazminatsız feshedileceği kararı. Gerekçe: İcra borcu olan işçiler dikkatlerini işe yoğunlaştıramadıklarından kazalara yol açıyorlar (mış).

Gözlerime, kulaklarıma inanamıyorum. Yanlış duymuş olmalıyım. Soğuk bir şaka mı? Maden kazasında/ cinayetinde ölen -belki kimisinin icra borcu da olan- işçiler henüz toprağa verilmemişken ve de kimilerinin cansız bedenleri hâlâ madenin derinliklerinde yatıyorken şaka olmaz, olamaz. Ya gerçekse?… Bu defa ürkü korku değil anlatılmaz bir utanç duygusu, bir vicdan sorgusu bürüyor içimi. Bir zamanlar “işçiden işçiden yana esiyor yel” türküleri söylediğimiz o umut ve masumiyet günlerindeki emek duyarlılığımın aşındığı kuşkusu… Emeğin mağduriyetini temel ve tek mağduriyet saymış, öteki mağduriyetleri ve çelişkileri ikincilleştirmiş, gerilere itmiş olmanın daha iyi bir dünya kurmakta yanlış değilse de eksik olduğunu; insanı ve toplumu  açıklamakta tek başına yetersiz kaldığını tarihin ve yaşamın hata affetmeyen deneyimleriyle kavrarken, bu defa da emeğin mağduriyetine hak ettiği duyarlılığı göstermemiş olma kuşkusu, bundan duyduğum vicdan sızısı, kendime yaptığım sert uyarı: Bütün mağduriyetlere, bütün baskılara, zulümlere, her çeşit sömürüye eşit duyarlılık gösterecektin, hepsi için elinden geldiğince ama aynı vicdan ve yürekle mücadele edecektin hani! Yüreğin, vicdanın güçlüyse, genişse eğer, hepsine yeter…

Bir başka kanal, bir başka haber. Gencecik güzel bir spiker aydınlık yüzünde hüzünlü bir gülücükle okuyor haberi: “On beşinde kız ya erde (erkekte) ya yerde (mezarda) gerek”. Ekranda İçişleri Bakanı’nın sırıtan yüzü. Olağan şüpheli durumunda olduğundan önce sözün ona ait olduğunu sanıyorum. Meğer bir kitabı savunuyor ve övüyormuş. Adamın biri, Hasılı Kelam/ Sözün Özü diye bir kitap yazmış, daha doğrusu özlü söz saydığı  deyişleri derlemiş, kimini de uydurmuş, yakıştırmış. Adam sıradan biri değil, Polis Akademisi  başkanı, hem de profesörmüş. Kadın cinayetlerinde suça teşvik sayılabilecek “On beşinde kız ya erde ya yerde gerek” sözü en ayıplısı gibi görünse de onlarca pespaye deyiş var kitapta: “Fakirin aklı olsa fakir olmazdı”, “Erkeğin göbeklisi, kadının bebeklisi makbuldür”, “Demokrasi vasat insanların yönetimidir (Bizdekine bakarsak adam haklı; bizde vasat bile değil, vasat altı insanhların yönetimi), vb…vb… Ve aynı fasileden bir başka adam, çöreklendiği gazete köşesinden ve televizyon koltuklarından buyuruyor: “Kadın çalıştığı için, erkek cinayet işliyor.”

Televizyonu kapatıyorum, gazeteyi yere fırlatıyorum. Artık içimde ne öfke, ne isyan, ne vicdan muhasebesi, ne korku, ne de keder; içimde geleceğimiz, çocuklarımız, torunlarımız, gençlerimiz için endişe ve büyük bir bezginlik var. Polis Akademisi başkanının bu sözleri benimseyip kitap haline getirdiği, İçişleri Bakanı’nın kitabı yararlı bulduğu, kadının erkeğin namusu, malı, kuluçka makinesi sayıldığı, siyasilerin gaddarca bir cinayet karşısında su testisi benzetmesi yapıp cinayete üzülmediğini, memnun olduğunu söylediği; icra takibindeki işçilere, borçlarını ödemezlerse işten çıkarılacaklarının bildirildiği bu toplumda; töre cinayeti denilen vahşetin, kadına-çocuğa şiddetin, işçinin bırakın dirisini ölüsüne bile saygısız benzeri görülmemiş vicdansızlığın, Kürt halkının haklarının gaspedilmesinin, ötekine zulmün, Hırant’ın öldürülmesinin, faili meçhullerin, bitip tükenmeyen savaşın, adaletin – siyasetin kandan, ölümden, zulümden beslenmesini yadırgamak anlamsız.

Ne dindarlık, ne muhafazakârlık, ne laiklik, ne ulusalcılık, ne solculuk, ne sağcılık; hiçbiri değil. Geçmişten gelip toplumu kuşatmış, insanların hücrelerine nüfuz etmiş, bilinçlerin derinliklerine yerleşmiş bir zihniyet ve o zihniyetin zehirli dili insanlarımızı esir alıyor. Hani o pek sevdikleri, yücelttikleri, dokunulmaz eleştirilmez zırhla donattıkları “atalarımızdan” miras kalan zihniyet…Toplumun çoğunluğu bu zihniyetin kökleriyle, dayanaklarıyla, tabularıyla, ikiyüzlü ahlâksız ahlâkıyla yüzleşme cesaretini göstermedikçe, köpeksiz köyde değneksiz gezen zihniyet ve onun zehirli dili sürecek.

Nasıl olacak, nasıl aşacağız?

Önce yukardaki örneklerle kendimize küçük bir test uygulamayı öneriyorum: Bir utanç testi. Bu insansız, vicdansız, ayıp ve zalim söylemi kabullenebiliyor muyuz? Bir adım daha: Katılmıyorsak, kabullenmiyorsak, insan olarak utanç duyuyor muyuz? Yoksa “böyledir bunlar” deyip geçiştiriyor muyuz?

Şimdi işin özüne gelelim. Ne yapacağız, nasıl aşacağız diye bir kez daha soralım kendimize. Bu zihniyeti, bu dili kabul etmeyenler, daha da ötesi bundan utanç duyanlar, hepimiz kendimizi sorgulayarak, kendi kırmızı çizgilerimizi, kendi vicdan engellerimizi, kendi tabularımızı, kendi mahallelerimizin bize bellettiği basmakalıp doğruları gözden geçirme cesareti göstererek, diyorum ben. Yüzleşmeden korkmadan, mağduriyet yarıştırmadan bütün mağduriyetleri kendimizinki gibi içimizde duyarak… İçine tıkıldığımız ya da kendimizi hapsettiğimiz eski çekmecelerden çıkıp; ölülerin su testisi sayılmadığı, kadınlara ya erkek köleliğinin ya da mezarın reva görülmediği, ötekinin hakkının ve değerlerinin kendi hak ve değerimiz olduğu, hele de ölmenin, öldürmenin, kanın yüceltilmediği bir zihniyet dünyasında ortak vicdanda buluşarak…

Güç olacak, belki de geç olacak. Ama gören gözlerle, hisseden yüreklerle bakarsak, bunca kötülüğün arasından başlarını çıkaran tomurcukları fark edebiliriz. Yarın Diyarbakır’da üç Kürt kadınımız barış nidalarıyla uğurlanırken, 19 Ocakta Hırant “Buradayız Ahparig” diye altıncı yılında bir kez daha omuz omuza anılırken, o vicdan birliği tomurcukları her şeye rağmen biraz daha boy atacak. İş ki insanda ve vicdanda buluşabilelim, kötülük korosunun sesini bastırabilelim.

Oya Baydar – www.t24.com.tr

Kadın Cumhuriyeti – Metin Yeğin

Dünyanın sokaklarında, belki bana hala inanmayacaksınız ama Kürt hareketi pek bilinmez.  Bunu sadece o ülkelerde yaşayan halk için, genel olarak söylemiyorum. O ülkelerdeki sol, devrimci, halk hareketlerinin de Kürt hareketini bilmediğini, bir kez daha, iddia ediyorum.  Benim burada iddia ettiğim onların, özgürlük mücadelesi veren Kürtleri hiç duymadıkları değil, onların, Kürt hareketinin ne istediğini, hiç bilmedikleridir.

Böyle bir şeyi anlatırken, mesela Brezilya Topraksız İşçi Hareketine ya da Venezüella’da Chavistlere ya da Arjantin’de barikatçılara, en son olarak Kolombiya FARC-EP* gerillalarına, Avrupa’da, eh biraz bilen ama kesinlikle en fazla, biraz bilen İspanya’da, İtalya’da ve biraz daha fazla bilen Yunanistan’daki ev işgalcilerine, kriz işsizlerine, militan devrimcilere, eski banka soyguncuları ve bütün banka soygunu sevenlere yani herkese  şöyle başlıyorum: Kürt hareketi kadın cumhuriyeti istiyor.

Demokratik ekolojik cinsiyet özgürlükçü toplum paradigması, bütün iktidarlarla birlikte erkek hegemonyasını hedef almıyor mu? Yani bütün iktidarların çöpe atıldığı bir yapı, kadın cumhuriyetinden başka nedir kİ? Burada kelime anlamıyla ‘anaerkil’ bir toplumsal yapıdan söz etmiyorum. ‘anaerkil’ içindeki ‘erk’in-iktidarın da tümden reddedildiği, bir toplumsal yapı için mücadele eden bir hareketi anlatıyorum. Sadece erkek için de değil, bunun içinde, erkeği, her türlü iktidarı barındıran kadına karşı da mücadele eden bir kadın hareketinden başlıyorum her zaman anlatmaya…

Üç Kürt kadın mücadeleci, Sakine Cansız, Fidan Doğan ve Leyla Şaylemez, katledildikten sonra sağlı sollu komplo teorileri, ağlayan vicdanlar ya da her zamanki saldırgan linç arasında, onların düşünceleri, Kürt kadın hareketi savrulup gidiyor. Düşüncelerinden arındırılmış, sadece bir kahramanlık kültüne dönüştürülmelerini gene ancak kadınlar engelleyebilecektir. Ağıtlar kaybedilenleri anlatmıyorsa sadece hüzünlü ezgiden başka bir şey değildir.

Kürt Kadın mücadelesi, Kadın cumhuriyeti, üç yoldaşını kaybetti. Dünyanın öte ucundan bir başka kadın savaşçı, Kolombiya FARC-EP gerilla komutanı Marcela Gonzales’e, ayrıca Kürt kadın gerilla hareketi de var diye anlattığımda; ‘Öncelikle çok mutlu oldum çünkü gerillalar sosyal bir adalet için mücadele eder. Gerilla varsa, sosyal adalet için mücadele de vardır. Mutluyum, çünkü halk için silahlı mücadele verenler var. Gerilla örgütlerinin, devrimci hareketlerin, FARC’ın bu sürecinde bizim ile dayanışmalarından çok mutlu oluruz. Çünkü biliyoruz ki eğer bütün dünya halkları, birlikte mücadele etmezse, sistemin baskılarına, çok büyük gücü olan sömürgecilere karşı mücadele etmek çok zordur’ diyordu.

Ve Rosa Luxemburg’un yıllar önceden haykırışıyla bitirmek istiyorum. Bütün yitirdiğimiz kadın savaşçıların anısına.

‘Sizi budala çakallar! Sizin ‘düzen’iniz kumdan inşa edilmiştir; yarın devrim bir kere daha ayağa kalkacak ve trampet sesleri ortasında sizi dehşete düşürerek haykıracaktır: ‘buradaydım, buradayım, hep burada olacağım.’

* FARC-EP- Fuerzas Armadas Revolucionaria de Colombia-Ejercito del Pueblo- Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri- Halk Ordusu

 

Metin Yeğin – Özgür Gündeem

Bu kısa film Hollywood’un ilgisini çekti

Hollywood, 22 yaşındaki bir Alman gencin peşinde. Dijital film yapımı üzerine okuyan Kaleb Lechowski adlı gencin çektiği kısa bilimkurgu filmi “R’ha” Hollywood’un dikkatini çekti. Film tamamen bilgisayarla yapıldı. İşte Hollywood’un dikkati çeken o film…

 

http://www.youtube.com/watch?feature=player_embedded&v=CIJjiC_7gwc

 

Yeşil Gazete

[Son Dakika] Mehmet Ali Birand hayatını kaybetti

Vehbi Koç Vakfı Amerikan Hastanesi’nden 18:29’da yapılan açıklamada Birand’ın yaşam mücadelesini kaybettiği duyuruldu.

Vehbi Koç Vakfı Amerikan Hastanesi yetkilileri az önce yaptıkları açıklamada Birand’ın yaşam mücadelesini kaybettiğini duyurdu. Açıklamada şöyle dendi:

“Hastamız Mehmet Ali Birand, safra yollarına yönelik geçirdiği girişimi izleyen dönemde gelişen kardiyak yetmezlik sonrasında yapılan tüm müdahalelere cevap vermemiş ve saat 18:29’da kaybedilmiştir.”

(DHA)

 

Cinsellik temalı Sundance Film Festivali başladı

Bağımsız sinemanın en önemli merkezlerinden biri sayılan Sundance Film Festivali 17 Ocak’ta kapılarını sinemaseverlere açıyor. 27 Ocak’a dek sürecek festivale 40 ile 50 bin arası sinemaseverin katılması bekleniyor. Bu yılki festivalin konusu cinsellik.

Amerika’nın en geniş katılımlı festivali sayılan Sundance tüm dünyadan yenilikçi ve bağımsız yeni filmleri sinemaseverlerle buluştururken, gösterimi yapılan düşük bütçeli filmleri dünyaya tanıtıyor. Örneğin geçtiğimiz sene festivalde dünya prömiyerini yapan Düşler Diyarı (Beasts of the Southern Wild) neredeyse 1 yıl sonra Oscar Ödülleri’nde 4 adaylık çıkarmayı başardı.

Don Jon’s Addiction

Aralarında Prömiyerler, Belgesel, Kurgu, Dünya Sineması’nın yer aldığı 19 farklı kategorinin bulunduğu festivalde ayrıca belgesel, animasyon ve canlı aksiyon türündeki kısa filmler için 8 program yer alıyor. Yine festival kapsamında paneller, sanat enstalasyonları ve yeni medya teknolojileri konulu sunumlar gerçekleştirilecek.

Ünlü aktör Robert Redford tarafından 1981 yılında kurulmuş olan ve Amerikan bağımsız sinemasının en önemli destekçisi kabul edilen Sundance Enstitüsü’nce her yıl ABD’nin Utah eyaletinde gerçekleştirilen festival, bu yıl cinsellik temasının ağırlığıyla dikkat çekiyor.

Don Jon’s Addiction; Joseph Gordon-Levitt’in yönettiği Don Jon, Scarlett Johansson ve Julianne Moore’un oynadığı komedi filmi, bir porno bağımlısını anlatıyor…

Breathe In;Andin Drake Doremus’un filminde Felicity Jones, evinde yaşadığı ailenin babasıyla (Guy Pearce) ilişkisi olan bir öğrenciyi canlandırıyor.

Concussion; ödüllü yazar-yönetmen Stacie Passon’dan lezbiyen bir kadının dramı…

Very Good Girls; bekaretlerini vermek için anlaşma yapan iki kızın (Dakota Fanning ve Elizabeth Olsen) hikayesi…

Kink; Seks, esaret, boyun eğme, sadizm ve mazoşizm konulu pornografinin üretim süreçlerinin anlatıldığı belgesel “Kink”, yapımcı James Franco…

Lifeguard; New York’ta harika bir hayatı olan 30 yaşındaki Leigh, her şey tepe taklak olunca kendisini, çocukluğunun geçtiği Connecticut banliyösüne atar. Ve kendisini yasak bir ilişkinin de içinde bulur.

Two Mothers; Anne Fontaine’in yönettiği filmin konusu oldukça sıra dışı… Uzun süredir dost olan anneler Naomi Watts ve Robin Wright’ın, birbirlerinin oğullarıyla ilişki yaşamasının anlatıldığı film, oldukça ses getireceğe benziyor.

The Spectacular Now; James Ponsoldt’un yönettiği dramın konusu da ‘Very Good Girls’ün senaryosundaki bekaret öğesini içeriyor.

A Teacher; Diana (Lindsay Burdge) genç ve çekici bir öğretmendir. Texas’ta bir banliyö okulunda hem öğrencilerine hem meslektaşlarına oldukça cazip gelmektedir.

****

Richard Linklater’ın Before Sunrise ile başlayan serinin üçüncü devam filmi ile tekrar kamera arkasına geçtiği Before Midnight; geçtiğimiz yıllarda Like Crazy ile dikkatleri çeken Drake Doremus’un yeni filmi Breathe In; Sundance’ın tanınan isimlerinden Brit Marling’in Ellen Page ve Alexander Skarsgård’ın kadrosunda yer aldığı son filmi The East; Michael Winterbottom’un “King Of Soho” olarak tanınan efsane Paul Raymond’ın hayatını anlattığı The Look of Love; Your Highness ile pek de iyi eleştiriler almayan David Gordon Green’in son filmi Prince Avalanche; İhtiyar Delikanlı (Old Boy) ile tanınan Park Chan-wook’ın Amerika’da İngilizce çektiği Stoker; duygusal yönü ağır basan Lynn Shelton imzalı Touchy Feely; Sarah Polley’in ilk belgesel denemesi Stories We Tell; WikiLeaks’in hikayesini anlatan Alex Gibney’in yönettiği We Steal Secrets: The Story of WikiLeaks;

Before Midnight

Primer ile tanınan Shane Carruth’un merakla beklenen yeni filmi Upstream Color; Sığınak (Take Shelter) ile harika bir çıkış yakalayan genç yönetmen JeffNichols’un ilk gösterimini Cannes Film Festivali’nde yaptığı son filmi Mud festivalde şimdiden biletleri tükenen filmler arasında yer alıyor.

Joseph Gordon-Levitt’in ilk yönetmenlik denemesi Don Jon’s Addiction; Casey Affleck ve Rooney Mara’yı buluşturan David Lowery’in ilk filmi Ain’t Them Bodies Saints ve festivalin kapanış filmi olarak gösterilecek Steve Jobs’un hayatını anlatan jOBS gibi yapımlar ise yine sinemaseverlerin merakla beklediği yapımlar arasında yer alıyor.

 

– Beyaz Perde, Hürriyet, Yeşil Gazete –

 

 

“Tüyap bugün kan kokuyor”

“7. İstanbul Deri Moda Fuarı”, önce deri işçileri, ardından da hayvan hakları savunucuları tarafından protesto edildi.

Türkiye Deri Konfeksiyoncuları Derneği (TDKD) ve Türkiye Deri Vakfı (TÜRDEV) işbirliğiyle düzenlenen “7. İstanbul Deri Moda Fuarı” TÜYAP Beylikdüzü Fuar ve Kongre Merkezi’nde açıldı.

Fuarın başladığı ilk gün Kongre Merkezi’nin önüne gelen Deri-İş Sendikası üyeleri, “Sendika anayasal haktır, işten atmak suçtur” yazılı pankartlar taşıyarak protesto gösterisini gerçekleştirdiler.

Grup adına basın açıklamasını okuyan Deri-İş Sendikası Tuzla Şube Başkanı Binali Tay, sendikaya üye olan bazı deri firmalarında çalışan üyelerinin işten atıldığını ifade etti.

Kararlı bir şekilde direnişlerini sürdüreceklerini belirten Tay, “Her iş yerinde farklı sorunlar yaşansa da sorunlarımız ortaktır. Problem işverenlerin sadece kârlarını düşünerek, çalışanlarına keyfi tutumlar sergileyerek, onları köle olarak görmeleri, emeklerini, alın terlerini sömürmeleridir. Tüm iş yerlerinde kuralsız ve güvencesiz çalışma dayatılmaktadır” diye konuştu.

“Cinayet var”

Türkiye Deri-İş Sendikası üyelerinin ayrılmasının ardından fuar alanına hayvan hakları savunucular geldi.

Saat 12.00’de TÜYAP’a yakın bir mesafede toplanan grup, “Kürk ve deri vahşi insanın eseri”“TÜYAP bugün kan kokuyor” yazılı pankartlar taşıyarak, “Hayvanlar ölüyor”, ve “Cinayet var” sloganları attılar.

Üzerlerinde “Kürk cinayetin giyilebilen halidir” yazılı beyaz tişörtler bulunan grup, trampet ve çeşitli müzik aletleri eşliğinde TÜYAP Fuar ve Kongre Merkezi’ne doğru yürüyüşe geçti.

Vegan Özgürlük Hareketi, Kürke Hayır Platformu, Bağımsız Hayvan Özgürlüğü Aktivistleri ve Yeryüzüne Özgürlük Platformu’nun ortaklaşa düzenlediği eylemde basın açıklamasını Ayşegül Fethen okudu.

Fethen açıklamasında şunları söyledi:

“Hayvan haklarının en can alıcı konusu Kürk ve deridir. Çünkü tartışılabilir en küçük bir gerekçesi yoktur. Ne inançla, ne gıdayla, ne sağlık ne de elle tutulabilir bir gerekçeyle açıklanamaz, savunulamaz. Kürk ve deri kullanımı salt vahşettir. Bu ölü hayvan atıklarına rağbet edenler genellikle bilinçsiz, duyarsız ve egoistlerden oluşmaktadır. Dünyanın çoğu yerinde yasalar kürk ve derisi için öldürülen hayvanları koruyan uygulamalar içermiyor. Ülkemizde de ne yazık ki böyle. Alınan tedbirler sadece ekonomi ve ticari kaygı amaçlı ne yazık ki…”

(Ajanslar, Yeşil Gazete)

Pınar Selek Avrupa Parlamentosu’nda

Avrupa Parlementosu Milletvekilleri, desteklerini göstermek için Pınar Selek'le birlikte

AB-Türkiye Karma Parlamenter Komitesi, Avrupa Parlementosu’nda dün Pınar Selek Davası ile ilgili özel bir toplantı düzenledi. Otuzun üzerinde Avrupa Parlementosu Milletvekili’nin katılımının yanı sıra Strasbourg Üniversitesi Rektör Yardımcı Edouard Mehl, Strasbourg Belediye Başkanı Pernel Richardo ve Fransa’nın önde gelen sivil toplum örgütü temsilcileri de toplantıyı izledi.

Mısır Çarşısı davasında 22 Kasım 2012 duruşmasından itibaren yaşanan skandal niteliğindeki hukuksuzluklara Türkiye ve dünyada tepkiler artarak büyüyor. 24 Ocak’ta görülecek olan duruşma yaklaşırken, Avrupa Parlamentosu konuyu gündemine aldı.16 Ocak Çarşamba günü AB-Türkiye Karma Parlamenter Komisyonu, Strasbourg’taki oturumunda, Pınar Selek davası üzerinden, Türkiye’de hukuk reformu sürecini tartıştı.

AB-Türkiye Karma Parlamenter Komitesi Başkanı Helene Flautre’un yönettiği oturumda Pınar Selek’in avukatlarından Ayhan Erdoğan, 15 yıllık süreci özetledikten sonra, yerel mahkemenin hukuka aykırı olarak beraat kararını bozma girişimini ve son duruşmalardaki adaletsizlikleri anlattı. Ardından söz alan diğer katılımcı Türkiye Ceza Yasası Reform Komisyonu Uzmanı Hâkim Luca Pirelli de, bu davayı Türkiye’deki yargı reformu açısından değerlendirdi.

Avrupa Parlamentosu’nun Pınar Selek davasını gündeminde tuttuğunu bir kez daha gösteren bu önemli toplantıda Flautre’un yanında, Karma Komisyon eş başkanları G. Koumatsakos (PPE), Maria Eleni Koppa (PS), Parlamento İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Barbara Lochbiler ve Lambsdorff, Walesa, F. Keller, S. Bellier, A. Duff gibi otuzun üstünde parlamenter hazır bulundu. Ayrıca Pınar Selek’le birlikte toplantıyı izleyenler arasında Strasbourg Üniversitesi Rektör Yardımcı Edouard Mehl, Strasbourg Belediye Başkanı Pernel Richardo’nun yanı sıra Simad, Planing Familial, Astu, La Lune gibi Strasbourg’un önde gelen sivil toplum örgüt temsilcisi de vardı.

Helene Flautre’un “arkadaşımız Pınar Selek’i selamlıyorum” diyerek  başlattığı toplantıda sunumların ardından milletvekilleri tek tek bu konudaki tepkilerini dile getirdiler ve davanın takipçi olacaklarını belirterek, adalet ve özgürlük çağrısında bulundular.

(Yeşil Gazete)