Ana Sayfa Blog Sayfa 4439

Kaybolan ABD’li Sarai Sierra’nın cesedi bulundu

Fotoğraf çekmek amacıyla geldiği İstanbul’da kaybolan ABD vatandaşı Sarai Sierra’nın (33) cesedi surların dibinde bulundu.

Fatih Cankurtaran’da surların dibinde bulunan kadın cesedinin Sarai Sierra’ya ait olduğu kesinleşti. 21 Ocak’tan beri kendisinden haber alınamayan Sierra’nın bulunması için polis seferber olmuştu. Kayıp kadından en ufak bir haber alınamaması ölmüş olabileceği ihtimalini kuvvetlendirmiş, polis ekipleri bulunan her cesedi kayıp Sierra olabileceği şüphesiyle incelemişti.

Olayla ilgili 9 şüphelinin gözaltına alındığı belirtiliyor.

Emniyet Müdürlüğü, İstanbul’da kaybolduktan 12 gün sonra cesedi bulunan ABD’li Sarai Sierra‘nın kayıp cep telefonu ve tablet bilgisayarının araştırıldığını açıkladı. Sierra’nın cesedinin üzerindeki takılara dokunulmamış olmasına rağmen elektronik cihazların kaybolması bu araştırmanın gerekçesi olarak belirtildi.

Adli Tıp da Sierra’nın tırnaklarındaki doku parçaları ile battaniyedeki saç ve kıl örneklerini inceliyor. Polis, cesedin bulunduğu Cankurtaran surlarında delil avı başlattı. Aramalarda iki küpe ve bir kulaklık bulundu, ancak Sierra’ya ait olup olmadığı henüz belli olmadı. Polis, Sarai Sierra’ya ait kayıp telefon ile tablet bilgisayarın peşine düştü. Soruşturmanın en önemli ayağını, ABD’den gelecek elektronik posta ve mesaj dökümleri oluşturacak.

İstanbul Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın, iddia edildiği gibi genç kadının ajan ya da kurye olduğuna dair bilgileri olmadığını söyledi. 460 polisin arama çalışmalarına katıldığı ortaya çıkarken, Sarai’nin mail yoluyla görüştüğü 3 kişiye ulaşılmaya çalışılıyor.

Adli Tıp Kurumu’nun yaptığı otopside Sierra’nın tırnaklarının arasında doku parçaları bulunması, katiliyle boğuştuğuna işaret ediyor. Ceset üzerinde yapılan incelemede Sierra’nin 12 gün boyunca bir evde tutulduğu ve bu süre içerisinde tecavüze uğradığı ihtimali de yer alıyor.

(T24, Agos)

 

Rosa Parks 100 yaşında: Irk adaleti için büyük bir Amerikan isyanı

Amy Goodman

 

Amerikalı ünlü radyocu, araştırmacı gazeteci, yazar ve Democracy Now! programının ana sunucusu Amy Goodman‘in, The Guardian’da yayımlanan yazısını, Yeşil Gazete gönüllü çevirmenlerinden Hakan Gözlüklü‘nün çevirisiyle sunuyoruz.

***

 

Martin Luther King sivil haklar mücadelesinin tek lideri olarak anılsa da, Amerika’nın vicdanını harekete geçiren Rosa Parks’ın eylemiydi.

1 Aralık 1955’te Rosa Parks Montgomery, Alabama’da otobüste yerini bir beyaza vermeyi cesurca redderek, modern-zamanların sivil haklar mücadelesini başlattı.

4 Şubat onun 100. doğumgünü. 2005’te 92 yaşında öldükten sonra, basının büyük bir kesimi onu yorgun bir terzi ve sorun yaratmayan bir kişi olarak tasvir etti.

Ama medya yanılmıştı. Rosa Parks birinci sınıf bir sorun yaratıcıydı.

Profesör Jeanne Theoharis ‘Bayan Rosa Parks’ın İsyankar Hayatı ‘ (The Rebellious Life of Mrs. Rosa Parks) adlı yeni kitabında bu sessiz terzi mitinin yanlışlığını ortaya koyuyor. Theoharis bu kitabın aktivist bir hayatın, Rosa Parks’ın otobüsteki duruşundan on yıllar önce başlayan ve on yıllarca sonra bitecek ‘isyankar’ bir hayatın hikayesi olduğunu anlatıyor.

Rosa Parks Tuskegee, Alabama’da doğdu. Saygıya değer bir insan olduğuna inandırılarak büyütüldü ve bu saygıyı herkesten bekledi. O zamanlar ‘Jim Crow Yasaları’ hüküm sürüyordu ve toplumsal ayrımcılık şiddetle dayatılıyordu.Yaşadığı Pine Level’da, Afrika kökenli çocuklar okula yürürken, beyaz çocuklar servis otobüsüyle gidiyorlardı.

Rosa Parks bunun onun için normal bir durum olduğunu, geleneksel olan bu durumu kabul etmekten başka bir yol olmadığını hatırlatırken, otobüsün siyah ve beyazların dünyalarının farklılığını keşfetmesinde en önemli durum olduğunu eklemişti.

Rosa ergenliğinin son dönemlerinde Raymond Parks’la tanışıp evlendi. Rosa, Raymond Parks’ın tanıdığı ilk aktivist olduğunu söyledi. Raymond, Montgomery’deki yerel NAACP (National Association for the Advancement of Colored People – Siyahi İnsanların Gelişimi için Ulusal Cemiyet) şubesinin bir üyesiydi ve Rosa kadınların da toplantılara kabul edildiğini öğrendiğinde, toplantılara katılmaya başladı.Rosa şubenin sekreteri olarak seçildi.

Rosa burada radikal bir işçi örgütleyicisi olan Ed Nixon ile tanışıp, çalıştı. 1955’te Tennesee’de Highlander Folk School’a devam etti. Okul, kendilerini toplumsal ayrımcılığı ortadan kaldırmaya adamış aktivistlerin bir araya geldikleri, şiddet içermeyen direniş taktikleri ve gelişim stratejileri geliştirdikleri bir mekandı. Pete Seeger ve diğerlerinin sivil haklar hareketinin uzun süreli marşı olan ‘ We Shall Overcome’ ( Üstesinden Gelmeliyiz ) adlı şarkıyı yazdıkları yerdi.

Rosa Parks daha sonra Montgomery’ye ve terziliğe geri döndü. 1 Aralık 1955’te işten çıkıp evine gitmek üzere otobüse bindi. ”Sürücü eğer koltuktan kalkmazsam, polisi çağıracağını söyledi. Ben de ona ‘ Öyleyse çağır polisi’ dedim.” Rosa 1956 Nisan’ında Pacifica Radyo’ya, hor görülmeye katlanabileceği sınıra gelmiş olduğunu anlattı.

Rosa Parks hayatı boyunca aktif olarak sivil haklar için mücadele etti, fakat 1955'te Alabama Montgomery'deki bir otobüs yolculuğu onu herkesçe tanınır yaptı. (Fotoğraf:Corbis)

Onun o gün tutuklanması, bir yılı aşan Montgomery otobüs boykotunun ateşleyicisi oldu. Boykot kente yeni gelen bir rahip, ‘Dr. Martin Luther King Jr.’ tarafından yönetildi. Rosa Parks boykotta Dr. King’e yardımcı oldu. 50.000’e yakın Afrika kökenli arabalarını paylaştılar, kilisenin araçlarını kullandılar, Afrika kökenli kişilerin taksilerine bindiler ve yürüdüler. Boykot beyazların işletmelerini ve toplu taşıma sistemini zarara uğrattı. Parks ve diğerleri toplumsal ayrımcılığa karşı dava açtılar ve 1956 Haziran’ında federal mahkeme otobüslerdeki ayrımcılığın yasal olmadığına hükmetti.

Rosa Parks ve eşi Detroit’e taşındılar. Stokely Carmichael gibi ‘Black Power’ (Siyah Güç) hareketinin üyeleriyle görüşerek 1967’deki Detroit eylemlerine katıldı ve aynı zamanda çalışmaya devam etti. Vietnam’daki savaşa karşı çıktı. Tarihçi Theoharis, Parks’ın en büyük kahramanın Malcolm X olduğunu aktarıyor. Rosa Parks 1980’lerde Washington’daki Güney Afrika Büyükelçiliği önündeki protestolara katılarak ‘Apartheid’ hareketine karşı savaştı.

Nelson Mandela, hapisten çıktıktan sonra buluştuklarında, Rosa Parks’a “hapisteki yıllarında kendisine dayanma gücü verdiğini” söyledi.

Rosa Parks öldüğünde Birleşik Devletler’de Capitol Rotunda’da cenaze töreni yapılan ilk kadın oldu. Washington DC’ye onun cenazesini izlemeye gitmiştim. Yüzlerce kişiyle birlikte dışarıda cenaze törenini hoparlörlerden dinleyen bir kolej öğrencisine neden orada olduğunu sordum. Gururla şöyle dedi bana: “Hocalarıma bir email göndererek bugün gerçek anlamda bir eğitim almak için cenazeye katılacağımı, haliyle okula gelmeyeceğimi bildirdim.”

ABD Posta Kurumu ''Rosa Parks Forever'' Pulu

Rosa Parks’ın bize öğreteceği çok şey var. Aslında o ve diğer genç kadınlar 1 Aralık 1955’ten önce de otobüste yer vermeyi reddettiler. Fakat o büyülü anın ne zaman geleceğini bilemezsiniz. Bu 4 Şubat’ta Birleşik Devletler Posta Kurumu kalıcı bir etki yarattığı için ”Rosa Parks Forever” (”Sonsuza dek Rosa Parks”) pulu basacak.

Rosa Parks yorgun bir terzi değildi. Yaptığı o cesurca hareket için kendisinin dediği gibi, ”Sadece boyun eğmekten yorulmuştum.”

*Denis Moynihan’ın araştırmacı katkılarıyla

 


Yeşil Gazete için çeviren: Hakan Gözlüklü

Editör: Durukan Dudu

Yazının özgün hali (ingilizce) için tıklayınız.


(TheGuardian, Yeşil Gazete)

 


Halk kütüphanelerini “tohum kütüphanelerine” çevirmek…

Aspen, Colorado’da yayın yapan Aspen Halk Radyosu muhabiri Luke Runyon’un npr.org’da yayımlanan yazısını, Yeşil Gazete gönüllü çevirmenlerinden Oya Yalçın‘ın çevirisiyle sunuyoruz.

Luke Runyon

***

Soğuk ve kara rağmen baharın bazı alametleri Colorado’da kendini göstermeye başladı. Basalt’daki küçük bir kasabanın halk kütüphanesiyse bir deney yapmaya çalışıyor: Kitap ödünç almanın yanısıra, kasaba sakinleri kütüphaneden tohum da alabilecek.

Stephanie Syson ve dört yaşındaki kızı Gray kütüphanede, kapağında beyaz bir tavşan olan bir kitabı bitirmek üzere.

Gray tohum paketleri ile dolu raflara yaklaşıyor ve üzerinde “gökkuşağı havucu” yazılı bir pakete odaklanıyor. “İki tane tavşanlı kitap bitirdik o yüzden tavşanlarla dolu zihnimiz.”

Syson üzerinde “havuç” yazan hasır bir sepete göz atıyor ve Gray’e önerebileceği diğer seçeneklere bakıyor: “atomik kırmızı” ve “kozmik mor”.

Sistem şöyle yürüyor: Bir kütüphane kartı size bir paket dolusu tohum sağlayacak. Sonra siz meyve ve sebzeleri yetiştirecek, hasat edecek ve en güzellerinden yeni tohumlar alacaksınız. Ve bu tohumları kütüphaneye iade edeceksiniz böylece diğerleri ödünç alabilecek.

Syson, Colorado’da bahçe yapmaya çalışmanın sinir bozucu olabileceğini söylüyor. Kuru hava şartları, alkalinli toprak ve kısa süren yeşerme mevsimi acemileri işin en başından pes ettiriyor. Syson bu nedenle kuraklığa direnen ve zararlılara mukavemet gösterebilen tohumları alacağını söylüyor.

“Eğer tohumları bu bitkilerden alırsanız sadece bir kuşakta bile bu özellikleri gösteren bitkileri yetiştirmeyi başarabilirsiniz” diyor Syson.

 

Tohum kütüphanesi, Basalt Halk Kütüphanesi ve Central Rocky Mountain Permakültür Enstitüsü’nün ortak çalışması. Tohum paketleri, bahçıvanları isimlerini yazarak hasat edilmiş tohumlarından payelenmeleri için cesaretlendiriyor.

 

Tohum paketleri, kütüphanenin daha anaakım kitap, CD ve DVD koleksiyonu ile birlikte bir yeniliği.

Kütüphane yöneticisi Barbara Milnor, dijital, indirilebilir kitap ve dergiler çağında, elle tutulur tohum paketlerinin insanları kütüphaneye çekmek için başka bir yol olduğunu söylüyor: “Güncel kalabilmek için hızlı olmanız gerekiyor ve bu kütüphanelerle ilgili büyük bir sorun şu anda: güncel kalabilmek.”

Milnor kütüphanenin böyle bir proje için garip bir yer olarak görünebileceğini ama tohum ve bitikilerin herkese açık olması gerektiğini söylüyor. Bu da, bir halk kütüphanesinin bir tohum koleksyonu için neden bu kadar mükemmel bir yer olduğunu açıklıyor zaten. Amerikan Kütüphaneler Birliği ülke çapında buna benzer bir düzine programın olduğunu söylüyor.

Syson ve Gary gökkuşağı havucu tohum paketlerini alıyorlar. Syson, kütüphanenin kızı için daima bir öğrenme yeri olduğunu ve şimdi tohumların da bu süreçte yeni bir basamak olduğunu söylüyor: İçi toprakla dolu bir saksıya bir tohum atması ve bu tohumdan bir bitki çıktığını görmesi, 30 günde elinde yiyebileceği bir şey olması… Kızım için inanılmaz bir heyecan bu. Tüm bu süreci takip etmekten büyük zevk alıyor.”

Ve o sürecin içinde, kasabanın halk kütüphanesine uğramak da var artık.

 

 

Yeşil Gazete için çeviren: Oya Yalçın

Editör: Durukan Dudu

Yazının özgün hali için tıklayınız.

(npr.org, Yeşil Gazete)


1915 Soykırımı ve kolektif sorumluluk – Sait Çetinoğlu

Rakel Dink’in “bir bebekten katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılamaz kardeşlerim!” sözüyle, bir bakıma karanlıkla TC’nin kuruluş felsefesine işaret etmektedir. Bu sorgulamadan sistemin özü anlaşılmadan ve sorgulamadan sağlıklı bir şey yapmanın imkanı yoktur. Tarihini bilmeden de önünü görmenin imkanı yoktur. Bu ülke tarihi solun tarihi olduğu gibi ailenin de tarihidir.

Diğer taraftan da Rakel Dink özlü sözü ile bir bakıma da 1915 soykırımının günümüze uzanan köklerine de işaret etmekte kolektif sorumluluğun altını çizmektedir. Bu sözler aynı zamanda bir rehin alınmışlığı da vurgular: 1915’ten nemalanmanın getirdiği ve gerektirdiği suskunluk. Bu suskunluktan kurtulmak ve gerçeğin yanında durmanın özgürlüğün ön koşulu olduğu unutulmamalıdır.

1915 ve Soykırım ile ilgili konuşurken bu toprağın milyonlarla ifade edilen Hıristiyan halkı bu topraklardan kazınırken dedem (soyut dede değil biyolojik dedem) neredeydi, bu kullandığımız ve adı Türkçe-Kürtçe olmayan tarla bağ bahçe kimindi, bizim elimize nasıl geçti? Evimizin kapısının üzerinde yada duvarında ve evde kullandığımız dolaptaki, çocukluğumuzda kullanılan bakır kapların üzerindeki o okuyamadığım tuhaf yazılar ne idi?… gibi sorular çoğaltılabilir. Bütün bunlar soykırımın günümüze uzanan kökleridir. Bu köklerin ortadan kaldırılması bu köklerle yüzleşmekten geçer. Burada yaygın olarak düşülen yanlışa işaret edilmesi gereklidir. Bu çok önemli ve dikkat edilmesi gereken bir noktadır; “Ben dedemin yaptıklarımdan sorumlu değilim” demek dünyada ayıp olarak karşılanır ve sorumluluktan kaçmaya çalışmaktan başka bir anlam taşımaz. Sorumluluktan kaçılmaz da.

”BEN O ZAMAN DOĞMAMIŞTIM” DİYENE NAZİ DENİR

Almanca’da kullanılan gnade der späte geburt (geç doğmuş olmanın merhameti /affı) deyimi vardır ve ”ben o zaman doğmamıştım” diyene nazi denir. Kısaca söylersek kolektif sorumluluğun kavranılması ve buna uygun olarak yüzleşilmesi gereklidir. Burada öncülük, dünyaya sınıfsal ve özgürlük penceresinden bakıp özgürlük ve sosyalizm iddialı kişiler ve parti yöneticilerine düşer. Bunların dedeleri 1915’te neredeydiler ve acaba Ermenilerin bir şeyleri kursaklarından geçti mi? Ellerinde eğer Ermeni ve Süryaniler’e ait bir şey varsa bunu sahibine, sahibi artık yoksa o toplumun eğitim veya bir hayır kurumuna devretmeyi düşünüyor mu?

Bu tutum özgürlük iddiasında olan kişileri özgürleştireceği gibi topluma örnek olarak diğer gaspçıların da vicdanına seslenecektir. Toplumun özgürleşmesi de bu tutum ve davranıştan geçer. 1915’in kolektif suç ortaklığı ve rehin alınmışlıktan kurtuluşun yolu buradan geçmektedir. Hasan Cemal bir sorumluluk örneği olarak dedesinin 1915’te nerede olduğunu yazdı. DTK’nın başkanı Ahmet Türk de 1915’in sorumluluğunu kabul etti. Bunlar anlamlı davranışlardır. Ancak eğer ellerinde Ermeni , Süryani, Elen, Ezidi, Pontos malını halen kullanıyor ve bunların iade edilmesinin olanağı varsa tutumlarını daha da anlamlı kılacağı şüphesizdir.

Bu cümleden olarak burada bizim tarafta oldukları iddiasında olanlara bir çağrı yapıyoruz: Batıdan doğudan ve özellikle özgürlük ve eşitlik iddiasındaki yapıların yönetiminde bulunan kişilerin, yazarların, belediye başkanlarının, parti, vakıf ve dernek başkanlarının biyolojik dedeleri 1915’teki Soykırım sürecinde neredeydiler?

Bunu sorgulamak ve söylemek son derece önemlidir. Bu bizi tarihin 1915’teki donmuşluğundan ve rehin alınmışlıktan kurtulmanın yolunu açarak gerçek özgürlüğe doğru hareketin anahtarını vereceği unutulmamalıdır. Gereken sadece birazcık cesarettir o kadar…

Başa dönersek Rakel Dink özlü sözüyle özgürlüğümüzün anahtarını vermiştir. Bu anahtarı kullanmak ise sadece bizim sorumluluğumuz olduğu unutulmamalıdır.

Sait Çetinoğlu – www.demokrathaber.net

Mektup – İshak Alaton

Sevgili Dostlarım!

2015’e üç var… Üç yıl su gibi geçer. 24 Nisan 2015’e doğru yol alırken alışılagelmiş inkâr politikamıza devam edip kaçacak delik aramaktansa farklı davranalım.
Öncelikli hareket edip, boğayı boynuzlarından kavramak için örgütlenelim. Ayıp oluyor artık…

Geçmişi ile yüzleşmekten korkan, büyümemiş, güdük kalmış çocuklar gibi davranmaktan ben yoruldum. Sesimizi yükseltelim. Ülkemize ve toplumumuza saygınlık kazandırmak, gelecek kuşaklara karşı borcumuzdur.

Doksan yıl boyunca sayısız günahlar işledik. İskeletleri dolaplara yığıp kapılarını kilitledik. Doksan yıldır, kafamız kuma gömülü, dünya kör ve sağır diyoruz. Gerçeklerle yüzleşmekten korkuyoruz. Bizlere korkmayı öğrettiler.
İskeletler, dolap içinde çürüdüler, yayılan kokular dayanılmaz hale geldi. Ben artık nefes alamıyorum. Ya sizler?..

Gelin, bizler de sesimizi Ankara’daki parlamenterlerimize duyuralım. Bizlerin, milletin milletvekilleri olduklarını hatırlatalım. Milletin sesini partilerinin yönetimine duyursunlar.

İskelet dolu dolapların kapılarını açmamıza yardımcı olsunlar. Bizlere yakışır defin törenleri sonrası bir dakikalık saygı duruşu ile günahlarımızdan arınalım.

Böylece, geçmişimizle barışalım, kurbanların ruhlarını şad edelim. İsteyenler mezarlarına birer karanfil bıraksınlar.

“Babaların günahını çocuklarının ve torunlarının omuzlarına yüklemek, adil insana yakışmaz” derdi lisedeki felsefe hocam. Hepsi öbür dünyaya göçmüş birkaç insanın günahlarının hesabını bizden kimse sormuyor.

Cesaret fakiri, gerçeklerden kaçan bir toplumun ferdi olmaktan yoruldum. Ben artık saygınlık arıyorum. Saygınlığa çok önem veriyorum. Bana yardım ediniz… Sevgilerimle…

İshak Alaton – www.durde.org

 

Herkes “yeşil” derken, Yeşil Hareket (2)

Geçtiğimiz günlerde 2010 yılında Avrupa Yeşil Başkenti unvanını kazanmış Stockholm’e gitme ve bir kentsel dönüşüm projesini inceleme fırsatım oldu.

Türkiye’deki yaygın örneklerinin aksine bir konut alanının “soylulaştırılması” ve ranta açılması üzerinden değil, şehre uzun bir süre sanayi ve ticaret alanında hizmet vermiş bir bölgenin geleceğe taşınması üzerinden bir proje vardı ortada. Bu geleceğe taşıma da tamamen sürdürülebilirlik üzerinden planlanmıştı. Stockholm Royal Seaport/Stockholm Kraliyet Limanı Projesi adı verilen bu projeyi gerçekleştirenler kendilerine üç tane temel hedef koymuşlar.

Bunlar;

* Dönüşümün gerçekleştiği alanda kişi başına düşen karbondioksit salımını 1.5 tonun altına düşürmek. (Şu anda İsveç ortalaması 4.5 ton.)

* İklim değişikliğine uyum politikalarına uygun bir alan yaratmak. Örneğin yağış artışı sağlamak.

* 2030 yılında, proje tamamlandığında bölgeyi fosil yakıt kullanılmayan bir yaşam alanı haline getirmek. Yani orayı fosil yakıttan arındırmak. Stockholm’ün tamamen fosil yakıttan arındırılması için belirlenen tarih ise 2050.

Tüm bu projenin üst başlığı ise “Dünya standartlarında çevresel kentsel bölge”. Bu proje kapsamında liman ve sanayi bölgesi olarak kullanılan 236 hektarlık bir alana 12.000 daire, 35.000 ofis yapılması ve 30.000 yeni iş yaratılması planlanıyor. Tabii ki bunların hepsinin yanında bir de “sürdürülebilir” kelimesi var. En ince ayrıntısına kadar sürdürülebilir olması için planlamalar yapılıyor.

Bu noktaya kadar her şey normal karşılanabilir belki. İsveç gibi bir ülke, Stockholm gibi bir kent düşünüldüğünde böyle bir Yeşil Kent planlaması çok da şaşırtmıyor. Fakat burada ilginç bir nokta var. Stockholm’de bu dönüşümü planlayan ve gerçekleştirenler İsveç politikasının sağcıları. Sağ bir koalisyon tarafından yönetiliyor şehir. İsveç Yeşiller Partisi’nin şehirde önemli bir oy ağırlığı var. Son yerel seçimlerde 13.9 oy almışlar. Şimdilerde ise oylarının %25’ler civarında olduğu söyleniyor fakat yine de bu planlamayı ve düzenlemeyi gerçekleştirenler, anlatanlar, savunanlar sağ partilerden seçilmiş kişiler. İşte burada Yeşil Hareket açısından düşünüldüğünde bir sorun ortaya çıkıyor. Türkiye’ye uzak olsa da, yine de varlığını hissettiren bir sorun.

Herkes “yeşil” derken, yeşil hareket ne yapacak, nasıl hareket edecek? Öncülüğünü nasıl sürdürecek?

Dünya ülkelerinin politikalarına bakınca, şirketlerin yeşil Kapitalizme yöneldiğini  görebiliyoruz. Yeşil kapitalizm isteği ve hedefi, kapitalizmle bağı sıkı sıkıya olan, bağını kopartmayan ya da bağını kopartamayan partiler tarafından da sahipleniliyor, hatta bir umut olarak görülüyor. Bu Yeşil Hareket’in en “meşhur” olduğu Almanya’da da böyle, yukarda kısaca bir örneğini vermeye çalıştığım İsveç’te de böyle, Türkiye’de de yavaş yavaş böyle. Türkiye’de şirketler, politikadan bir kaç adım önde gidiyorlar sadece. Kapitalizmin bu haliyle kendi kendini bitireceği, belirli düzenlemeler yapılmazsa durumun bir yok oluşa doğru gittiğini herkes görüyor. Sadece Stockholm örneğinde bahsettiğim Avrupa Yeşil Başkenti unvanının ilk defa 2010’da verildiğini söylemem dahi yetebilir. 2000 yılında böyle bir arayışa gitmeyenler, 2010 yılında şehirleri belirli kriterlere yaklaştırabilmek için Yeşil Başkent diye bir unvan yaratabiliyorlar. Kapitalizmin, bu şekilde gitmeyeceğini görüyorlar görmesine…

Fakat hala belli kutsalları var bu politik yapıların ve Yeşil Kapitalizm’in arkasındaki yapıların. Her kutsal gibi bunlar da dokunulmaz kabul ediliyorlar. “Zaten oradaymış, orada olmaları çok doğalmış” gibi yaklaşılıyor ve sorgulanmıyor, sorgulanmaması isteniyor. Bu dokunulmazların en önemlisi de, bizzat yeşil kapitalizmin, kapitalizm kısmı. Yeşil ya da değil; kapitalizm, kapitalizmdir. Amacı, işleyişi, gereklilikleri ve sonuçları aynıdır. Evet, kapitalizmin Dünya üzerindeki yükünü hafifletmesi olumlu bir gelişmedir. Evet fosil yakıttan arındırılmış iş merkezleri ileri bir adımdır fakat o iş merkezlerindeki sömürü ilişkisi devam ettiği sürece siyasal anlamda ekolojik bir yaşama ulaşmak da mümkün değildir. Ve tabii ki unutmamak gerekir, Kuzey’in ve Batı’nın zengin ülkelerinde kapitalizm “yeşil” yaşanabilsin diye Güney’in ve Doğu’nun fakir ülkelerinde halkların üzerine daha büyük bir yük yüklenmesi de kabul edilebilir değildir.

O zaman, Yeşil Hareket’in önüne koyması gereken kapitalizmi yeşillendirmenin de ötesidir. Kapitalizmin yaşam üzerindeki baskısının hafifletilmesi, yaşamı uzatabilir (İklim değişikliği bir yaşam-ölüm sorunu çünkü) fakat o yaşamın kalitesini, o yaşamın nasıl olacağını olumlu yönde etkilemez. Bu yüzden kapitalizmle daha radikal bir sorgulama gerekliliği Yeşil Hareket’e doğru hızla yaklaşıyor. Stockholm Royal Seaport/Stockholm Kraliyet Limanı Projesi örneğin İsveç Yeşilleri için bu sorgulamanın geldiğinin bir göstergesi. Bu radikal sorgulama da belki de kapitalizmin araçları üzerinde gerçekleşmekten ziyade, kapitalizmin ruhu, insanlar arasında yarattığı ve dayattığı yaşam üzerine, ilişkiler üzerine kısaca kültürü üzerinden gerçekleşmeli. Kapitalizmin gözü gibi koruduğu, her türlü karşıtını içine alabilmesini sağlayan en büyük kutsalı orası çünkü.

İlk yazıyı okumak için: Herkes “yeşil” derken, Yeşil Hareket

*

Yeşil Gazete yazıları ve diğer yazılar için: http://www.urbarli.net

https://twitter.com/#!/Urbarli

 

Sherlock, Assange’dan sonra Turing rolünde

Benedict Cumberbatch, Julian Assange’dan sonra şimdi de Alan Turing oluyor.

Sherlock dizisinde Benedict Cumberbatch ve Martin Freeman

Sherlock dizisinde Sherlock Holmes karakteriyle üstün performans gösteren, zeka fışkıran bakışlarıyla yıldızı parlayan Benedict Cumberbatch, Wikileaks’i temel alan “The Fifth Estate” filminde Julian Assange’ canlandırması sonrası, şimdi de yeni bir biyografik filmde, bu kez başka bir şifre çözücü karakteri, Alan Turing’i canlandıracağı konuşuluyor.

Julian Assange - Benedict

II. Dünya Savaşı boyunca, Birleşik Krallık şifre çözücüleri tarafından Nazi Almanyası’nın Enigma ve Lorenz şifrelerinin çözülmesi amacıyla üs olarak Bletchley Park’taki matamatikçi ve şifre çözücü İngiliz Alan Turing’i canlandıracağı konuşulan Cumberbatch’ın yer alacağı “The Imitation Game” isimli filmde, senaryo yazarı olarak Graham Moore, yönetmen olarak “Kafa Avcıları / Headhunters” filmiyle bilinen Morten Tyldum yer alacak.

Alan Turing II. Dünya Savaşı boyunca Enigma kodlarını kırmakta çok önemli bir rol oynadığı için savaş kahramanı sayılmış ve Manchester Üniversitesi’nde çalıştığı yıllarda, Turing makinası denilen algoritma tanımı ile modern bilgisayarların kavramsal temelini atmıştı.

“Eşcinsellik suçu” sebebiyle kimyasalla hadım edildi

Benedict Cumberbatch - Alan Turing

Turing, 1952 yılında Britanya Devleti tarafından eşcinsel eylemlerde bulunmak suçundan dolayı, hapis seçeneğini reddederek 1 sene boyunca kimyasal olarak östrojen iğnesiyle hadım edilmeyi seçmiş ve devletteki işinden uzaklaştırılıp gözlem altında tutulmaya başlanmıştı.

7 Haziran 1954’te 41 yaşındayken ölü bulunan Turing’in, yediği elmanın içinde bulunan siyanürden zehirlenerek intihar ettiği açıklandı.

Sherlock dizisinde üstün performans gösteren bir diğer oyuncu Martin Freeman ise Hobbit sinema serinde oynamaya devam ediyor.

TheIndependent, Milliyet Sanat, Yeşil Gazete

Elektriği yaşam enerjisine tercih etmek – Yakup Okumuşoğlu

Türkiye de 2001 yılında çıkartılan 4628 sayılı yasayla enerji, bir sektör faaliyeti olarak kabul edilip gerçek ve tüzel kişiler aracılığı ile bu hizmetin verilmesi planlandı. Enerji üretim ve dağıtımında özelleştirmeler yapıldı, bunun yanında temeli hukuken tartışmalı su kullanım hakkı anlaşmaları ile akarsular da gövde oluşturduğu rakımlardan itibaren hidrolojik enerji kapasiteleri üzerinden, parçalar halinde 49+49 yıllığına özel sektöre satıldı.

Enerji faaliyetinin kamu hizmeti olarak görülmesinden çıkarılıp kar-zarar ekonomisi kapsamına alınmasıyla ülkenin dört bir yanındaki akarsuların hidrolojik kapasiteleri özel sektör tarafından adeta kapışıldı; kar etme dışında kaygısı olmayan özel sektör, akan her suyu “ekonomik olarak değerlendirilmemiş boşa akan bir doğal kaynak” olarak gördü ve neticede Anadolu’da 2 bin civarında küçük, orta, büyük; 10 bin civarında ise mikro hidroelektrik santral için proje oluşturdu.

Anadolu’nun tüm vadilerinin şantiye alanına döndüğü bir gerçeklikte, Anadolu kırsal yaşamının temeli akarsular ve bu alanlardaki kültürler maalesef ortadan kalkmak üzere. 2 bin civarı orta- büyük ölçekteki HES inşasının 2023 yılında tamamlanması planlanıyor.

Tümü inşa edildiğinde ortalama bir hesapla 10 bin km boyunca akarsularımız kanal, boru ya da tünellere hapsedilmiş olacak. Akarsular ancak denize, göle ya da bir başka nehre katıldığı noktada izlenebilir hale gelecek.

Bir nehir tipi hidroelektrik santral kurmak için önce uygun özelliklere sahip akarsu gerekli. Santralin kurulma ve işletme aşamasındaki ilk etkisi akarsu üzerinde gerçekleşiyor. Akarsuyun ne olduğu, bir HES’in akarsu ekosistemine etkisini anlamak için akarsuyu anlamak gerekir.

Canlılığı devam ettiren büyük sistem

Akarsu, güneş nedeniyle oluşan buharlaşmanın neticesinde yüksek dağlara yaklaşan havanın yoğuşmasıyla yağışa geçen, yağış nedeni ile suyun bir araya gelip akışa geçtiği, akışı boyunca aktığı zemini aşındıran, aşındırırken aktığı zeminin yapısına ve aşınım süresine bağlı olarak çeşitli vadileri oluşturan; oluşturduğu çukurluğun içinde akışına devam ederken karasal ekosistemlere etkilerde bulunan ve su çağlayanlarının yeniden okyanusa, denize ve göllere ulaşmasını sağlayan; böylece su döngüsü oluşturan ve bu döngüyü milyonlarca yıldır sürdürülmesine hizmet eden yapı ve kendi başına ayrı bir ekosistemdir.

Diğer yandan akarsu akışa geçtiği dağların en üst noktasından okyanusa denize ya da göllere karışana kadar aktığı zeminin etkileri ile değişen, değiştikçe kendi ekosistemi de değişen, aktığı zeminin ve çevresinin de ekosistemini değiştiren; böylece yaşamı çeşitli yönlerden etkileyip, biyolojik çeşitliliği destekleyen ve nihayet gezegenin canlılığını hem sağlayan hem devam ettiren bir büyük sistemin ana “eko”destek sistemidir.

Elektrik için her litre su doğadan koparılıyor

Enerjinin insan ihtiyaçları açısından en çok kullanıldığı türü elektrik enerjisi olduğundan ve enerji de insan kullanımına uygun olarak doğada hazır olmadığından elde edilmesi maliyet gerektiriyor. Talep nedeniyle de sürekli birim fiyatı arttığından ekonomik anlayış içinde değerli bir ürün. Enerjiye (üretim birimine) sahip olan açısından iyi bir getirisi vardır.

Bu sebeple de akarsuyun, hidroelektrik santralin su iletim hattına alınacak debiyi oluşturan her bir litre su, bir hidroelektrik santral için o kadar fazla elektrik enerjisi üretme anlamına gelir. Bu sonuç nedeniyle “mühendislik”; bir hidroelektrik santral planlarken en çok elektrik enerjisini üretebileceği debiyi akarsudan almayı planlar.

Akarsudan alınan su ve planlanan düşüş yüksekliğine bağlı olarak hidroelektrik santral de o kadar çok enerji üretir, o kadar çok karlı olur, o kadar çok verimli olur.

Fakat diğer tarafta akarsuyun doğal yatağında akışı azalır, hatta durur ve ekosistem içindeki işlevi ortadan kalkar. Akarsuya bağlı ve etkileşim içinde olduğu ekosistem yıkılır, akarsuyun var ettiği biyolojik çeşitlilik zarar görür, azalırken suya bağlı tarımsal faaliyetler de kaçınılmaz olarak zarar görür.

Başka bir şekilde anlatırsak; doğal yaşam ve doğal koşulların oluşturduğu geleneksel insan yaşamı suyun yatağından alınması ile zarar görür. Ya da yaşamın enerjisi ve yaşam yerine elektrik enerjisi tercihi yapılmış olur.

Doğal ortamında yaşamı var eden enerji, elektrik enerjisine çevrilerek doğal ortamından çok uzaklara taşınıp, başka bir yaşam biçiminin hizmetine sunulur.

Nehir tipi hidroelektrik santrallerin sahadaki uygulama yöntemi üzerinden hidroelektrik santrallerin ekolojik etkilerini açıklamaya çalışırsak, öncelikle ifade etmemiz gereken ilk husus ülkemizde akarsulara sadece “hidrolojik kapasiteleri” yönü ile bakılmakta olduğudur.

Akarsulara HES travması

DSİ’nin uzun ve köklü geçmişi ile akarsulara sadece hidrolojik yönden bakılmış, geçmişten bu yana akarsuların “hidrolojik enerji kapasitesi”ne değer atfedilmiş ve bu anlayışın bir tezahürü ile de akarsular üzerinde; kaynağa yakın kotlarından başlayıp, hidrolojik enerji kapasitesinin tükendiği denize kadar birbirini takip edecek şekilde onlarca hidroelektrik santrali planlanmıştır.

En üst kotta yer alan hidroelektrik santralin iletim yapısına giren su; santral yapısında türbinlendikten sonra kuyruk suyu kanalı ile hemen altındaki bir başka firmaya ait hidroelektrik santralin su iletim yapısına girmekte ve bu şekilde bir hidroelektrik santralden diğerine yönlendirilerek akarsuyun yatağında akışı sonlanmaktadır.

Böylece ilk ve en travmatik etki; akarsu yatağının en az yüzde 90’ının kuruması sonucu suyun toprakla, toprağın su ile karşılıklı ilişkisinin kesilmesi olmaktadır.

Yüzde 10’luk can suyu tartışması

2006 yılında Elektrik Piyasasında Üretim Faaliyetinde Bulunmak Üzere Su Kullanım Hakkı Anlaşması İmzalanmasına İlişkin Usul Ve Esaslar Hakkında Yönetmeliğe, “doğal hayatın devamı için mansaba bırakılacak su miktarı projeye esas alınan son on yıllık ortalama akımın en az yüzde 10’u olacaktır.

ÇED sürecinde ekolojik ihtiyaçlar göz önüne alındığında bu miktarın yeterli olmayacağının belirlenmesi durumunda miktar artırılabilecektir. Belirlenen bu miktara mansaptaki diğer teessüs etmiş su hakları ayrıca ilave edilecek ve kesin proje çalışmaları belirlenen toplam bu miktar dikkate alınarak yapılacaktır.

Nehirde son on yıllık ortalama akımın yüzde 10’undan daha az akım olması halinde suyun tamamı doğal hayatın devamı için mansaba bırakılacaktır” hükmü eklendi.

Görüleceği üzere yönetmelik uzun yıllar ortalama akımın en az yüzde 10’nun ekolojik ihtiyaç debisi olarak belirlemişken, uygulamada kaynağından denize kadar akarsuyun her bir kotuna özel sektör tarafından HES inşa edilmek istenmesi sonrasında hidroelektrik santralin gerek rantabilitesinin zorunlu kılması gerek yatırımcısının daha çok gelir elde etme arzusu ve ısrarı gerekse de sulardan sorumlu DSİ’nin akarsuya ekolojik değil hidrolojik enerji kapasitesi yönü ile bakması neticesinde; regülatör yapılarından mansap yönünde doğal yaşamın devamı için bırakılması önerilen sözde ekolojik ihtiyaç debisi (can suyu olarak tabir edilir) sanki yönetmelik düzenlemesi “yüzde 10 düzeyinden daha fazla olmayacaktır” şeklinde bir düzenleme getirmiş gibi genellikle akarsuyun yıllık ortalama debisinin yüzde 10 civarı olarak belirleniyor.

Can suyunda bilimsel dayanak yok

Dünya Biyosfer Rezerv Alanı olan Maçahel’de bile planlanan hidroelektrik santrallerinde durum böyle. Yönetmelik değişikliği öncesi yapılan Su Kullanım Anlaşmalarında ise durum çok daha vahim. Bir örnek vermek gerekirse, İkizdere’de bir projede yıllık ortalama debisi 25,44 m3/sn olan İyidere için can suyu oranı ortalama 250 İt/sn olarak belirlendi. Açılan dava sonrası can suyu oranı yüzde 1 düzeyinden yüzde 10 düzeyine ancak çıkartılabildi.

Yönetmelik değişikliği öncesi hazırlanmış tüm projelerde can suyu oranları birbirinin benzeri şekilde, her hangi bir belirleyici kıstas ya da bilimsel dayanak olmadan saptandı. Kaldı ki yönetmelikte yer verilen yüzde 10 oranının da herhangi bir bilimsel dayanağı yok.

Dünya ölçeğinde hidrobiyologların yaptıkları çalışmalarla akarsuyun hangi miktar debi ile ekosistemini iyi bir şekilde devam ettirebileceğine dair yaklaşık 200 metot geliştirilmiştir.

Hiçbir metotta yıllık ortalama debinin yüzde 10’u kadar bir oran önerilmediği gibi, yüzde 10 oranı debi ile akarsu ekosisteminin devam edemeyeceği kabul edilmiştir.

Genel kabul ekosistemin devamı için akarsuyun yıllık ortalama debisinin en az yüzde 40’ı kadar bir debinin akarsu yatağına bırakılması gerektiği şeklinde.

Yakup Şekip Okumuşoğlu- www.bianet.org

( ilk olarak Son Nokta dergisinin Ocak sayısında yayınlandı)

Yakup Okumuşoğlu

 

Yapısal kriz: Orta vadede öngörülemeyen olgular – Immanuel Wallerstein

Daha önce kapitalist sistemin neden bir yapısal kriz içinde olduğunu ve bunun neden iki alternatifli sonuçlardan birinin galip geleceği dünya çapında bir politik mücadeleye yol açacağına değindim. Biri kapitalizmin bütün kötü özelliklerini (hiyerarşi, sömürü ve kutuplaşma) sürdüren kapitalist olmayan bir sistem, diğeri ise göreli demokratik ve göreli eşitliğe dayalı bir sistemin temelinde yatan, daha önce hiç var olmamış bir sistem.

Fakat sistemsel geçiş sürecinde öngörülemez üç durum mevcut. Bunlar modern dünya sisteminin tarihsel gelişiminin kökenlerinde yatan ve gelecek yirmi ila kırk yılda dünya çapında politik mücadeleler açısından kestirilemeyen sonuçlarla birlikte oldukça yıkıcı şekilde “patlayabilecek” olan üç görüngüyü oluşturmakta.

Bu öngörülemez üç durum iklim değişikliği, salgın hastalıklar ve nükleer savaşlar. Bunlar insanlık için taşıdıkları tehlikeler açısından değil fakat felaketin zamanlaması açısından öngörülemez. Bu öngörülemez durumların her birine dair bilgimiz derin fakat bu meseleleri (ki tam olarak ne olacağıyla ilgili emin olabileceğimize inanmıyorum) ciddi biçimde çalışmış olanların görüşlerinde bile yeteri kadar farklılıklar ve belirsizlikler mevcut. Her birini sırasıyla tartışalım.

İklim değişikliği, politik ve ideolojik nedenler dolayısıyla bu gerçekliği reddedenler dışında sorgulanamaz bir gerçeklik. Dahası iklim değişikliğine yol açan her şey yavaşlamaktan ziyade hızlanmakta. Varlıklı olan ve varlıklı olmayan devletler arasında iklim değişiklikleri konusunda ne yapılması gerektiğiyle ilgili politik farklılıklar karşısında riskleri yumuşatacak bir anlaşmaya varılması imkansız görünüyor.

Fakat dünyanın ekolojik karmaşası o kadar muazzam ve bu iklim değişiklikleri o kadar büyük ki ne türden yeniden uyum sağlamaların ortaya çıkacağını bilemeyiz. Öyle görünüyor ki su seviyesi artacak, ki şimdiden artıyor, ve bu durum geniş toprak alanlarını su altında kalmayla tehdit ediyor. Ayrıca öyle görünüyor ki dünyanın çeşitli bölgelerinde ortalama sıcaklıklar değişecek, ki şimdiden değişiyor. Fakat bu, tarımsal üretimin ve enerji kaynaklarının konumunun, şiddetli zararın diğer bölgelere “dengelenmesi” şeklinde farklı bölgelere kaymasıyla sonuçlanabilir.

Aynı şey salgın hastalıklar için de geçerli. Son yüz yıl veya daha fazlasında dünyadaki ilaç miktarının “ilerlemesi”, beraberinde kontrol altında olan pek çok hastalığı getirdi. Bu da eş zamanlı olarak insanlığın kadim düşmanı olan, medikal güçlerin mücadele etmek için oldukça zorlandığı bakterilerin daha dirençli olmasının ve yeni türden hastalıkların ortaya çıkmasının yeni yollarını bulmasına yol açtı.

Diğer yandan bakterilerin bazen insanlığın en iyi arkadaşı olabileceğini öğrenmeye başladık. Bir kez daha tekrarlarsak, bilgimiz muazzam görünmekte fakat her şey söylendiğinde ve yapıldığında bilgimizin acınacak derecede küçük olduğunu görürüz. Zamana karşı bu yarışta ne kadar hızlı öğreneceğiz? Ve hayatta kalmak için ne kadar unutmamız gerekiyor?

Son olarak bir de nükleer savaş var. Gelecek on yıl veya fazlasında nükleer silahlanmada kayda değer bi artış olacağını savunmuştum. Devletler arası savaş hali açısından bu durumu bir tehlike olarak görmüyorum. Aslında, durum tam tersi. Nükleer silahlar esasen savunma amaçlı olduğu için devletler arası savaş ihtimalini artırmak yerine zayıflatmakta.

Ancak tahmin edilemez birkaç olgu mevcut. Devlet olmayan aktörlerin motivasyonları muhakkak aynı değil. Ve şüphesiz bu türden (nükleer) silahları (bunların yanı sıra kimyasal ve biyolojik silahları) ele geçirmek ve kullanmak isteyenler bulunmakta. Buna ek olarak birçok devletin bu silahları gasptan ve satıştan korumadaki yetersizlikleri bu silahların devlet olmayan aktörler tarafından ele geçirilmesiyle sonuçlanabilir. Sonuç olarak, bu silahların asıl kullanımı bazı şahısların elinde. Ve “hilekar” (bir Dr. Strangelove* kurgusu) bir devlet birimi olasılığı asla gözardı edilemez.

Dünyanın yeni bir dünya-sistemine küresel geçişe direnmesi veya bu felaketlerin olmadığı sistemlerin meydana gelmesi kuvvetle muhtemel. Fakat aynı zamanda tersi de mümkün. Ve eğer dünya bu dönüşümü engellerse, yeni dünya-sisteminin bu felaketlerden herhangi birinin gerçekleşme ihtimalini azaltmak amacıyla türlü önlemler alması da mümkün.

Elbette, neler olacağını görmek için öylece oturup bekleyemeyiz. Bu üç tahmin edilemeyen olgunun “patlama” ihtimalini en aza indirmek için şu an için elimizden gelen önlemi almamız gerekiyor. Bununla birlikte, modern dünya-sistemi içinde bulunduğumuz sürece politik olarak başarabileceklerimiz sınırlı. İşte bu nedenle onlara tahmin edilemez olgular diyorum. Gerçekte ne olacağını ve bunun dönüşüm üzerine olacak etkilerinin neler olduğunu tahmin edemeyiz.

Açıklığa kavuşturacak olursam; bu tehlikeli oluşumlardan hiçbiri yapısal dönüşüm sürecini nihayete kavuşturmayacak. Fakat mücadele içindeki politik güçlerin dengesini ciddi olarak etkileyebilir. Bu türden tehlikeler karşı birçok insanın vereceği temel tepkinin aşırı korumacı ve dışlayıcı bir şekilde içe çekilme olacağı şimdiden açıkça görülmektedir, dolayısıyla bu durum baskıcı bir sistem kurmak isteyenlerin elini güçlendirecek (kapitalist olmayan bir sistem olsa bile). Bu eğilimi şimdiden her yerde görmekteyiz. Bu göreli demokrat ve göreli eşitlikçi bir sistem isteyenlerin neler olduğuyla ilgili daha net olması ve bu eğilime karşı koyacak politik stratejiler geliştirmek için daha gayretli çalışması gerektiği anlamına gelmekte.

 

Dr. Garipaşk: Stanley Kubrick filmi. Filmde Amerikan haberalma ve genelkurmay noktalarında bulunan bir dizi önemli kişinin içine düştüğü yanlışlıklar zinciri sonucunda dünyanın bir atom savaşına nasıl sürüklendiği anlatılmaktadır.

 

[Binghamton.edu adresindeki İngilizce orijinalinden Pınar Atalay tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]

 

 

Şinasi ve Akün Sahneleri için bugün eylem var

Ankara’da bulunan Şinasi ve Akün Sahneleri 5 Şubat’ta gerçekleştirilecek bir ihaleyle satışa çıkarılıyor. Şinasi ve Akün Halkındır Platformu, bugün (2 Şubat) saat 17:00’de sahnelerin önünde eylem gerçekleştirecek.

Sol Gazetesi’nin haberinde, bileşenleri Kültür Sanat-Sen, Mimarlar Odası, Ankara Sanat Tiyatrosu, Nazım Hikmet Kültür Merkezi gibi örgüt ve kurumlardan oluşan Şinasi ve Akün Halkındır Platformu yaptığı açıklamada dünya standartlarına sahip sahnelerin pek çok festivale ev sahipliği yaptığı belirtilirken, “Sahibi halk olan bu binaları satacağını söyleyen Emek İnşaat bu yapıları kendisi kurmadı. Bizlerin vergileriyle kurulan bu kültür ve sanat varlıkları halkın yararı için vardır” denildi.

Küçük Tiyatro da satılacak

Evrensel Gazetesi’nden Hilal Yağız’ın Kültür Sanat Sen Genel Başkanı Yavuz Demirkaya ile yaptığı röportaja göre “Küçük tiyatronun da satılması söz konusu… Aynı anda Kültür Bakanlığı’nın 4848 sayılı kanununu değiştirecek olan taslak da hazırlandı. Taslak, sendikadan saklanıyor. Sanat kurumlarına kadrolu personel alımının tamamen biteceği tahmin ediliyor.”

Sol, Evrensel, Yeşil Gazete