Ana Sayfa Blog Sayfa 4437

Feminen hareketlermiş!- Gözde Demirbilek

Sistemin açtığı yolda durmadan yürümeyeceğime ant içtiğim için “bu seneyi atlatayım gerisi aksın” düşüncesinin yanında sınav stresi, ne olacak ne bitecek yapabilecek miyim ha gayret tempo arttırayım derken çok yakınlarımı ihmal eder oldum. Dahası arkadaşlarımı özlemeye bile mahal vermeyecek bir stres aldı beni. Bırakmadı da sonra. İnsanları özlediğimi gece uykuya dalmadan önce soğuk yatakta uykuyu beklerken o üç dört dakika içinde fark ediyorum. Sonra çarşaf da ısınıyor, yorgan da. Uykuya dalıyorum. Ertesi gün yine aynı geçiyor. Ne kendime zaman ayırabiliyorum ne dostlarıma. İşin ilginci ayıramadığım zaman neye gidiyor anlamıyorum.
Her neyse… Haftasonu olunca hem okul hem dershane faktörü olmadığından dershanedeki görevimi(!) tamamlayıp biraz kendime vakit ayırabildim. Ayırabildiğim zamanı da özlediğim arkadaşlarıma ulaşarak değerlendireyim dedim. Hayat öyle acımasız ki, özlediğiniz insanlar için “keşke ulaşmasaydım!” dedirtebiliyor. Bandırma’da müzikle ilgilenen dünya tatlısı bir arkadaşım var, sürekli olarak içinde müzik olan her türlü organizasyona katılıyor da. Kendisinin başarılı bir insan olacağına inancım sonsuz, gel gelelim ki başarılı bir insan olmanın çetrefilli yoluyla şimdiden karşılaşmış güzel dostum.

Arkadaşım uzun zamandır bir müzik kursundaydı, çok değil birkaç gün önce “feminen hareketleri” nedeniyle müzik kursundan çıkarılmış. Kurumun açıklamasındaki ibareyi veriyorum çünkü birazdan “feminen hareket” konusunu irdeleyeceğim.

Toplumda genel olarak takılan cinsiyetçi tavır giderek kadına olduğu gibi kadınsal hareketlere de karşı çıkmaya başladı. Siz bu zamana kadar hiç erkek gibi giyindiği için uyarılan bir kadın gördünüz mü? Görmemişsinizdir. Görseniz de örneği çok azdır. Fakat tıpkı o kurumun yaptığı gibi feminen hareketlerde bulunan erkekler bugünün Türkiye’sinde, 21. yüzyılda hâlâ dışlanır, hor görülür ve insanlardan uzaklaştırılır. Peki, bunun altında yatan nefret nedir? Niçin böylesine karşı çıkılır? Cevap çok basit! Toplum ataerkinin o iğrenç pençesinde cinsiyetçi penceresinden gördüğü erkeksi özellikleri tüm toplum üzerinde uygun görür. Bakın erkekler demiyorum, tüm toplum. Yani kadınlar da dâhil… Fakat işin kadın kısmında olay aynı çarkla dönmüyor. Yine aynı mantalitenin ürünü olan cinsiyetçi pencere kadınsal hareketleri tüm toplum üzerinde uygun görmüyor! Çünkü toplumun büyük bir kesiminin ısrarla -ki kadınlar da dâhil olmak üzere- kabullendiği erkek yanlı yaşayış, erkeğin güçlü kadının duygusal görüldüğü bu pencerede öteden gelen bu düşünüşler bir kadının “bir erkek gibi” (!) güçlü olabileceğini fakat bir erkeğin “bir kadın kadar” duygusal ve yumuşak mizaçlı olamayacağını savunuyor.

Sinirlenerek ifşa edeceğimi belirttim kurumun adını, bu saygısızlığı insanların duymasını istediğimi söyledim. Sonra dedim ki, hangi insanlar? Uyuyan insanlar mı? Bugün, ezilen ve hor görülmüş kim varsa susan ve sustuğu için yarın kendisine susacak bir insan bile bulamayacağını düşündüğüm insanlar mı? Hangi insanlara neyin sesini duyuracağım.

Müziğin evrensel olduğunu savunur dururuz, duygu vardır çünkü. Dünyanın neresinde olursa, kim için ve kimin elinden çıkmış olursa olsun sanatın bireysel ve bireysel bir ürün olduğu kadar evrensel olduğundan söz ederiz. Yalan. Eğer böylesine bağnaz böylesine ayrımcı bir sanat ise müzik, daha 3 kişiyi kendisi arasında ayıran ve sırf toplum normlarının dışında görüldüğünü iddia eden kurumların elinde harcanmıyor da kimlerin elinde harcanıyor? 3 kişiyi ayıran, evreni binlerce sel’e de böler nitekim.

Arkadaşım utana sıkıla “Etme” dedi. “Boşver.” Zaten kurum bir ticarethane olduğu ve para kazanmanın peşinde olduğu için kendisine göre sivriyi ayıracağını belirtmiş. Çokgen değil, yuvarlak istiyorlar anlayacağınız. Yontulmak istemeyen köşeyi de çıkartıyorlar aralarından böylece. Çıkarılan köşe de kime sığınsın neye sığınsın bilmiyor, uzamaması için susuyor.

Gelecek hayallerinden bahsettik biraz, sonra şu kanaate vardık birlikte: Önce kendimizi koruyacağız. Sonra gelecek hayallerimizi. Biraz ataerkiden dem vurduk. Biraz üzüldük. Sonra oturup tüm bunları geride bıraktığımız bir dünya düşündük, böyle bir dünya için önce yontulmamak için direnmekten söz ettik.

Pek çok şeyden söz ederken, ne diyeyim gözüm. Kadın olmak zor. Günün birinde bir kadın olarak “feminen hareketler” sebebiyle bir kadın olarak benim dışlanmayacağımın garantisini kimse veremiyorsa, uyanışın vaktidir. Göz açmanın vaktidir.

Vakit, “feminen hareketler”in kamusallaştırılmasının vaktidir.

Gözde Demirbilek -www.kaosgl.com

Özür dilemek “bildiğiniz gibi değil” – Ayda Erbal

Bu yazı ilk olarak azadalik.wordpress.com da yayınlanmıştır.

Türkiye’nin şimdiye kadar kendi odalarında kendi aralarında konuşup siyaset yapanları bir araya gelip birbirleri hakkında bunca yıldır biriktirip durdukları husumeti ortaya döktükçe kamusal alandaki “özür”ler de çoğaldı. Bir önceki cümlede özür kelimesinin tırnak içinde kullanmamın nedeni, şimdiye kadar, Türkiye’li aydınların Ermeniler’den dilediği “özür”, Başbakan Erdoğan’ın Dersimliler’den dilediği “özür”ü ve BDP Milletvekili Sırrı Sakık’ın bugünkü ve daha önceki “özür”leri dahil kamusal alandaki özürlerin hiçbirinin literatürde geçen özür kriterlerine uymaması. Hatta diyebiliriz ki son yıllarda kamusal alanda özürlerin neredeyse hepsinin ortak noktası, üzerine bir kez daha özür dilenmesi gereken metinler olmaları.

Türkiye’li aydınların Ermeniler’den “özür”ünün, özür gereken bir mesele olduğu konusunda kamuyu eğitmekle birlikte, kişilerarası basit özür standartlarına bile uymaması ve pek çok başka siyasal ve felsefi sorunun yanısıra neden özür dilenen tarafa karşı peşin bir şiddet içerdiğini şu kitaptaki Mea Culpas, Negotiations, Apologias adlı bölümde uzun uzun yazdım.Burada tekrar o konuya girmeyeceğim. Başbakan Erdoğan’ın Dersim özrünün niye özür olmadığına ilişkin Bilgin Ayata ve Serra Hakyemez yakında yayımlanacak bir yazı yazdılar.*** Ancak genel kural olarak içinde “eğer” sözü geçen herhangi bir önermenin başka bir metinsel analize tabii tutulmadan özür sayılamayacağını söylememiz gerekiyor. Literatüre “if apologies” “şartlı özürler” diye geçmiş bu tür, özür dilenirken yapılmaması gerekenler konusu başlığı altında epeyce geniş yer tutuyor. Özür meselesinin Türkiye’den daha ciddiye alındığı yerlerde genelde bu çeşit özürler özürden zaten sayılmadığı gibi, özür dilenen tarafa yeniden özür isteme hakkı da veriyor. Tarafların özürden memnun olmadığı zaman yaptıklarına ilişkin son zamanlardaki en ilginç örneklerden biri Apple ve Samsung arasında İngiltere mahkemelerinin de karıştığı “özür” olayı. Cep telefonu piyasasını yakından takip edenlerin hatırlayacağı gibi, mahkeme Apple’ın Samsung’dan dilediği özrü yetersiz bulmuş ve bu nedenle Apple’ın Samsung’un dava giderlerini de karşılamasına karar vermişti (bkz burası).

Her ne kadar Türkiye’de kamuoyuna yansımış özürlerin pek çoğu standart altı da olsa, yine de standartaltılıklarına rağmen kamuoyunu eğittiklerini söylememiz gerekiyor. Bu özürlerin yetersizliklerinin bir nedeni özür dileyenlerin metinlerinin standartaltı olmasıysa, diğer bir nedeni de Türkiye’nin medyasında bu standartaltılığa heyecanla meşruiyet veren gazeteciler. Türkiye’de de bir gün anaakım köşe yazarlarının pek çoğu akla hayale gelebilecek her siyasi konuda görüş bildirmekten vazgeçip işlerini ve varsa ilgi alanlarını ciddiye aldıklarında kamuoyunun da tepkisi normalleşecektir. Fakat bu konudaki tek eksiklik gazetecilerden de gelmiyor. Örneğin DurDe gibi bir insan hakları kuruluşu bile özürler konusunda hiç çalışmamış oldukları ayan beyan belli demeçler vererek ya da verilen demeçlere hiç mesafeli durmadan twit atabiliyorlar (bkz bugünkü DurDe twiti).

Sırrı Sakık’ın geçenlerde Ermenilerden dilediği “özür”ü hakkında ayrıca yazılması gerekiyor. Ancak Sırrı Sakık’ın dünkü sözlerine dair bugünkü özrünün niye özür olamadığının metin analizine geçmeden önce, özür literatüründe genel olarak kabul görmüş asgari gerekliliklerin ne olduğuna bakalım.

NASIL BİR ÖZÜR?

Siyasi özürlerin ne içermesi gerektiği başlıbaşına bir tartışma olmakla beraber, muvaffak bir özrün bu literatürde de kabul görmüş 4 bileşeni var. (Nick Smith gibi felsefecilerse bir özrün kategorik olarak özür olarak kabul edilmesi için bundan çok daha fazlasını sağlaması gerektiği görüşündeler)

–           Özür dilenecek kabahatin ne olduğunun açıkça ifadesi

–           Utanma, tevazu ve içtenlik ifadesi

–           Kabahati tekrarlamamaya ilişkin niyet ifadesi

–           Kabahattan dolayı oluşmuş maddi manevi zararı tamir /onarma

Yukarıdaki kriterlerden özellikle birincisine göre kabahati olan öznenin kabahatin hem ne olduğunu açıkça ifade etmesi hem de kabahati işlemiş taraf olarak sorumluluğu üzerine alması ve bütün bunları edilgen dil kalıplarına kaçmadan yapması gerekiyor. Bu kriterlerden içtenliğe ilişkin olan içinse şunu söylemeliyiz. Bir özrün içtenlikle ifade edilmiş olması o özrü otomatik olarak muvaffak özür yapmaya yeterli olamayabiliyor. İnsanlar içtenlikle de başarısız özür dileyebiliyorlar. Örneğin Türkiye aydınlarının “Ermenilerden özür kampanyası” özür değildir derken metni imzalamış otuzbin üzerinde Türkiye vatandaşının içtenliğine ve kendilerince bir şeyler yapmaya çalıştıklarına ilişkin niyetin iyiliği değil sorgulanan. Üçüncü kriterse özrün bir yap-boz-yap-boz sarmalına girmemesi için önemli. Gerek özel gerekse kamusal alandaki özürlerin geleceğe ilişkin bağlayıcılığı olması gerektiği düşünülüyor. Zira özür dilemenin bir ağırlığı, bağlayıcılığı ve iki taraf için de sağaltıcılığı olması gerekiyor. Bütün bunların yanısıra özellikle kamusal alanda dilenen özrün mağduru bir kere daha mağdur etmemesi gerekiyor. Örneğin bu metnin yazarı olan ben, okuyucusu olan size karşı bir kabahat işlediysem ve siz bu kabahata ilişkin benim özrümü kabul etmeye henüz hazır değilseniz (ki mağdurların hem böyle bir hakları, hem de özrü kabul etmediklerinde düşmanlaştırılmayacaklarını bilmeye hakları var), ben de bunu bildiğim halde sizden kamusal alanda özür dilemeye kalkıyorsam, burada mağduru daha da mağdur etmeye ilişkin agresif bir yatırım olduğu düşünülüyor. Özellikle kamusal alandaki özürlerde mağdurun kimden nasıl bir özür beklediği ya da özür bekleyip beklemediği gibi meselelerin ciddiye alınması, hatta geniş müzakereci bir tutumla mağdur tarafın beklenti ve isteklerinin öğrenilmesi gerekiyor.

Özellikle savaş suçları, etnik temizlik, soykırım gibi tarihsel suçlara dair durumlarda mağdurun haklarına ilişkin oldukça enteresan bir makale yine aynı kitapta Andrea Erkenbrecher tarafından kaleme alınmıştı. Erkenbrecher bu makalesinde Nazilerin bir günde yerle bir ettikleri Fransız köyü Oradour Sur Glane mağdurlarından az sayıda hayatta kalanların sayısız sivil toplum ve siyasi özür denemelerine rağmen özrü kabul etmediğinin bir tarihini yazarken aynı zamanda mağdurların barışmama hakkının da olduğunu düşünmemiz gerektiğini söylüyor. Yine parallel bir bağlamda 90’larda Oglala Sioux kabilesinin Amerikan Yedinci Süvari Alayı’nın Güney Dakota’da Wounded Knee bölgesindeki 1890 yılındaki katliamına dair özrü kabul etmemesi geliyor akla.[1]

Kamuoyundaki özürlerin sayısının artmasının genelde hem tek tek bireylerin, hem kurumların, hem de siyasi aktörlerin sorumluluklarını kendilerine hatırlatmaları ve hesap verebilirliğin sadece kağıt üzerinde değil toplumda yaşayan bir norm olarak da yerleşmeye başladığının da bir göstergesi. Dolayısıyla dilenen özrün muvaffakiyetinden bağımsız bu çeşit bir normatif fonksiyonu var. Keza aynı şekilde özür dilenmesi gereken durumlarda dilenmemiş ve hatta daha da ileri gidilerek mağdur olanı daha da mağdur etmiş tutumlar da bir negatif öğrenmeye neden oluyor. Örneğin Metis Yayınları editörü Semih Sökmen’in Hamza Aktan’ın Rojin Akın ve Funda Danışman’ın “Bildiğiniz Gibi Değil” kitabına ilişkin intihal iddialarındasorumluluk alıp Aktan’ın argümanını fikir hırsızlıkları çerçevesinde ciddiye almak yerine kendisinin kurumsal gücüne de dayanarak Aktan’ın hem karakterine hem de ne yapması gerektiğine dair ders vermeye devam ettiği durumda olduğu gibi.[2] Bütün iktidarını çeşitli siyasi ve entelektüel mülahazalar yanısıra, başkalarının fikir haklarının pazar değerini belirlemek üzerinden kurmuş bir yayınevinin intihal konusunda verdiği tepkinin hem kendisi hem de kolayca hasıraltı edilmiş olması Türkiye’nin entelektüel iklimine dair çok şey söylüyor. Misal bu evsahibini bastırmaya çalışmış yiğit-hırsızlık durumunuAğustos ayında Fareed Zakaria’nın bir süre CNN network’ünden çekilmesine de neden olacak durumla karşılaştıralım –ki o durumda da Zakaria’nın özrü muvaffak bir özrün birinci kriterine uymuyordu aslında.

SIRRI SAKIK’IN “ÖZÜR”Ü

Gelelim Sırrı Sakık’ın özrü kabahatini aratmayacak kadar sorunlu özür metnine. Ancak ondan önce Sırrı Sakık’ın çarpıtıldığını iddia ettiği sözlerine sonra da özür metninin içeriğine bakalım.

İZZET ÇETİN (Kocaeli) – Ulus kavramını bilmiyorsun! İşinize gelmiyor değil mi ulus kavramı?

SIRRI SAKIK (Devamla) – Bakın, bugünün katliamı… Sözüm ona, AK PARTİ’den biri de çıkıp buna cevap veriyor. Efendim, sizi eleştiriyor… Ama kaş yaparken göz çıkarıyorsunuz. Sizde de bu diğer halklara karşı düşmanlık nedir Allah aşkına? Bu ülke sadece siz Sünnilerin, Türklerin, bilmem kimlerin babasının çiftliği midir? Burada Ermeniler de yaşıyor, Yahudiler de yaşıyor, Rumlar da yaşıyor ve diğer halkalara da saygılı olun. Yani, onların söylemleri ne kadar ırkçıysa sizin bu davranışınız da bir o kadar ırkçıdır ve size açıkça söylüyorum: Gidin, Çanakkale’ye bakın, Çanakkale’de sadece sizin atalarınız gidip orada savaşmadı. Sonradan bu ülkeyi kendisine vatan edenler, Kafkaslar’dan, Boşnaklar’dan gelenler, siz bu ülkenin sahipleri değilsiniz, haddinizi bileceksiniz.[3]

Gazetelerin ve sosyal medya aktivistlerinin pek çoğunun Sırrı Sakık’ın metnini hiç sorunşallaştırmadan eylemi tarif etmeye yönelik “Sırrı Sakık Özür Diledi” şeklindeki haberlerinin nedeni olan Sakık metni ise şöyle.[4]

“Dün genel kurulda yapmış olduğum konuşma ne yazık ki farklı yansıtıldı ve farklı noktalara çekildi. Biz her türlü ırkçılığa, ayrımcılığa, asimilasyona, baskıya ve zulme maruz kalmış bir halkın temsilcileri olarak asla ırkçı-milliyetçi bir tutum içerisinde olmadık, olmayız. Türkiye’deki bütün farklı etnik kimlikler başımız gözümüz üzerinedir. Bizim sorunumuz halklarla değil, tekçiliği dayatan, farklılıkları yok sayan sistemledir. Kesinlikle söylediklerimde her hangi bir kasıt yoktur. Benim vicdanım bütün kimliklere notrdur. Bu topraklarda yaşayan 75 milyon, en az benim kadar bu toprakların sahibidir. Sözlerimin maksadını aştığını düşünerek incinen her kim var ise özür dilerim.

Oldukça sorunlu olan bu metni bileşenlerine ayırarak nelerin sorunlu olduğuna bakalım.

1-        Dün genel kurulda yapmış olduğum konuşma ne yazık ki farklı yansıtıldı ve farklı noktalara çekildi.

Sakık ne yazık ki birinci cümlesiyle söylediği sözlerin sorumluluğunu almak yerine, kabahati sözü aktaranlara atıyor. Haber siteleri acaba sözleri çarpıttı mı diye baktığımızda Meclis tutanaklarının haber sitelerinin çerçevesini desteklediği görülüyor. Dolayısıyla burada hiçbir çarpıtma yok.

2-        Biz her türlü ırkçılığa, ayrımcılığa, asimilasyona, baskıya ve zulme maruz kalmış bir halkın temsilcileri olarak asla ırkçı-milliyetçi bir tutum içerisinde olmadık, olmayız. Türkiye’deki bütün farklı etnik kimlikler başımız gözümüz üzerinedir.

Sakık burada kendisinin mağdur bir halktan gelmesini yani mağdur deneyimini özselleştirip, mağdurlar ırkçılık, ayrımcılık sözkonusu olduğunda kimseyi mağdur etmez diyor. Ancak bunun hem Türkiye özelinde hem de dünya genelinde sayısız örnekleri mevcut. Abdullah Öcalan’ın düşüncesinde Yahudiler ve İsrail meselesine bakmak ilginç olurdu. Ancak henüz yazılmamış bir külliyat yerine yazılmış bir şeye bakmak isteyenler Rıfat Bali’nin Türkiye’nin mağdurları gerek mütedeyyin gerekse Ermeni gazetecilerin yazılarındaki anti-semitik öğeleri incelediği şu yazısına bakabilirler. Dünyadan örnekler içinse Mahmoud Mamdani’nin Rwanda Soykırımını anlattığı “When Victims Become Killers” (Mağdurlar Cani Haline Geldiğinde) adlı eserine bakılabilir.

Dolayısıyla burada Sırrı Sakık’tan beklediğimiz mağdurluğa ilişkin bir öze atıfta bulunması yerine sözlerinin siyasi sorumluluğunu alması, zira mağdurları diğerlerinden ayıran o çeşit bir meleksi öz olmadığı gibi, bu çeşit bir öz savunmanın kendisi özcü, ayrımcı bir tutuma işaret ediyor.

3-        Bizim sorunumuz halklarla değil, tekçiliği dayatan, farklılıkları yok sayan sistemledir. Kesinlikle söylediklerimde her hangi bir kasıt yoktur. Benim vicdanım bütün kimliklere notrdur. Bu topraklarda yaşayan 75 milyon, en az benim kadar bu toprakların sahibidir.

Sakık burada üçüncü kez topu taca atarak bu sefer de kendisinin Birgül Ayman Güler ve destekçilerine karşı haklı konumunu haksız hale getiriyor. Türkiye’deki siyasi sistemin muhalefeti de dahil kabaca tekçiliği dayatan, farklılıkları yok sayan bir sistem olduğu konusunda Sakık’la hemfikirim. Liberal muhalefetin çok az bir kısmı hariç, tek çeşit Kürt (BDP-PKK hattına biat eden ve mümkünse AKP’li olmayan), bir çeşit Türkiye Ermenisi (Agos ve çevresi) ve bir çeşit Yahudi (mümkünse İsrail’i yerden yere vuran) görmek istiyor. Bu seçilmiş ötekiler genelde çoğunluğun kendisini iyi hissettiren azınlıklarından mürekkep –ki bunun tarihsel ve siyasal nedenlerini daha uzun tartışmak ve bu seçmeci tutum içinde olanların siyaseten ne yaptığına ilişkin Türkçe’ye bu konuda yeni terimler kazandırmak lazım, örneğin İngilizce’deki tokenism gibi. Ancak Sakık konuşmasında bu ayrıştırmayı yapamıyor ve doğrudan yerlilik / sonradan gelmelik üzerinden bir hiyerarşi kurup o noktadan eleştiriyor. Geçen hafta öne çıkmış CHP milletvekillerinin söylemleri eşit vatandaşlık ilkesine ne kadar aykırı ve kabul edilemezse Sakık’ın söyledikleri de o kadar aykırı ve kabul edilemez. Taner Akçam ve Ümit Kurt’un son kitapları Kanunların Ruhu’nda gerek Osmanlı gerek Cumhuriyet yasalarıyla vatandaşlık dışında bırakılmış Ermenilerin de hakkının tartışıldığı bir ortamda, tartışmanın bir yandan varolan vatandaşlık çerçevesinin iyileştirilmesine, bir yandan da o çerçevenin genişletilmesine ilişkin bir eksene evrilmesi gerekiyor – ki eski diplomatlardan Volkan Vural’ın da bu yönde söyledikleri de var (Bkz şurası).

Sakık’ın sözlerinde kasıt olmadığını hatta söylediklerine gerçekten üzüldüğünü de kabul edebiliriz ama o durumda da sözlerin kasıtlı olmasından bağımsız bir kabahat var. Özrün özür olabilmesi için kabahatin olduğu biçimiyle sahiplenilmesi gerekiyor.

4- Sözlerimin maksadını aştığını düşünerek incinen her kim var ise özür dilerim.

Bu cümle başarısız özürler altında defalarca tekrarlanmış, özür literatürü taramışlar için çok bilindik bir cümle aslında. Sakık sanki sorunlu olan kendi cümlelerinin içeriği değil de bu cümlelerin maksadını aştığını düşünerek incinenlermiş gibi yapıp topu son bir kez daha taca atıyor. Halbuki sorun karşıdakilerin duyarlılığı ya da kolay incinirliği değil, sorun Sakık’ın Perşembe akşamki genel kurul konuşmasının içeriğinde, dolayısıyla sorumluluk Sakık’ta. “Her kim var ise” cümlesi ise mağdurun kim olduğunu belirsizleştiriyor –ki hem bu durumda hem Birgül Ayman Güler’in, hem de önce Hasip Kaplan sonra Altan Tan’ın konuşmalarına maruz kalmış vatandaşlar olarak hepimiz mağduruz, sadece Kürtler, Kafkaslardan gelenler ya da Boşnaklar değil. [5]

Son olarak bu yazıdan da anlaşılacağı üzere özür dileme eyleminin kendisi kadar hem özrün dilenme biçiminin (örneğin kamusal kabahatların her zaman kamusal özürler gerektirmesi gibi), hem de dilenenin özür kriterlerine uyup uymadığının da gazeteciler bu konuda hepimiz adına kesin karara varmadan kamusal alanda tartışılması gerekiyor.  “Özür diliyorum” kelimesi sadece performatif bir eylem bildiriyor, ancak eylemin hem özür kriterlerine göre hem de mağdurların kendisi tarafından özür olarak kabul edilip edilmeyeceği ise bambaşka bir tartışma. Umuyoruz bu yazı kamusal alanda sadece eyleme değil aynı zamanda içeriğe ilişkin böyle bir tartışmaya katkıda bulunabilmiştir.


* Yazıya eleştirileriyle ivedilikle katkıda bulunmuş olan Burcu Gürsel, Gökhan Erdoğan ve Ayşe Özdemir’e teşekkür ediyorum.

Ayda Erbal ( New York Üniversitesi, Siyaset Bölümü twitter: @aydalabre ) –http://azadalik.wordpress.com/2013/02/01/ozur-dilemek-bildiginiz-gibi-degil/#more-1697


*** Ayata ve Hakyemez’in yazısını basılmadan önce okumuş olmama rağmen, Ayata zaman farkı nedeniyle resmi referansı, bu yazı Azad Alik’te  yayımlandıktan sonra gönderebildiği için bu referansı yazı basıldıktan sonra ekleyebiliyoruz: Bilgin Ayata, Serra Hakyemez (2013): “The AKP’s Engagement with Turkey’s Past Crimes: An Analysis of PM Erdoğan’s “Dersim Apology”,” Dialectical Anthropology, Spring 2013.

[1] http://www.history.com/topics/wounded-knee

[2] Metis bu tartışma sırasında kitabın ikinci yazarı Funda Danışman’ın Hamza Aktan’dan özel alanda dilediği özür hiç yokmuş gibi yaparken, Funda Danışman’ın kamusal alandaki kabahatine ilişkin kamusal alanda özür dilememiş olması da ayrıca sorunluydu.

[3] Yukarıdaki alıntıyı TBMM’nin sayfasından aldıysam dahttp://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/Tutanak_B_SD.birlesim_baslangic?P4=21884&P5=H&PAGE1=1&PAGE2=64 Sakık’ın sözlerinden Perşembe gecesi Emre Keskin’in twitleri sayesinde haberdar oldum, kendisine teşekkür ediyorum.

[4] Gerçi Sırrı Sakık’ın özrünün özür olduğu konusunda peşin hüküm verenler sadece aktivistler değil aynı zamanda BDP’li siyasetçilerdi. Örneğin BDP’li Ferhat Tunç şu twiti attı https://twitter.com/ferhatttunc/status/297442180644081664

[5] Ayman Güler, Kaplan ve Tan ile ilgili yazımı hafta başında Armenian Weekly sayfalarında okuyabilirsiniz.

 

foto: Latife Tunc

 

 

Ayda Erbal

 

 

Ben masalın gerçek olanına inanıyorum! – Seçil Türkkan

0

Tahakküm:

İsim: Arapça ta§akkum.

Baskı, zorbalık, hükmetme

Desen: Seçil Türkkan

Türkiye’de gündem, Türkiye Büyük Millet Meclisi dediğimiz çatı altında yaşananlar, orada bulunan milletvekillerinin söyledikleri üzerinden belirleniyor. Ve elbette bunun bir de yaşadığımız tüm gezegene yayılmış versiyonları var ki eminim bütün bu “seçilmişlerin” olmadığı bir dünyayı hiç birimiz artık hayal bile etmiyoruz. Ütopyalar ütopya oldu.

Ülkelerin olmazsa olmazları, seçilmişler. Ellerimizle, demokrasiyle seçtiğimiz ulu karar vericilerimiz. İstemediğimiz yasaları çıkarır, yok etmek istemediklerimizi biz HAYIR  diye bağırırken demokratik yasalarımızla  yok edip, yine  aynı yasalarla kendi gerçeklerini yaratıverirler.

Bir sabah bir bakmışsın; 34 insan bombayla öldürülmüş.

Öğrenciler, gazeteciler, avukatlar terörist oluvermiş.

Caanım ülkemde yaşayan insanlar zamanında birileri tarafından ‘azınlık’ ilan edilmiş, yeri gelmiş tehdit edilmiş, yeri gelmiş öldürülmüş. Artık Samatya vefa’lı bir semt adı bile değilmiş.

Van’da deprem olmuş, milletim oraya yardım olsun diye türk bayrağına sarılı taş, sopa yollamış.

Kaybolan ABD’li Sarai Sierra’nın Cankurtaran’da cesedi bulunmuş. Zamanında, Pippa Bacca’nın da cesedini bulduğumuz gibi. Festus Okey’in cenazesini Nijerya’ya yolladığımız gibi.

Sadece ocak ayında 68 işçi ölmüş.  Ülkedeki ölümlerin kayıtlarını ay ay tutmak insaniyete yakın duran haber merkezlerinin her ay yaptığı rutin işlerden biri  haline gelmiş

Cumartesi Anneleri kayıp yakınlarının cesedine ulaşmak için 410. kez bir araya gelmiş.

Bu ülkede bir çok LGBT ( illa ki oran mı isterdiniz yoksa?) sadece olmak istedikleri insan oldukları için öldürülmüş, bakanlardan biri “eşcinsellik hastalıktır” demiş.

İzmir’de topraktan nükleer santralimiz olmamasına rağmen radyoaktif madde fışkırmış, Türkiye Atom Enerjileri Kurumu bile yetkili değiliz demiş.

Ecdadını arayan Başbakana Hasankeyf’teki ecdadının kökenleri hiç yeterli gelmemiş.

1971′de Milli Park ilan edilen Munzur Vadisi üzerindeki planlar ise bitmek bilmemiş.

N.Ç ‘kendi isteğiyle’ 26 kişinin tecavüzüne uğramış.

Tarihi binaların çoğunun sonu yanarak gelmiş.

Zamanında kitaplar yasaklanmış, şimdi gözaltına alınanlara ‘neden …. kitabını okudun?’ diye sormak işten bile değilmiş. Üstelik artık yasaklayamazsak, diye düşünen kafalar yeni bir çözüm bulmuş. Sansür. Bu ara moda mesela. Bakın, haberlerde de göreceksiniz.

Askere gitmek istemeyen, silah tutmak istemeyenler hapse atılmış.

Kadın cinayeti görmediğimiz güne şaşırır olmuşuz. Kadınları ‘harcamak’ günlük rutin haline gelmiş.

Pınar selek müebbet hapis cezası almış.

Bu ülkede hakimler zaman zaman uyuyakalırmış.

Bütün bu saydıklarım, bizzat meclis eliyle yapılmış olmasalar bile temelde o ‘seçilmiş’ ya da  bir sabah tank sesiyle iktidara gelenlerin getirdikleriyle birikmiş şeyler değil mi? Onlar yasaları, yasalar da günlük hayatımızın işleyişini, gördüklerimiz, duyduklarımızı, yaşananlar ise bildiklerimizi oluşturmuş.

İşte bu, hepimizin masalı. Oyuncularının bizzat sen, ben olduğu, başrolde de seçilmiş oyuncuların tirat attığı. Ve evet, bu masala yazılabilecek daha milyarlarca parça bulabilirim.

-Merhaba meclis ve meclis ahalisi, ben size inanmıyorum. Politikalarınız, söyledikleriniz, baskı mekanizmalarınız, reklam malzemeleriniz, yasalarınız. Herşey aslında masal değil mi zaten?

Seçilmişler arasında iyi insanlar olduğunu  biliyorum, masaldaki kötü kahramanların karşısında durmak için oradalar, bunu da anlayabiliyorum. Ama onların da zaman zaman şiddete başvurmasını, mecliste yumruklaşma sahneleri izlemeyi anlamıyorum. Aralarında ırkçılıkla savaşanların ırkçılık müessesinde medet aramasını da anlamıyorum.

‘Seçmek’ bile masalın bir parçası değil mi zaten?

Hepimiz mi bu masalın parçası oluverdik diyorum. Tam da bu masala karşı çıkarken.Bu masalda iyi insanlar da var biliyorum.

Ama  yaratılmış/yaratılan, gözümün önünde yazılan masallara inanmıyorum. Sevmiyorum. Kulağıma fısıldanırken, ben uyuyamıyorum. Masalların kötülüklere alet edilmesini kabul etmiyorum.

Ben aslında gerçek masallara inanıyorum.

 

Seçil Türkkan

twitter.com/secilturkkan

 

Apo’ya televizyonla, eşlerle münasebet arasında salınan bir yasa tartışması – Mehmet Fırat Pürselim

0

Son dönemde sık sık karşımıza çıkan, kiminin ana dilde savunma, kiminin Apo’ya televizyon, kiminin eşlerle münasebet, kiminin de üstü örtülü af olarak dile getirdiği, en son 15.000 hükümlünün tahliyesiyle gündeme gelen, herkesin kendi penceresinden baktığı 6411 sayılı kanuna biz de hukuk penceresinden baktık. Yoruma girmeden, Ceza Muhakemesi Kanunu ile Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un getirdiklerini ortaya koymaya çalıştık.

6411 sayılı yasanın hukuk sistemimize getirdiği en önemli değişiklik ana dilde savunma hakkıdır. Sanık iddianamenin okunması ve esas hakkındaki mütalaanın verilmesi üzerine,  sözlü savunmasını kendisini daha iyi ifade edebileceğini beyan ettiği Türkçe dışında başka bir dilde -ana dilde- yapabilecektir. Tercüme hizmetleri, il adli yargı adalet komisyonlarınca oluşturulan listeden, sanığın seçeceği tercüman tarafından yerine getirilecektir. Bu tercümanın gideri devlet tarafından karşılanmayacaktır! (Sanık tarafından karşılanacaktır.) Bu imkân, yargılamanın sürüncemede bırakılmasına yönelik olarak kötüye kullanılamayacaktır. İddianame ve esas hakkındaki mütalaa, kovuşturma yani yargılama aşamasında verildiği için soruşturma yani kolluk aşamasında ana dilde savunma yapılıp yapılamayacağı hususunda bir netlik yoktur. Ancak sanığın Türkçe bilmemesi halinde kolluk aşamasında savunmasını Türkçe, bilmemesi halinde ise tercüman marifetiyle yapacağı şeklinde anlaşılmaktadır.

Öncelikle bilmeyenler için hükümlü ve tutuklu arasındaki farkı belirterek, yasayla ilgili bilgi vermeye devam edelim. Tutuklu, yargılaması devam ettiği halde kuvvetli suç delili ve kaçma şüphesi vs. sebebiyle cezaevinde tutulan kişiye, hükümlü (mahkûm) ise mahkemece verilen cezasının kesinleşmiş olması sebebiyle cezasının infazı aşamasında cezaevinde bulunan kişiye denilmektedir.

Yasaya göre: Akıl hastalığına tutulan hükümlünün cezasının infazı iyileşinceye kadar geri bırakılır ve hükümlü, iyileşinceye kadar sağlık kurumunda koruma ve tedavi altına alınır. Sağlık kurumunda geçen süreler cezaevinde geçmiş sayılır. Diğer hastalıklarda cezanın infazına, resmî sağlık kuruluşlarının mahkûmlara ayrılan bölümlerinde devam olunur. Ancak bu durumda bile hapis cezasının infazı, mahkûmun hayatı için kesin bir tehlike teşkil ediyorsa mahkûmun cezasının infazı iyileşinceye kadar geri bırakılır.

Yeni düzenlemeye göre ağır bir hastalık veya sakatlık nedeniyle ceza infaz kurumu koşullarında hayatını yalnız idame ettiremeyecek olan mahkûmun cezasının infazı, iyileşinceye kadar geri bırakılabilecek, daha önceden üçer aylık sürelerle gerçekleştirilen hastalık değerlendirmeleri, birer yıllık sürelerle yapılacaktır.

Önceden üç yıl ve daha az süreli cezaların derhal infazının, hükümlü veya ailesi için mahkûmiyet amacı dışında ağır bir zarara neden olacağı anlaşılırsa, altı aya kadar erteleme kararı verilebiliyorken, yeni yasa ile cezaların ve ertelemenin süresi genişlemektedir.

Kasten işlenen suçlarda 3 yıl, taksirle işlenen suçlarda ise 5 yıl veya daha az süreli hapis cezalarının infazı savcılıkça ertelenebilecek, erteleme her defasında bir yılı geçmemek üzere en fazla iki kez uygulanabilecektir.

Erteleme, terör suçları, örgüt faaliyetleri çerçevesinde işlenen suçlar ve cinsel dokunulmazlığa karşı işlenen suçlardan mahkûm olanlar, disiplin veya tazyik hepsine mahkûm olanlar hakkında uygulanmayacaktır.

Hükümlünün yükseköğrenimini bitirebilmesi, ana, baba, eş veya çocuklarının ölümü, bu kişilerin sürekli hastalık ve malullükleri nedeniyle ailenin ticari faaliyetlerinin yürütülebilmesi, tarım topraklarının işlenebilmesinin imkânsız hale gelmesi veya hükümlünün hastalığının sürekli tedaviyi gerektirmesi gibi zorunlu ve acil hallerde altı ayı geçmeyen sürelerle hapis cezasının infazına en fazla iki defa ara verilebilecektir.

Halkımızın Apo’ya televizyon, eşlerle münasebet şeklinde aşina olduğu madde ise, ödüllendirmeyi düzenleyen 5275 sayılı yasanın 51. maddesidir. 51. maddede, “Hükümlüler, kurum içindeki veya dışındaki genel durumları, eğitim ve iyileştirme faaliyetlerine etkin katılımları, kurum düzenine karşı tutumları ve kendilerine verilen işlerdeki gayretleri dikkate alınarak teşvik esaslı ödüllerden yararlandırılabilirler,” denildikten sonra hükümlüler verilebilecek ödüller şu şekilde sıralanmıştır:

– Kapalı ceza infaz kurumlarında bulunan evli hükümlüler, en geç üç ayda bir kez olmak üzere, üç saatten yirmi dört saate kadar eşleri ile kurum veya eklentilerinde ceza infaz kurumu personelinin yakın nezareti olmaksızın mahrem şekilde görüştürülebilir.

– Çocuk hükümlülere, en geç iki ayda bir kez olmak üzere, üç saatten yirmi dört saate kadar ana ve babasıyla veya vasisiyle kurum ya da eklentilerinde ceza infaz kurumu personelinin yakın nezareti olmaksızın aile görüşmesi yaptırılabilir.

– Haftalık ziyaret süresi iki saate kadar uzatılabilir. Kapalı ziyaret yerine açık ziyaret yaptırılabilir.

– Üst üste kullanılmayan en fazla üç haftalık ziyaret süresi toplu olarak kullandırılabilir.

– Haftalık telefonla görüşme süresi veya sayısı iki katına kadar artırılabilir.

– Sosyal, kültürel veya sportif etkinliklerden öncelikli veya daha uzun süreli yararlanmaları sağlanabilir. Haftalık harcama miktarı yarı oranında artırılabilir.

– Tek kişilik odalarda televizyon bulundurma imkânı verilebilir. (Abdullah Öcalan’a televizyon verilmesine ilişkin kısım burasıdır)

– Hediye verilebilir. Takdir belgesi veya tavsiye mektubu verilebilir.

Bu yasa maddesinde en çok merak edilen konu olan kadın mahkûmların eşleriyle görüşüp görüşemeyeceği hususu olup, yasada doğal olarak kadın ya da erkek ayrımı yapmadığı için kadınların da eşleriyle mahrem biçimde görüşmesinde hiçbir engel bulunmamaktadır.

Yasa; çocuk hükümlülerin başka cezaevine nakillerinde nakil masraflarını devletin karşılaması, hükümlüye ölüm veya hastalık nedeniyle verilen izin süresi içinde gece konaklaması gerektiği takdirde buna gerekli güvenlik tedbirleri alınarak gidilen yerin valisi tarafından karar verilmesi, açık ceza evlerinde bulunanlara aileleriyle bağlarını sürdürmeleri, güçlendirmeleri ve dış dünyaya uyumlarını sağlamaları amacıyla üç ayda bir, üç güne kadar izin verilebileceği gibi çeşitli düzenlemeleri de içermektedir.

Son olarak, üstü örtülü af, 15.000 kişiye tahliye haberlerine konu olan düzenleme ise, 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkındaki Kanun’un 105. Maddesine eklenen A bendiyle hukukumuza girmiştir:

– Amaç, hükümlülerin dış dünyaya uyumlarını sağlamak, aileleriyle bağlarını sürdürmelerini ve güçlendirmelerini temin etmek olarak açıklanmıştır.

– Buna göre, açık ceza infaz kurumunda cezasının son altı ayını kesintisiz olarak geçiren, (çocuk eğitimevinde toplam cezasının beşte birini tamamlayan) (Bu düzenleme 05.04.2012 tarihinde yapıldığı halde, yeni yasa ile belirtilen altı aylık süre ve çocuklar için cezanın beşte birini tamamlama koşulu 31.12.2015 tarihine kadar ertelendiği için bir anda tahliyeler başlamıştır.) koşullu salıverilmesine bir yıl veya daha az süre kalan iyi hâlli hükümlülerin cezalarının koşullu salıverilme tarihine kadar olan kısmının denetimli serbestlik tedbiri uygulanmak suretiyle infazına karar verilebileceği düzenlenmiştir.

– Çocuklu kadın ve ağır hasta hükümlüler için anılan koşullu salıverilmeye kalan bir yıllık süre iki ve üç yıla çıkartılmıştır.

– Denetimli serbestlik tedbiri uygulanmak suretiyle cezasının infazına karar verilen hükümlünün, koşullu salıverilme tarihine kadar; kamuya yararlı bir işte ücretsiz olarak çalıştırılması, bir konut veya bölgede denetim ve gözetim altında bulundurulması, belirlenen yer veya bölgelere gitmemesi, belirlenen programlara katılması yükümlülüklerinden bir veya birden fazlasına tabi tutulmasına, denetimli serbestlik müdürlüğünce karar verileceği belirtilmiştir.

– Hükümlünün; üç gün içinde denetimli serbestlik müdürlüğüne müracaat etmemesi, hakkında belirlenen yükümlülüklere vs. uymamakta ısrar etmesi, ceza infaz kurumuna geri dönmek istemesi hâlinde koşullu salıverilme tarihine kadar olan cezasının infazı için cezaevine geri gönderileceği belirtilmiştir.

– Hükümlünün işlediği iddia olunan başka bir suçtan dolayı tutuklanması, denetimli serbestlik tedbiri uygulanmaya başlanmasından önce işlediği iddia olunan ve cezasının üst sınırı yedi yıldan az olmayan bir suçtan dolayı soruşturma veya kovuşturmaya devam edilmesi, denetimli serbestlik tedbiri uygulanmaya başlandıktan sonra işlediği iddia olunan ve cezasının alt sınırı bir yıl veya daha fazla olan kasıtlı bir suçtan dolayı soruşturma veya kovuşturma başlatılması hallerinde ceza infaz kurumuna gönderilmesine karar verileceği belirtilmiştir.

Muhalefetin ‘kısmi ve gizli bir af niteliğinde’ olduğunu iddia ettiği, ‘cezaevlerini boşaltmak ve kadro tahsisi’ olmak üzere iki amacı olduğunu öne sürdüğü, iktidarın ‘kişinin belli alternatiflerle salıverildiğini, kurallara uymadığı zaman ise geriye döndüğünü, afta ise geri dönüş olmadığını belirttiği’ 105/A düzenlemesiyle ilgili somut olan şey ise 15.000 hükümlüyü mutlu ederken, mağdurlarını üzdüğüdür.

Son söz olarak, ceza sisteminde amaç suçluyu toplumdan uzak tutmaktan ziyade, suçluyu topluma kazandırmak ve nihayetinde suçu oluşturan unsurları ortadan kaldırmak olmalıdır. Bunun için de salt ceza çektirmek değil, suçlunun toplumla kaynaşmasını sağlayacak, eğitim ve becerilerinin geliştirilmesi ile tahliye sonrasında iş ve sosyal imkânlarının sağlanması gerekmektedir. Aksi takdirde artan suçlulukla baş edebilmek için yeni ve büyük cezaevleri yapmakla, genel/kısmi aflar getirmek arasında seçim yapmak zorunda kalabiliriz.

 

Av. Mehmet Fırat Pürselim

 

Assange, Lennon Cesaret Ödülü ile onurlandırıldı

Wikileaks kurucusu Julian Assange geçtiğimiz haftasonu Pazar günü New York’ta “Lennon Cesaret Ödülü” ile onurlandırıldı.

Yoko Ono - Julian Assange

Julian Assange hala İsveç’teki tecavüz ve cinsel saldırı iddiaları nedeniyle Londra’daki Ekvator Büyükelçiliği’nde kalıyor. Modern Sanat Müzesi’ndeki törende John Lennon’ın eşi, sanatçı ve aktivist Yoko Ono Lennon’a gıyaben Julian Assange’a saygılarını sundu.

Yoko Ono konuşmasında şu ifadelere yer verdi.

2013 yılı Sanatta Cesaret Ödülü Julian Assange’a sunuldu. Cesaretinizle gerçekler bize ulaştı, -teşekkürler- bize dünyayı iyileştirmek adına bilgelik ve güç verdi. Dünyada çekilen tüm acı verici olaylar adına size teşekkür ederim. Yoko Ono Lennon. Teşekkürler.

Yoko Ono; “Julian Assange kamunun hakkı olanı kamuya iade ederek cesur bir adım attı. İşte bu nedenle bizim de onun arkasında durmamız gerektiğine inanıyorum” dedi.

Assange için ödülü kabul eden Michael Ratner (soldan 2.) ve Baltazar Garzon Real (sağdan 2.) . Daniel Ellsberg (solda) ve Ekvador Dışişleri Bakanı Ricardo Patino Aroca da törende konuştu. (Fotoğraf: Allan Tannenbaum / Polaris)

Gece aynı zamanda Aaron Swartz’ın anısına övgü niteliğindeydi. Reddit’in kurucusu, internet özgürlüğü aktivisti Aaron Swartz, MIT sunucusundan belgeleri indirdiği için federal suçlamalarla karşı karşıya kalmış ve Ocak ayında intihar etmişti.

Ono, konuşmasında; “Onların cesaret ve zekaları, evrensel insan uygarlığının gerçek doğasını açığa çıkarıyor. Biz bu reformu nasıl yapabiliriz, onu nasıl yükseltebilir ve bunu mevcut mütevazi köklerinin ötesine taşımayı nasıl başarabiliriz?” ifadelerine yer verdi. “Cesaretleri; savaş suçlarını, ağır insan hakları ihlallerini ve toplumumuzun adil olmayan yolsuzluklarını belgeliyor” dedi.

Julian Assange’ı Benedict Cumberbatch’in oynayacağı “The Fifth Estate” isimli filmin şu sıralar yapım aşamasında olduğunu da hatırlatalım.

Yeşil Gazete’de Aaron Swartz hakkındaki röportaj hala yayında.

– Yeşil Gazete, The Hollywood Reporter, DemocracyNow, Imagine Peace –

 

Türkiye’nin ilk Lazca TV kanalı yayın hayatına başlıyor

Rize’nin Ardeşen ilçesinde Gelişim TV adı altında yayın yapan yerel televizyon kanalı, 2013 yılının ilk ayından itibaren uydu üzerinden Lazca olarak yayın yapmaya hazırlanıyor.

Cihan Haber Ajansı’nın haberine göre, Ardeşen’de 14 yıl önce kurulan ve bugüne kadar karasal-yerel yayın yapan Gelişim TV, 2013 yılından itibaren uydu üzerinden yayın yapmaya karar verdi. İsmini Lazca bir isimle değiştirecek olan kanal, kültürel programlarının büyük bir kısmını da Lazca olarak yayınlayacak. Kanal, yeni yılda haber bültenlerini de Lazca olarak yayınlamayı planlıyor.

Konuyla ilgili açıklama yapan Gelişim Televizyonu Genel Müdürü Turgay Terzibaş, “14 yıldır ilçemizde yayın yapıyoruz. Artık bölgemizin sesini yeni yayın politikalarımız ile dünyaya duyuracağız. 2013 yılının ilk ayı içerisinde uydu üzerinden yayın yapmaya başlayacağız. Program akışımızın büyük bir bölümü Lazca olarak yapacağız. Belli bir süre sonra haber bültenlerimizi de Lazca olarak sunacağız. Bu şekilde bölgemizin kültürünü diğer kültürlere de tanıtmayı hedefliyoruz.” dedi.

(Cihan, Yeşil Gazete)

İnsan Hakları İzleme Örgütü Raporuna göre Türkiye’nin 2012 yılı İnsan Hakları karnesi – Benan Molu

0

İnsan Hakları İzleme Örgütü (Human Rights Watch) otuz dört yıldır dünya çapında insan hakları ihlallerinin araştırılması ve bu ihlallerin görünür kılınması için çalışan, başta ifade özgürlüğü, ayrımcılık yasağı, işkence ve kötü muamelenin önlenmesi ve adalete erişim olmak üzere insan haklarının her koşulda korunması ve geliştirilmesi için hükümetlere baskı yapan uluslararası ve bağımsız bir insan hakları örgütü. Otuz dört yıllık insan hakları mücadelelerinin belki de en önemli kazanımlarından biri, son yirmi üç yılda doksandan fazla ülkede o sene içerisinde yaşanan insan hakları ihlallerini konu alan raporlar yayımlamaları. 2012 yılı içerisinde dünyada yaşanan hak ihlallerine yer verilen ve 665 sayfadan oluşan “Dünya Raporu – 2013” de 31 Ocak 2013 tarihinde yayımlandı. [1] Raporda, İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün internet sitesinde yıl içerisinde çok daha geniş şekilde değindiği konuların özetlenmesinden oluşan 6 sayfalık bir Türkiye bölümü de var. [2]

İnsan Hakları İzleme Örgütü, Türkiye raporunun giriş bölümünde, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin 2012’de ekonomik büyümeye ve bölgede lider olma rolüne verdiği önemi, ülkenin gittikçe kötüleşen insan hakları ve demokrasi sorununa vermediğini, hakim ve savcıların “terörle mücadele” yasalarını Kürt siyasetçiler, insan hakları savunucuları, öğrenciler, gazeteciler ve sendikacılar üzerinde kullanmaya devam ettiğini, devam eden yargılamalarda adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini, ifade özgürlüğü ve basın özgürlüğünün katı şekilde kısıtlandığını ve Mart ayında kurulan Ulusal İnsan Hakları Kurumu ile Haziran ayında kurulan kamu denetçiliği/ombudsmanlık kurumuna yapılan atamaların bu kurumların uygulamada bağımsız ve etkin mekanizmalar olup olamayacağına dair ciddi endişeleri de beraberinde getirdiğini anlatıyor.

İnsan Hakları İzleme Örgütü, 10 Aralık 2012 tarihinde, Kamu Denetçiliği kurumuna 5 Aralık 2012 tarihinde baş denetçi olarak atanan ve 2006 yılında Hrant Dink’in Türk Ceza Kanunu’nun 301. Maddesinde düzenlenen “Türklüğü Aşağılamak” suçundan mahkumiyetini onaylayan Yargıtay eski üyesi Nihat Ömeroğlu hakkında “kamu denetçiliği kurumuna baş denetçi olarak kısa süre önce atanan hakimin, geçmişinde insan hakları standartlarına saygı göstermediği ve atanmasının bu yeni kurumun etkinliğini tehlike altına aldığı” yönünde bir açıklama yayımlamıştı.

İfade, Örgütlenme ve Toplantı Özgürlüğü

Raporun bu bölümünde İnsan Hakları İzleme Örgütü, Türkiye’de uzun yıllardır devam eden tartışmalara rağmen ifade özgürlüğü konusunda hükümetin izlediği yolun, kanunların ve kanunların uygulanışının hala uluslararası standartların çok gerisinde olduğundan, Haziran 2012’de yürürlüğe giren ve 31 Aralık 2011 tarihinden önce işlenmiş ve azami beş yıl hapis cezası öngören ifade suçlarının soruşturulmasının, kovuşturulmasının ve bu suçların cezalandırılmasının, suçun üç yıl boyunca tekrarlanmaması koşuluyla ertelenmesini öngören  3. Yargı Paketi’nden ve şiddet içermeyen yazı, konuşma ve eylemlerinden ötürü terör suçları isnadıyla kovuşturulan, gözaltına alınan, tutuklanan ve hapis cezasına çarptırılan insanlardan bahsediyor. Rapora göre, Adalet Bakanlığı’nın Mayıs 2012 verilerine göre, 125.000 kişiyi aşan hapishane nüfusunun 8.995’i terör suçlarından yargılanıyor ve bu 8.995 kişinin yarısı haklarında mahkemenin vereceği ilk kararı bekliyor.

Raporda yer almıyor ancak birkaç “istatistik” de ben vereyim. 25 Kasım 2011 tarihinde 33 Kürt avukat tutuklandı. 14 Aralık 2012 tarihinde Adana’da iki avukata basın açıklamasına katıldıkları için 3’er yıl 1 ay hapis cezası verildi. 18 Ocak 2013 tarihinde Çağdaş Hukukçular Derneği üyesi dokuz avukat hukuka aykırı şekilde gözaltına alındı, 21 Ocak 2013 tarihinde tutuklandı. 24 Ocak 2013 tarihinde Ankara’da İnsan Hakları Derneği üyesi dört avukata 6 yıl 3 ay ile 10 yıl 6 ay arası hapis cezaları verildi. 31 Ocak 2013 tarihinde İstanbul Barosu Başkanı Ümit Kocasakal ve yine İstanbul Barosu’nda görevli dokuz avukata Balyoz davasında “yargı görevini yapanı engellemeye teşebbüs etmekten” 4 yıla kadar hapis istemiyle dava açıldı. 76 gazetecinin hapiste olduğu Türkiye, Dünya Basın Özgürlüğü sıralamasında 179 ülke içinde 154. sırada. “Henüz” tutuklanmayan gazetecilerin ise çoğu işsiz ya da “gazetecilik faaliyetlerinden ötürü” hedef gösteriliyor. İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi (İHAM), 29 Ocak 2013 tarihli Güdenoğlu v. Türkiye kararında, 2009 yılında verdiği Ürper v. Türkiye kararına atıfla, dokuz gazetenin basımının durdurulması ve toplatılmasına ilişkin yerel mahkeme kararlarını sansür olarak nitelendirdi ve Türkiye’nin ifade özgürlüğünü ihlal ettiğine karar verdi. Tutuklu Öğrencilerle Dayanışma İnisiyatifi’nin verilerine göre Türkiye’de şu an 800’ün üzerinde öğrenci tutuklu ve hükümlü. “Üniversitelerde devrim” olarak tanıtılan ve üniversitelerde ifade özgürlüğünün önünü açtığı iddia edilen YÖK Öğrenci Disiplin Yönetmeliği ise afiş asmak, bildiri dağıtmak, öğrenci kulübü kurmak, toplantı yapmak vs. isteyen öğrenciler için hala bir baskı ve tehdit aracı.

Kadına Yönelik Şiddet

Kadına yönelik şiddet, raporda en az yer verilen konu olmasına rağmen aslında Türkiye’nin en önemli insan hakları sorunlarından biri. Rapor, 20 Mart 2012 tarihinde yürürlüğe giren 6284 sayılı Ailenin Korunmasına ve Kadına Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun’un kadınları şiddetten korumayı amaçlandığını fakat polisin ve mahkemelerin koruma tedbiri için başvuran kadınları korumakta başarısız olduğunu söylemekle yetiniyor. Oysa çok daha fazlası var. 2011 tarihli Avrupa Birliği İlerleme Raporu’na göre Türkiye’de 2003 yılında 83, 2004 yılında 164, 2005 yılında 317, 2006 yılında 663, 2007 yılında 1011, 2008 yılında 806 ve 2009 yılının ilk yedi ayında 953, Bianet’in gazetelerden, internet sitelerinden ve haber ajanslarından derleyerek hazırladığı çeteleye göre 2010 yılında en az 217, 2011 yılında ise en az 147 kadın öldürüldü, 2012’nin ilk 11 ayında toplam 147 kadın öldürüldü, 123 kadın tecavüze uğradı, 208 kadın şiddete, 126 kadın tacize maruz kaldı. 2008 yılında Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü tarafından yapılan araştırmaya göre, ülke genelinde yaşamının herhangi bir döneminde fiziksel şiddete maruz kaldığını belirtilen kadınların oranı %39, ülke genelinde evli kadınlar arasında yaşamının bir döneminde cinsel şiddet içeren davranışlardan en az birine maruz kaldığını belirten kadınların oranı %15, yine ülke genelinde yaşamının bir döneminde hem fiziksel hem de cinsel şiddet içeren davranışlardan en az birini yaşamış kadınların oranı ise %42.

Eşi tarafından uzun yıllar şiddet gören ve annesi eşi tarafından öldürülen Nahide Opuz’un İHAM’a yaptığı başvuruda, mahkeme, Türkiye’nin Nahide Opuz’un ve annesinin hayatını koruyamadığına, Nahide Opuz’un uzun yıllar bu şiddet ve korkuyla yaşamak zorunda bırakıldığına ve Türkiye’de kadına yönelik ayrımcılık yapıldığına karar verdi. Toplumsal cinsiyete dayalı şiddetin, kadına yönelik ayrımcılığın bir biçimi olduğunu söylemesi bakımından bu karar mahkeme tarihinde bir ilkti. Karardan birkaç yıl sonra, 10-11 Mayıs 2012 tarihinde İstanbul’da düzenlenen 121. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi toplantısında 47 üye devletin imzasına açılan Kadına Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi (kısaca İstanbul Sözleşmesi olarak anılan sözleşme) henüz yürürlüğe girmemiş olsa da, kadına yönelik şiddeti açıkça bir insan hakkı ihlali ve ayrımcılık olarak tanımlayan ilk uluslararası metin olması bakımından önem taşıyor. Türkiye de bu sözleşmeyi imzalayan ilk ülke. Ancak İHAM’ın, Opuz v. Türkiye kararında “kadına yönelik şiddet meselesine “kendilerinin müdahale edemeyeceği bir aile meselesi” olarak bakan polisler ve aile içi şiddet faillerine caydırıcı cezalar vermeyen mahkemeler sebebiyle ciddi sorunlar yaşandığını, tüm bunların da Türkiye’deki genel ve ayrımcı yargı pasifliğinin aile içi şiddeti besleyen bir ortam yarattığını” ortaya koymuş, İstanbul Sözleşmesi “arabuluculuk yasağı”nın altını ısrarla çizmiş olmasına rağmen 6284 sayılı Kanun’da bu yasağa ilişkin bir düzenleme getirilmiyor ve son olarak 28 Ocak 2013 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanan Arabuluculuk Kanunu yönetmeliğinde de bu konuya bir istisna tanınmıyor. Aksine, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı eşlerinden boşanmak isteyen kadınların eşleriyle barıştırılması amacıyla projeler üretip seçilen pilot bölgelerde bu projelerin uygulanmasını sağlıyor.

Ayrıca, kadına yönelik şiddet kapsamında suç işleyen erkeklerin de tahliyelerini sağlayacağı için birçok kadın örgütünün ortak bir metin yayımlayarak 6411 Sayılı Denetimli Serbestlik Kanunu için kısmi veto yetkisini kullanmasını istediği Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, 31 Ocak 2013 tarihinde yasayı onayladı ve tahliyeler başladı. Oysa Opuz v. Türkiye kararında İHAM, şiddet uygulayan eşin hapis cezasının para cezasına çevrilmesine ve taksitler halinde ödenmesine karar verilmesini bile söz konusu suçun ağırlığı karşısında açıkça yetersiz ve etkiden yoksun olduğu, belirli bir oranda müsamaha içerdiği ve daha sonra meydana gelebilecek ciddi ihlallere karşı caydırıcı bir etki yaratmayacak bir yaptırım olduğu için devletin pozitif yükümlülüklerini ihlal ettiğine karar vermişti.

Güvenlik Güçlerince İşkence, Kötü Muamele ve Öldürücü Güç Kullanımı

Raporun bu bölümünde İnsan Hakları İzleme Örgütü, 22 yaşındaki Ahmet Koca’nın sivil giyimli polisler tarafından dakikalarca dövülüşünün bir telefon kamerası tarafından kaydedilmiş olmasına rağmen polislerin görevlerinden azlettirilmemesini, Ahmet Koca’ya polise mukavemetten 5 yıla kadar hapis istemiyle dava açılmasını ve ‘90’lı yıllarda terörle mücadele şube memurluğu yaptığı sırada işkence yaptığı ve işkence yapılmasını önlemediği iki ulusal mahkeme ve üç ayrı İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi kararında ortaya konan Sedat Selim Ay’ın İstanbul Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube Müdür Yardımcılığı’na terfi ettirilmesini eleştiriyor ve yetkililerin polis şiddeti hakkında başvuruda bulunan kişilerin şikayetlerini incelemek yerine bu kişiler hakkında polisin emrine uymamak ya da polise mukavemetten soruşturma açmayı tercih ettiklerini ekliyor.

Yine raporda olmayan bir istatistik vermem gerekirse, İsmail Saymaz’ın İletişim Yayınları’ndan çıkan “Polisin Eline Düşünce: Sıfır Tolerans” isimli kitabındaki ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın raporlarındaki verilere göre, 2008 ve 2009 yıllarında kolluk kuvvetleri 47 ilde 331 olaya karıştı, en az 1.605 hak ihlali yaşandı, bu uygulamalar sonucunda iki senede en az 53 kişi öldü. 2010’da 16, 2011’de 19, 2012’nin ilk on ayında ise 17 kişi, toplamda beş yıl içerisinde 127 kişi panzer tarafından ezildiği, ‘dur’ ihtarına uymadığı, polise mukavemet ettiği, polisle çatıştığı, biber gazı yediği, gözaltında işkence gördüğü için öldü.

İnsan Hakları İzleme Örgütü, Aralık 2008’de çıkarttığı “Adalete Karşı Safları Sıklaştırmak: Türkiye’de Polis Şiddetiyle Mücadele Önünde Engeller” başlıklı raporunda işkencecilerin korunduğunu söylüyor ve ekliyor: “Yasal değişikliklere, yetkililerin durumun farkında olmasına, uluslar arası izlemeye ve İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi ve Avrupa İşkencenin Önlenmesi Komitesi gibi organlardan ne yapılması gerektiğine dair tavsiye ve önerilere rağmen, Türkiye’de polis şiddetinin ısrarla devam etmesi son derece kaygı verici.”

Cezasızlıkla Mücadele

Raporun bu bölümünde ilk olarak Hrant Dink’in öldürülmesinde devletin olaydaki sorumluluğunun araştırılmadığından ve Aralık 2011’de Uludere’de Türk Hava Kuvvetleri’ne ait bir uçak tarafından 34 Kürt’ün bombalanarak öldürülmesi sonrası olayla ilgili herhangi bir soruşturmanın başlatılmamış olmasından bahsediliyor. İkinci olarak, 1980’ler ve 1990’larda yaşanan insan hakları ihlalleri nedeniyle açılan Albay Cemal Temizöz ve 1980 askeri darbesi nedeniyle açılan davaları ve son olarak, Ergenekon ve Balyoz davalarındaki uzun tutuklulukların ve adil yargılanma hakkının ihlal edildiği düşüncesinin ordunun cezasız kalmaması mücadelesine gölge düşürdüğü anlatılıyor.

İnsan Hakları İzleme Örgütü, yukarıda değindiğim 2008 tarihli raporunda “tepkisel inkar beyanları, kusurlu soruşturmalar, kolluk görevlileri ve savcıların yanlı tutumları ve insan hakları kurumlarının reform yapılması yönündeki çağrılarının ciddiye alınmaması” nedeniyle   Türkiye’de cezasızlık sisteminin kurumsallaştığından bahsediliyor. Yine İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün 3 Eylül 2012 tarihinde yayımladığı “Adalet Vakti: Türkiye’de 90’larda Gerçekleşen Fail-i Meçhul Cinayetler ve Kayıplar İçin Cezasızlığın Sona Erdirilmesi” başlıklı raporda Türkiye hükümetinin güvenlik gücü mensuplarının ve kamu görevlilerinin cinayet, kayıp ve işkence suçlarından kovuşturulmasının önündeki zamanaşımı hükümleri, tanıkların sindirilmesi ve benzeri engellerin aşılması için harekete geçmesi gerektiği vurgulanıyor.

Kısa Bir Değerlendirme

İnsan Hakları İzleme Örgütü Türkiye uzman araştırmacısı Emma Sinclair-Webb, “Eğer hükümet Türkiye’nin Kürt sorununu çözmek için son dönemde attığı adımlarda ciddiyse, hapisteki binlerce barışçı Kürt siyasi aktivisti, gazeteciyi, insan hakları savunucusunu, sendikacıyı ve öğrenciyi serbest bırakmanın olumlu bir ilk adım olacağını” söylüyor ve ekliyor, “Türkiye’nin bütün yurttaşlarına yaklaşımında insan haklarını ön planda tutması gerekiyor ancak reform için atılan adımlara rağmen, bu çabalar derme çatma ve eksik kaldı; insan hakları mekanizmaları hükümetin kontrolü altında ve bağımsız olmaktan uzak.”

Eksiklerine rağmen rapor, Türkiye’nin 2012’deki insan hakları karnesinin pek de iç açıcı olmadığının anlaşılması için önemli. Bu noktada Türkiye’ye düşen “yurtdışındaki itibarımız zedelendi” deyip kendi İnsan Hakları İzleme Örgütümüzü kurmayı düşünmek yerine, cezasızlığı bir devlet geleneği olmaktan çıkartıp anayasasında yazdığı gibi gerçekten insan haklarına saygılı bir devlet olmak için çalışmak olmalı.


[1] Human Rights Watch – World Report 2013: https://www.hrw.org/sites/default/files/wr2013_web.pdf

[2] Human Rights Watch – World Report 2013, Türkiye Bölümü: http://www.hrw.org/sites/default/files/related_material/turkey_tr.pdf

 

Benan Molu

Galatasaray Üniversitesi Kamu Hukuku Yüksek Lisans Öğrencisi, Avukat

 

Rus enerji devinin ticari sırları ortaya çıktı

Kamuoyu baskısına rağmen yaptığı ikili anlaşmalarda detayları açıklamayan Rus Enerji Devi Gazprom şirketine ait detaylar İzvestia gazetesi tarafından ortaya çıkarıldı. İzvestia’nın haberinde Gazprom’un 21 Avrupa ülkesi ile ilgili doğalgaz anlaşma fiyatları ve miktarları yer alıyor.

İzvestia’nın haberine göre Türkiye, Gazprom’a geçen yıl bin metreküp için 406 dolar ödeme yaptı. 2013’te yüzde 18 daha az doğalgaz almayı planlayan Türkiye, geçen yıla göre yüzde 8 daha ucuza doğalgaz alacak. Türkiye 21 ülke arasında pahalılık açısından 8. sırada yer alıyor. 23 milyar metreküp doğalgaz almayı planlayan Türkiye, miktar açısından Almanya’dan sonra ikinci sırada.

Türkiye’nin verilerinde özel şirketlerin devreye girmesi ile ilgili bilgi yok. Gazprom 2013 için ortalama Avrupa satışlarından bin metreküp için 360 dolar fiyat bekliyor. 2012’de bin metreküp için 386,7 dolar ve 2011 için de 383 dolar gerçekleşti. Şirketin tahminlerine göre fiyatlar yüzde 14 civarında düşecek, miktar ise yüzde 8 artacak.

Avrupa Birliği, Gazprom’la şeffaf fiyat ve ortak yaklaşım konusunda bugüne kadar çaba gösterse de şirket ikili anlaşma bilgilerini açıklamaya yanaşmıyordu. Gaz savaşlarının yaşandığı Ukrayna 2012’de bin metreküp için 416-432 dolar aralığında ödeme yapmış.

Rusya’dan en pahalı gazı yeni Avrupa ülkeleri alıyor. Makedonya bin metreküp için 564 dolarla başı çekerken, Polonya 525,5 dolar, Bosna Hersek 515 dolar, Çek Cumhuriyeti 503 dolar ve Bulgaristan 501 dolar ödeme yapıyor.

Fiyatların yüksek olmasında Gazprom’a tam bağımlılık öne çıkıyor.

Gazeteye göre, Makedonya ve Bosna Hersek tüm doğalgaz ihtiyacını Rusya’dan karşılıyor. Bulgaristan yüzde 90, Polonya ise Gazprom’a yüzde 90 bağımlı. Eski Avrupa ülkeleri kriz sonrası dönem açısından 2012’nin ilk altı ayında en yüksek fiyat ödemiş. 2008 kriz öncesi doğalgaz fiyatları bin metreküp için 500 dolar seviyesine kadar çıkmıştı.

Rusya’dan en ucuz doğalgazı ise bin metreküp için 313,4 dolarla İngiltere alıyor. Gazprom 2013 için önemli miktarda doğalgaz fiyatlarında indirim yaşanacağını öngörüyor. Gazprom’dan yakın kaynağın gazeteye verdiği bilgiye göre Avrupa’ya ihracat 2013’te 143 milyar metreküpten 151,8 milyar metreküpe çıkarılacak. 2015 için öngörülen miktar ise 209 milyar metreküp.

Haberle ilgili inceleme başlatıldı

Rusya Başbakanı Dmitri Medvedev’in Basın Sözcüsü Natalya Timakova, üst düzey memurların gizli yazışmalarının İzvestia gazetesine sızdırılmasından rahatsızlığını belirterek olayın araştırılacağını belirtti. Başbakanlıkta düzenlenen toplantıda konuya değinen Timakova, İzvestia gazetesinin muhabirlerinin memurlar arasındaki yazışmalardan çoğu zaman haberdar olduğunu belirtti.

Medvedev’in Basın Sözcüsü, konuyla ilgili güvenlik görevlileri düzeyinde araştırılma yapılmasını da istedi. Timakova, “Son zamanlarda İzvestia, hizmet içi yazışmalarla ilgili kuşkulu şekilde haberdar olduğunu sergiliyor. Gazetecilerin çalışmaları ve kaynaklarından ziyade asıl bu olay öfkelendirici: Devlet Başkanı, Başbakan ve Başbakan yardımcılarına yönelik belgeler, gazetenin eline, bu devlet adamlarının masasından daha çabuk düşüyor.” diyerek tepkisini dile getirdi.

İzvestia gazetesi ise, “Bakanlıklar ve kurumların üretim süreci sır sayılamaz. Tabii ki eğer bu bilgi bir devlet sırrı sayılmıyorsa.” diyerek kendi tutumunu savundu.

(Cihan, Yeşil Gazete)

Dünya felakete gidiyor, Türkiye “gerek yok” diyor

Dünya üzerinde ölçülmüş en sıcak yılda faaliyetlerine başlayan İklim Değişikliği Daire Başkanlığı, kapıda bekleyen muhtemel yeni en sıcak (yani, daha da sıcak!) yılın başında kapatıldı.

Görsel 350ankara.blogspot.com/ dan alınmıştır

İklim Değişikliği Daire Başkanlığı, yeryüzünde ölçülmüş en sıcak yıl olan 2010 senesinde, Kuzey Yarımküre’yi ve dolayısıyla Türkiye’yi de içine alan muazzam sıcak hava dalgasının tam ortasında, 2010 yılının Temmuz ayında, o zamanki Çevre ve Orman Bakanlığı bünyesinde faaliyetlerine başladı.

Yeni kurulan İklim Değişikliği Dairesi Başkanlığı’nın, iklim değişikliğine ve ozon tabakasının incelmesine neden olan maddelerin kontrolü, geri kazanılması ve bertarafına ilişkin olarak ulusal ve uluslararası gelişmeleri izleyip değerlendirmesi, konuyla ilgili politika ve strateji belirleyerek, uygulamaya yönelik çalışmalar yapması hedefleniyordu.

Bu amaçla kurum dahilinde Türkiye’nin İklim Değişikliğine Uyum Projesi ve Uyum Stratejisi, İklim Değişikliği Ulusal Eylem Planı, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi Toplantıları koordinatörlüğü gibi birçok faaliyete imza attıldı.

2010 yılından bu yana hem Türkiye hem de Dünya aşırı iklim olayları ile çalkalandı. Birbirinin peşi sıra yayınlanan raporlar dünyanın geri dönülemez noktaya doğru koşar adım ilerlediğini gösterirken, Türkiye de bu gidişatı iyice içinden çıkmaz hale getiriyor, başta kömür olmak üzere iklim değişikliğinin başlıca nedeni olan fosil yakıtlara yatırımını arttırarak sürdürüyor.

İklim değişikliğinin etkilerinin artarak devam edeceği konusunda tüm iklim bilimcileri hemfikir. 2013 yılına da Avusturalya’da kilometrelerce ormanlık alanın yanıp kül olmasına neden olan muazzam sıcaklıklarla başlandı.

Yeşil Gazete’nin Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na yakın kaynaklardan edindiği bilgiye göre, en sıcak yılda kurulan İklim Değişikliği Daire Başkanlığı, en sıcak yıl olması muhtemel 2013 senesinin başında kapatıldı ve Hava Yönetimi Dairesi Başkanlığı’na altında çalışan bir şube haline getirildi.

Şimdi merak edilen, “asfalt eriten”, Avrupa’da birçok insanın hayatına mal olan bir sıcak hava dalgası içerisinde bir zorunluluk olarak kurulduğu izlenimi uyandıran bu birimin küçülmesi ile çalışmalarına nasıl devam edeceği sorusu.

Türkiye, Uluslarası Enerji Ajansının raporuna göre Dünya’da kömüre en fazla yatırım yapan 4. ülke olurken, Greenpeace’in önümüzdeki 40 yıl içerisinde dünya’nın en kirli bölgesinin Afşin Elbistan bölgesinde ortaya çıkacağı haberleri gölgesinde, hem Türkiye hem de Dünya iklim değişikliğinin etkileri ve nedenleri konusunda bu sorunun cevabını arıyor.

(Yeşil Gazete)

Yeşiller/Sol, “Elçilik saldırısını kınıyoruz”

Yeşiller ve Sol Gelecek; 1 Şubat günü Ankara’daki ABD Büyükelçiğine düzenlenen intihar saldırısını yazılı bir basın açıklaması ile kınadı.

Barış yanlıları olarak şiddetin her türlüsüne nedeni ne olursa olsun karşı çıkıldığının vurgulandığı basın açıklamasında barış içinde yaşanabilir dünya yaratmanın ön koşulu olarak  savaşa, militarizme, erkeklerin kadınlara, insanın diğer canlılara yönelik uyguladığı şiddete ve toplumsal hayatın her yanına sinmiş her türlü şiddete karşı mücadele edilmesi gerektiği belirtildi.

Basın açıklamasının tam metni;

Elçilik saldırısını kınıyoruz, herkesi şiddetsiz bir toplum için çaba harcamaya çağırıyoruz

ABD Büyükelçiliği’ne yapılan intihar saldırısı sonucunda saldırgan ile elçilik girişindeki koruma görevlisi yaşamını yitirdi, o anda orada bulunan bir gazeteci de ağır yaralandı.

Saldırı bize bir kez daha şiddetin yıkıcılığını gösterdi. Amacı ne olursa olsun bu tür saldırıları, yaşamın korunmasını önceliğine alan, barış yanlılarının onaylaması mümkün değildir.

Bu tür olaylar toplumda ciddi güvensizlik duygusu ve kaygılar yaratmaktadır. Güvenlik kaygılarının artması, hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasına gerekçe yapılabilmektedir. Bu nedenle, bombalamayı aynı zamanda demokratik toplum yaratma çabalarımıza yönelik bir tehdit olarak görüyoruz.

Kendi bedenini feda eden, yakınında olan her şeyi, herkesi yok etmeye yönelik saldırının, bir siyasi eylem biçimi olarak seçilmesinin de barış ve demokrasi güçlerinin kitlesel mücadele potansiyelini zayıflattığını düşünüyoruz.

Barış içinde yaşanabilir dünya için şiddetten arınmış bir toplumu yaratmalıyız. Bunun için de  savaşa, militarizme, erkeklerin kadınlara, insanın diğer canlılara yönelik uyguladığı şiddete ve toplumsal hayatın her yanına sinmiş her türlü şiddete karşı mücadele etmeliyiz. Siyasetçiler olarak şiddetsiz bir politik dili ve şiddet içermeyen siyaset anlayışını yerleştirmek zorundayız.

Eşit, özgür, barış içinde yaşanabilir bir dünyadan yana olan Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi olarak, Ankara’daki Elçilik Saldırısını hangi amaçla yapılmış olursa olsun reddediyor ve kınıyoruz. Yaşamını kaybedenlerin yakınlarına başsağlığı, yaralı gazeteciye  acil şifalar diliyoruz.

Şiddetten arınmış bir toplum için herkesi duyarlı olmaya ve çaba harcamaya çağırıyoruz.

Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi Eş Sözcüleri
Sevil Turan – Arif Ali Cangı”

(Yeşil Gazete)