Ana Sayfa Blog Sayfa 4433

TkMM, İmralı Sürecini masaya yatırdı

Aylık olarak gerçekleşen TkMM (Türkiye Küçük Millet Meclisi) toplantılarında  Şubat ayı buluşması 2 Şubat Cumartesi günü Çankaya Belediyesi’nde gerçekleşti. Şubat ayının konusu “İmralı’yla Görüşmeler ve Kürt Sorunu’nda Barış Süreci” idi.

TkMM’ye milletvekili düzeyinde AK Parti’den Orhan Atalay, CHP’den Bülent Kuşoğlu ve MHP’den Yusuf Halaçoğlu katıldılar. BDP’yi Çankaya ilçe yönetiminden Mehmet Can; Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi’ni ise il yönetiminden Süleyman Özyürek temsil ettiler.

Başkent Kadın Platformu, Devrimci 78’liler, Hak-iş, İHD, İHH, Kaos GL, Parlamento Danışmanları Derneği, Pembe Hayat ve TEPAV gibi STK ve demokratik kitle örgütleri de toplantıya katılanlar arasında idi.

Kaos GL’den Murat Köylü, sosyal ve politik sorunlarda şiddetsiz ve anti-militer çözümden yana olduklarını hatırlatarak “Görüşmeler olsun mu, olmasın mı diye düşünmek abesle iştigaldir. Keşke 30 sene önce başlasaydı.” diye konuştu. Köylü, toplumlardaki şiddet yükü arttığında bundan LGBT bireylerin en yoğun biçimde etkilendiğini de sözlerine ekledi.

Diğer sivil toplum temsilcileri de görüşmelerin daha şeffaf ve katılımcı bir yöntem ile sürdürülmesini ve İmralı dışında PKK’nın Kandil, Avrupa kanadı gibi muhatapların da sürece dâhil olması gerektiğini belirttiler.

(Kaos GL)

RedHack, Red! galası 15 Şubat’ta

Bağımsız Sinema Merkezi’nin (BSM) yeni filmi RED! İstanbul galasını herkesin katılımına açık olarak 15 Şubat’ta Kadıköy Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nde yapıyor.

Konuyla ilgili Video Haber için; Redhack, Red! ile 15 Şubat’ta gösterimde

Etkinliğin facebook sayfasına ulaşmak için tıklayınız.

Ekip: Yönetmen: Mustafa Kenan Aybastı – Senarist/Editör: Onur Doğan – Görsel Tasarım/Görüntü Yönetimi: Barış Akyüz - Müzik/Ses Tasarım: Serkan Polat Görsel Tasarım/Görüntü Yönetimi Yardımcısı: Umut Çelik - Müzik/Ses Tasarım Yardımcısı: Özgür Şahin

 

Yeşil Gazete

Birgül A.Güler ile Sırrı Sakık’ın bize tuttuğu ayna – Oya Baydar

“Arapları hiç sevmem, hem pistirler hem de arkadan hançerlerler” derdi annem. “Kürtler medeni değildir ama sadık olurlar”, “Babanın çok Ermeni arkadaşı var ama hepsi iyidir”, “Yahudiler bu memleketin kanını emiyorlar”, “Rumlardan korkarım, çocukken kopiller bana taş atmışlardı”, “Çingeneler hırsızdır.” …Cumhuriyet’in ilk öğretmen kuşaklarından annemin ötekilere ilişkin duygu ve düşünceleri böyleydi. Bunları çok doğal biçimde, safiyane bir beyaz Türk pervasızlığıyla söyleyen annem, 1940’lar İstanbulu’nun en kozmopolit semtlerinden biri olan Bakırköy’de, karşımızdaki Yahudi, yan evdeki Ermeni ve alt dairedeki Rum komşularımızla çok iyi geçinir, gerektiğinde beni onlardan birine emanet eder, gözü hiç arkada kalmazdı. Mektep Sokak’ta Kürt komşular var mıydı bilmiyorum, varsa bile, o günlerde Kürt oldukları bilinmezdi zaten. Babamın Vartolu emireri  Kürt Haso “Kürtlerin sadakatinin” canlı kanıtıydı annemin gözünde. Cumhuriyet kızı genç muallime Behice Hanım, kendisinin milleti hâkimenin (egemen ulus) parçası olduğu bilinci ve bu durumun doğurduğu üstünlük duygusuyla, ötekilerle kurduğu gündelik, bireysel ilişkilerde hoşgörülü ve rahattı. O noktada ideolojik önyargılar sona eriyor, insani ilişkiler devreye giriyordu.

Belki, annemle yaş farkları neredeyse 22 yıl olan, çocukluk ve gençliği Cumhuriyet öncesine, Osmanlı’nın son dönemlerine rastlayan, farklı bir zihniyet dünyasından gelen babamın Türk milliyetçiliğiyle uzaktan yakından ilişkisi olmaması yüzünden, belki de neredeyse Türklerin azınlıkta kaldığı bir okulda okuduğum için, hatta belki çok küçük yaştan dünya edebiyatıyla tanışmam ve kendimi başka insanların hikâyelerine kaptırmam nedeniyle milliyetçiliğe hep uzak kaldım. Ya da… Ya da kendimi öyle sandım. Taa ki dilimde, kafamda, yüreğimde ayrımcılığın, ötekileştirmenin, üsttenciliğin tortularını keşfedene kadar; taa ki kendimle yüzleşme cesaretini bulup önce dilimden, sonra kafamdan, yüreğimden bu tortuları kazımaya başlayana kadar.

Zihniyet kardeşliğimizi itiraf edelim

Bunları, CHP milletvekili Birgül Ayman Güler’in “Türk ulusuyla Kürt milliyetini eşit gördüremezsiniz….” ve BDP milletvekili Sırrı  Sakık’ın “Kafkaslardan, Boşnaklardan gelenler bu ülkenin sahibi değilsiniz, haddinizi bilin…” sözleri üzerine hatırladım. Türkü Kürdüyle, solcusu sağcısıyla, ümmetçisi ulusalcısıyla derece derece hepimizin içine işlemiş, ya da hepimizin soluduğu zihniyet iklimi üzerine düşünmeye başladım.

CHP milletvekili akademisyen hanımı tanımam. Bir önceki Meclis’te kendisine hali tavrıyla, üslubuyla ve kafasıyla ikiz kardeş gibi benzeyen bir başka kadın milletvekili vardı: Canan Arıtman. İşi, “Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün annesinin Ermeni olup olmadığına bakılsın”, demeye kadar vardırmıştı (Hatırlayın; Cumhurbaşkanı da, “Annem Ermeni değil ama öyle olsaydı bu kimliği onurla taşırdım”, demek yerine hakaret davası açmıştı. Bunu da sözünü ettiğim zihniyetin bir başka görünümü olarak kaydedin).

Sırrı Sakık ise, BDP’de ve Kürt siyasi hareketinde efendiliğiyle, içtenliğiyle, yumuşak üslubuyla, çözüme ve birlikte yaşama iradesine samimiyetle inanmasıyla kendimi en yakın hissettiğim kişilerden biri. İtiraf edeyim ki, bu yazıyı yazmadan önce, söz konusu Sırrı Sakık olduğu için bir an tereddüt ettim. Sonra, asıl anlatmak istediğimi çok iyi somutladığından ve çifte standart kullanmamak için yazmaya karar verdim.

Osmanlı toprakları üzerinde, batıda ve  Ortadoğu’da 19. yüzyılın son çeyreğinde filizlenmeye başlayan uluslaşma sürecinin bir dizi ulus devletten sonra Anadolu’da Türk ulus devletinin kuruluşuna varan macerasının, bugünkü sorunlarımızın ve kavgamızın temelindeki zihniyet ortaklığını oluşturduğunu düşünüyorum. Türk ulus devletinin Türk milliyeti ve Türklük bilinci üzerine inşa edilmeye çalışıldığı, Türklerin egemen ulus (milleti hakime) olarak, aynı toprakları paylaşan diğer halklar üzerinde asimilasyoncu baskı kurduğu İttihat ve Terakki döneminden Cumhuriyet’in ilanı ve inşası dönemine uzanan süreçte çok dilli, çok dinli, çok halklı Anadolu’nun “Türkleştirilmesi” sadece baskıyla, sadece siyasal araçlarla değil, “bu memleketin tek ve gerçek sahibi Türklerdir” zihniyetinin topluma her yol ve yöntemle yaygınlaştırılması, Cumhuriyet kuşakları boyunca insanlarımızın bilincine yerleştirilmesiyle oldu. Başbakan Erdoğan’dan kendini solda tanımlayan bazı akademisyenlere varana kadar, bu topraklar üzerinde 2 bin yıllık Türk geçmişinden söz etmek gibi “Bu kadar cehalet ancak tahsil ile mümkündür” dedirten sözler söyleyebiliyorlarsa; Antakya’da bir zamanlar Yahudi kuyumcu- tefecilerin evlerinin bulunduğu Zengin Konakları sokağının adı “On bin yıldır Türk Sokağı”na dönüştürülmüşse, Birgül Ayman Güler “Türk ulusuyla Kürt milliyetini eşit göremezsiniz” diyebiliyorsa, hepsi bilinç altına işlemiş aynı zihniyetin yansımasıdır.

Sırrı Sakık’ın Kürt kimliği, ideolojisi, duruşu, mücadelesi, ilk bakışta bambaşka ve zıt bir zihniyeti yansıtmalı değil mi? Ama hayır; dört Cumhuriyet kuşağı boyunca hepimizin içinden geçtiği ve biçimlendirildiğimiz torna, diyalektik bir karşıtlıkla, ulusalcı Türk siyasetçisiyle Türk milliyetçiliğinin mağduru Kürt siyasetçiyi buluşturuyor. Buluşma, ötekileştirme ve ayrımcılık noktasında gerçekleşiyor. Ayman Güler bu toprakların sahibi ve efendisi, yani egemen ulus biz Türkleriz ve siz Kürtlerle eşit değiliz derken, Sırrı Sakık biz herkesten önce geldik, bu toprakların otokton sahibi biz Kürtleriz, siz Rumeli veya Kafkaslardan gelenler hele bir durun, hizaya girin, demiş oluyor. (Küçük bir hatırlatma:  Tartışma ve ötekileştirme kadim halk olmak (otoktonluk) üzerinden yürütülürse bölgede en fazla hak sahibi olanlar tarihte koca bir Ermeni İmparatorluğu kurmuş olan Ermenilerdir.)

Sakık’ın sözleri, onun dünyaya bakışıyla örtüşmeyen, maksadını aşan sözler kuşkusuz. Nitekim Türk milliyetçisi Ayman Güler sözlerinin arkasında durup kendisinden özür dilenmesini talep ederken Sırrı Sakık içten özür diledi ve üzüntülerini belirtti. Kürsü heyecanının ve duyduğu tepkinin şiddetiyle, bu sözler ağzından kaçmıştı besbelli. Ne var ki ağzımızdan kaçan sözlerden de sorumluyuzdur, çünkü onlar zihniyet derinliklerimizi yansıtır.

Değişim eğitiyor; öğreneceğiz

“Arap saçı”, “Acemi nalbant Kürt eşeğinde öğrenir”, “Yağmur yağıyor, seller akıyor, Arap kızı camdan bakıyor”, “Korkak Yahudi”, “Ermeni dölü”, “Rum kopili”, “Gâvurun piçi”, “(Kızılbaşlara atfedilen) mum söndü”, “Şâfi köpeği”, “Çingene pazarlığı”, daha yüzlerce benzer sözcük, deyiş, kavram… Hepimiz kendimize dönüp soralım. Benzer sözler söylemeyenimiz var mı? Çoğu zaman alışkanlıkla, hatta şaka yerine bilinçsizce; kimi zaman da “ötekini” küçümsemek için bilinçli bir milliyetçi, ayrımcı refleksle ağzımızdan çıkan sözler bunlar. Ayman Güler ve Sırrı Sakık’ın aynasında kendimize bakma cesaretini gösterirsek, ulusalcı ötekiliştirici  zihniyetin, kendisini bundan arınmış görenlerin bilinç altında bile derinlerde bir yerde kıpırdandığını, bir an gelip ağzımızdan kaçıverdiğini görürüz.

Yine de umutluyum. Bu zihniyetten kurtulmamızın mümkün olduğunu düşünüyorum, iş ki kendimizi terbiye edebilelim. Eskiden pervasızca söylenip hiç tepki almayan benzer sözler, yorumlar, maksadını aşan beyanlar günümüzde artık kolay kolay geçiştirilemiyor. Hassasiyetler ne mutlu, ne güzel ki gelişiyor,  yaygınlaşıyor. Dün, kendi ağzımızdan çıkmış sözleri düşündüğümüzde bugünün değerleriyle yargılayıp bazen kendimiz bile utanıyoruz. Maksadını aşan sözler için özür dilemenin tükürdüğünü yalamak değil erdem olduğu kavranmaya başlıyor. Yaşam, hepimizi eğitiyor; derece derece hepimizde: kimimizde derinliklerde zerre, kimimizde köpüren umman halinde var olan ötekileştirici egemen ulus zihniyetinin sorgulanmasını sağlıyor.

Türkiye’nin büyük bir değişim dönüşüm girdabına girdiği şu dönemde, bazen şoklar da yaşayarak büyük bir zihniyet sorgulaması sürecindeyiz. Dil sürçmelerinin aslında zihniyet sürçmelerimizden kaynaklandığını bilerek; ama dilin de zihniyete kendi damgasını vurduğunun bilincinde olarak, önce dilimizden başlayarak kendimizle hesaplaşmamız, kendimizi eğitmemiz gerektiğini düşünüyorum. Örneğin ben, bu yaşımda bunu gerçekleştirmeye çalışıyorum. Dilimden çatışmacı, savaşçı, ötekileştirici, ayrımcı, vb. sözcükleri kaldırdıkça zihniyet iklimimin de daha uzlaşmacı, barışçı, vicdanlı; ötekini hemen mahkûm etmek yerine önce anlamaya yönelik bir değişim geçirdiğini hissediyorum. Aslında zihin sürçmelerimizin sonucu olan dil sürçmelerim azalıyor.

Son hafta boyunca sözlerini çok konuşup tartıştığımız CHP milletvekiliyle BDP milletvekili yurttaşlarımız, kuşaklar boyunca hepimizi bir ölçüde etkilemiş, karşıtlarını bile aynı potada şekillendirmiş ötekileştirici zihniyetin aynasını tuttular bize. O aynada suretimize bakıp dilimizi ve asıl kafamızı, yüreğimizi arındırıp düzeltebiliriz.

Bu yazı ilk olarak t24.com.tr/ de yayınlanmıştır.

 

Oya Baydar – T24

Bozcaada’dan bir memleket manzarası: Taraftar nerede yatacak? – Turgay G.

Cumartesi gecesi 01:30’da yola çıkıldı. Sevdalı 23 kişiyiz. Klasik deplasman yolculuğu..

Sabah 9:00’da Geyikli feribot iskelesindeyiz. Feribot normalde sabah 10:00’da ancak fırtına şiddetli. Feribotun cesur kaptanı insiyatif alıyo ve hem topçularımızı hem de bizi almak için zor bela iskeleye yanaştı. Gerek topçular gerekse de biz feribotun içinde devrilme tehlikesi olduğundan araçları Geyikli İskelesi’nde bıraktık.

İnanılması güç bir rüzgara karşı adayı dolaştık. Fakat klasik sabit fikirli ada halkıyla karşı karşıyaydık. ”Maçcılar geldiiii

Bu kadar rüzgara ve takımımızın tehir isteğine ret cevabı verildi çünkü hakem İzmir’den gelmişti ve tehir istemiyordu.

İroni yapmıyorum kullandığımız aut atışlarını kendi kalemize girmesin diye dua ediyorduk! Gerisini siz hesaplayın…

Maçı kaybettik ama yediğimiz rüzgar nedeniyle sağlığımızı da.

17:00’de geri dönmesi gereken feribot iptaldi. Kahraman kaptan akla hayale gelmeyecek maddi teklifler, klişe hastamız var yalanları vs her şey söylendi. Ama nafile… Kısa geçiyorum anca 3 saatlik bir ikna mesaisiydi bu.

Ada’daki tüm pansiyon ve oteller dolaşıldı. 300 tl oda fiyatı çekenler mi dersiniz, 100 yatak kapasiteli otelin bu mevsimde yerimiz yok demeleri mi dersiniz, Köhne otelin adam başı 90’ar tl çekmesi mi dersiniz! Daha saymayayım. ”Size barınacak yer yok” iç sesleri.

Polislere yalvardık; bizi tutuklayın nezarete alın yoksa donarak öleceğiz. Ya da tutuklanmak için bir şeyler yapmamızı istermisiniz diye sorduk. ”Hayır”dı cevapları.
Belediye Başkanı’na 500 kişilik nüfusu olan Ada’da ulaşamadık.

Kaymakam derseniz.. RTE’ye daha kolay ulaşılacağını öğrendik.

Bizim müthiş iş bitirici yönetimimiz, kahvede sabahlayabileceğimizi söyledi. Allah razı olsun! Hatta kendisine de yer bulamadığını bizimle sabahlayabileceğini söyledi. 30 yaşında yaklaşık 20 yılını tribünün tozunu yutarak geçirmiş birine söylenecek kötü bir yalandı. Kahretsin yine haklıydım…

Saat 21:00’de daha önce gece kalmak için yalvardığımız feribota gittik. Tüm kapılar kilitli. (Tamamen bize özel bir durumdu çünkü gündüz adada dolaşırken dikkatimizi en çok çeken şey insanlar anahtarlarını kapı üzerinde bırakıyorlardı) O saatten sonra anladık ki bize tüm kapılar kapandı. Yöneticiler odalarındaydı, Bld. Başkanı ve Kaymakam sıcak evlerinde.

Herkes kapatsa da Allah kapatmaz kapılarını dedik camiye gittik. Ama süper amatör ligde olduğumuzdan mıdır nedir imam kilitlemiş cami kapılarını. Aramızda rüzgarın etkisiyle epey bir rahatsızlanan 5 kişi parmaklıklardan tırmandı ve geceyi caminin üst katında geçirdi.

Geri kalanımız kahvede zorla sobayı yaktırdığımız kahveci ile birlikte kahvede geçirdik. 15 dakikada sönen bir soba.

Ben şimdi hastanedeyim 23 kardeşimin 23’ü de ağır rahatsız.

Kötü konuşmayacağım kimseye kırgın da değilim ülkemin sevdalılara baktığı sabit fikirdir bu. Ama 20 yıllık tribün geçmişimde bu olay artık şu fikrimi iyice haklı hale getirmiştir.

”İstisnalar dışında kimse bana Anadolu insanının misafirperverliğinden bahsetmesin.”

Dün gece herşeye rağmen tek bir olay yapmamamız da umarım yüzlerini biraz olsun kızartır…

 

Bu yazı ilk olarak tribundergi.com/ da yayınlanmıştır

 

Turgay G.
Beykozspor Taraftar Grubu Boğazın Yargıçları Üyesi

2 Kadın ile 1 Trans Bireyi peşpeşe öldüren seri katile 3 kez müebbet

Seri katilin kurbanları Azra Has, Esra Yaşar veüniversite öğrencisi Ayşe Selen Ayla

3 yıl önce İzmir’de birer gün arayla iki kadın ile bir trans bireyi öldürdükten sonra Bodrum’da yakalanıp, tutuklanan Hamdi Ayri, üç kişiyi kasten öldürmekten üç kez ağırlaştırılmış müebbet hapis, silahla yağma suçundan 45 yıl, ruhsatsız silah kullanmaktan 3 yıl hapis 2 bin TL para cezasına çarptırıldı.

İzmir’de, 2010 yılında, ilk olarak bankada çalışan Esra Yaşar, ardından üniversite öğrencisi Ayşe Selen Ayla, son olarak da Azra Has  isimli trans bireyi birer gün arayla öldüren Hamdi Ayri’nin tutuklu yargılandığı davada karar çıktı. Mahkeme heyeti, 3 kişiyi kasten öldürmekten üç kez ağırlaştırılmış müebbet, silahla yağma suçundan 45 yıl, ruhsatsız silah kullanmaktan 3 yıl hapis cezası, adli giderler için de 2 bin TL para cezası verdi.

Duruşma savcısı İbrahim Engin, önceki duruşmada, sanığın olayda kullandığı silahı, Bodrum’da yemek yediği restoranın sahibi A.B.’nin işyerinin camını kırıp çaldığını, Adli Tıp Kurumu raporuna göre de, üç kişiyi aynı silahla başlarından birer kurşunla vurup öldürdüğünü, cep telefonlarını gasp ettiğini belirtmişti. Toplanan deliller, dinlenen tanık ifadelerine göre, sanığın üç kişiyi kasten öldürmekten üç kez ağırlaştırılmış müebbet hapis, silahla yağma suçundan 45 yıl, ruhsatsız silah kullanmaktan 1 yıl hapis cezasıyla cezalandırılmasını talep etmişti.

(Antalya Haber, Ötekilerin Postası)

 

 

Orda, 13 ışık yılı ötede bir dünya daha var, uzakta

NASA’a ait Kepler uzay teleskobundan alınan verilere dayanarak yapılan hesaplamalar, 13 ışık yılı uzaklıkta Dünya’ya benzeyen bir gezegenin olabileceğini gösterdi.

NASA’nın teleskobundan alınan veriler, 13 ışık yılı uzaklıkta Dünya benzeri bir gezegen olabileceğini ortaya koydu. ABD’li astronom Courtney Dressing yaptığı açıklamada “Dünya benzeri gezegenler için büyük mesafeleri araştırmamız gerektiğini düşünürdük, şimdi ise başka bir Dünya’nın arka bahçemizde bulunmayı beklediğini fark ettik” dedi.

Astronomlar bu sonuca, kırmızı cüce adı verilen yıldızların yörüngesinde bulunan gezegenlerin yüzde 6’sının yaşama el verişli olduğunu ortaya çıkarmak suretiyle vardıklarını kaydetti.

Araştırma heyetinin başı Harvard Üniversitesi astronomlarından Courtney Dressing ABD’nin Massachusetts eyaletine bağlı Cambridge kentinde düzenlediği basın toplantısında yaptıkları bilimsel çalışmanın sonuçları hakkında bilgi verdi.

Kırmızı cüceler

Güneş’ten daha küçük, soğuk ve donuk yıldızlara kırmızı cüce adı veriliyor. Ortalama büyüklükleri Güneş’in üçte biri, ortalama parlaklıkları da Güneş’in binde biri kadar olan kırmızı cüceler, Samanyolu Galaksi’sindeki en az 75 milyar yıldızın dörtte üçünü oluşturuyor.

Güneş’e göre daha küçük boyutta olmaları kırmızı cüceleri, Dünya’ya benzeyen, yaşama elverişli gezegenlerin bulunması ihtimalinin en yüksek olduğu yıldızlar yapıyor.

Bu tip yıldızların küçük olması nedeniyle etrafında etrafında dönen gezegenlerin bu yıldızlar üzerindeki etkisi daha büyük oluyor.

Güneş’e en yakın mesafedeki yıldızların yüzde 75’inin kırmızı cücelerden oluştuğunun bilindiğini kaydeden araştırmacılar, kırmızı cücelerin etrafındaki gezegenlerin yüzde 6’sının hayata elverişli olması gerektiğine ilişkin yaptıkları hesaplamadan yola çıkarak Dünya’ya en yakın Dünya benzeri gezegenin 13 ışık yılı uzakta olması gerektiğini hesapladı.

(Asthrophsical Journal, New Scientist.com, Ntvmsnbc)

 

Arap Baharının fitilini ateşleyen Tunus yeniden ayakta

Tunus’ta önde gelen solcu muhalif liderlerden Şükrü Belayid‘in öldürülmesi üzerine patlak veren protestolar polisin bastırma çabalarına rağmen yayılıyor.

Belayid’in liderleri arasında olduğu Halk Cephesi ile başka üç muhalefet grubu parlamentodan çekildiklerini duyurdu ve genel grev çağrısı yaptı. Solcu liderin kardeşi Abdülmecid Belayid, Demokrat Yurtseverler hareketi liderinin evinden çıktığı sırada boynundan ve başından vurulduğunu söyledi.

Tunus ayakta

Suikast üzerine ülke genelinde şiddetli protesto gösterileri düzenlenmeye başladı.

İktidar partisi En Nahda’nın Mezune kentindeki binası ateşe verildi. Gafsa’daki En Nahda binası da tahrip edildi. Başkent Tunus’ta İçişleri Bakanlığı binası önünde toplanan kalabalığı dağıtmak için polis göz yaşartıcı gaz kullanıyor.

Tunus’taki BBC muhabiri Sihem Hassaini, kalabalığın “İkinci devrim” sloganı attığını bildiriyor. Muhabire göre, genel greve katılım yüksek olacak.

İki yıl önce eski Devlet Başkanı Zeynelabidin Bin Ali’nin devrilmesiyle sonuçlanan gösterilerin merkezi Sidi Buzid kentinde de sokaklarda lastikler yakılıyor. Kent sakini Mehdi Hurçani, Reuters’e yaptığı açıklamada, yaklaşık 4 bin kişinin polisle çatıştığını dile getirdi.

Jebali hükümeti feshettiğini açıkladı

Tunus resmi televizyonuna konuşan Tunus Başbakanı Hamadi Jebali ise, hükümeti feshettiğini ve yerine küçük çaplı, siyasi partilere üye olmayan kişilerden oluşan “teknokrat hükümeti” kuracağını açıkladı.

Jebali, kurulacak bağımsız teknokratlar hükümetinin genel seçim yapılana kadar ülkeyi idare edeceğini ve imkanlar doğrultusunda kalkınmayı sağlayacağını dile getirdi.

Genel Grev çağrısı

AFP’nin haberine göre; Demokrat Yurtseverler’in içinde olduğu Halk Cephesi ve Cumhuriyetçi Parti ile El Massar ve Tunus Nidası grupları, yeni anayasayı hazırlamakla görevli Kurucu Meclis’ten çekildiğini açıkladı ve genel grev çağrısı yaptı.

Tunus genelinde Perşembe günü işyerlerinin ve okulların kapalı kalması bekleniyor.

BBC Arapça’dan Wafa Zaiane, ülkede İslamcılar ve laikler olarak iki ana kampa ayrılan geniş bir siyasi yelpaze olmasına rağmen, Ocak 2011’deki “Arap Baharı” ayaklanmasından beri ilk defa bir siyasi lidere suikast düzenlendiğine dikkat çekiyor.

(BBC, Reuters, AFP, Demokrat Haber)

 

 

Bilim insanları Le Monde’dan seslendi: “Türkiye, Pınar Selek’i taciz etmeye son versin”

Fransa’da Uluslararası Sosyoloji Derneği, Avrupa Sosyoloji Derneği, Fransız Sosyoloji Derneği, Bilimsel Araştırmalar Ulusal Merkezi başkan ve yöneticilerinin de aralarında bulunduğu çok sayıda aydın ve akademisyen Pınar Selek için ortak bildiri yayımladı. Le Monde’da yayımlanan bildiride “Türkiye Pınar Selek’i taciz etmeye son versin” dendi.

Şirin Tekeli’nin çevirdiği ortak basın açıklamasının tam metni ile  ve imzalayanların listesi şöyle:

Türkiye, Pınar Selek’i taciz etmeye son versin

Dünya genelindeki pek çok sosyolog gibi Pınar Selek de, toplum tarafından ezilenler üzerine ve onlarla birlikte çalışmayı seçti. Dışlanma konusunda uzmanlaşmış, feminist ve barış yanlısı bir sosyolog olan Pınar, daima araştırmasına konu olan insanların (sokak çocukları, transseksüeller, kadınlar, Kürtler) haklarını kazanmalarından yana oldu ve bu doğrultuda militanca çalıştı.

1998’de Türk polisi onu tutukladı ve savaşla ilgili bir sözlü tarih projesi çerçevesinde görüştüğü altmış kadar Kürt militanıyla ilgili bilgi istedi. Pınar isimleri vermeyi ret etti.  Bu  reddin nedeni çok açıktı. Sosyologların benimsedikleri temel bilimsel ahlak kuralına karşı çıkamazdı. Bu kural, sosyologun araştırması çerçevesinde yaptığı görüşmelerin  gizliliğini öngörür. Pınar sorularına cevap vermeyi kabul etmiş insanların güvenini sarsmamak, onları tehlikeye atan kişi olmamak  için tutuklandığı 7 gün boyunca işkence gördü, dayak yedi, elektroşok yaşadı, “Filistin” askısına alındı.

Devlet Güvenlik Mahkemesi savcısı onu PKK üyesi olmakla suçladı. Birkaç hafta sonra da, hiç bir zaman gerçekleşmemiş bir bombalı saldırının faili olarak tutukladı. Uzmanlar bir süre sonra, 19 Temmuz 1998’de Mısır Çarşısı’nda meydana gelen patlamanın gaz kaçağından kaynaklandığını saptadılar. Ancak bu gelişme Türk hukuk sistemini etkilemedi ve Pınar Selek on beş yıldır aynı suçlamanın zanlısı olarak yaşıyor. 2000 yılında iki buçuk yıl hapis yattıktan sonra serbest kalan Pınar, 2006, 2008 ve 2011’de mahkeme kararıyla üç kez beraat etti. Ancak her beraat kararının  ardından iktidar ve devlet adına  hareket eden savcı beraat kararına  itiraz etti.

Bu siyasi ve hukuki saldırı doruk noktasına 22 Kasım 2012 tarihli celsede ulaştı.  İstanbul 12. Ceza Mahkemesi, daha önce Pınar’ı üç kez beraat ettirmişken, 9 Şubat 2011 tarihli kendi kararını usulsüzlük gerekçesiyle bozdu. Mahkeme başkanı sağlık nedenlerini öne sürerek bu celseye katılmamıştı. Bu anlaşılması zor karar, hukuka da aykırıydı. Zira 12. Ceza Mahkemesi kendini Yargıtay’ın yerine koymuştu. Hukukun Türk hukuk aygıtının umurunda olmadığı bir kez daha gözler önüne serildi. 13 Aralık tarihli bir sonraki celsede Pınar’a yöneltilen suçlama tekrarlandı ve istenen ceza müebbet hapis olarak belirlendi.  İşlenmemiş bir suç için bu kadarı da fazlaydı.

24 Ocak 2013 tarihli celsede, on beş yıllık  baskının sona ereceği yönünde umutlar yüksekti. Ceza usul kurallarına saygı gösterilmesi, adil ve hakkaniyetli bir yargıya dönülmesi, o güne kadar  devletin savcıları tarafından göz göre göre inkar edilmiş masumiyet karinesinin uygulanması, böylece Pınar için nihayet Boğaz kıyısında yakınlarıyla birlikte normal bir hayatın başlaması bekleniyordu. Ancak mahkeme farklı bir karar verdi: İkiye kaşı bir oyla (bu kez daha önce mazeret belirten yargıç da otuma katılmıştı) Pınar Selek’i 36 yılı kesin olmak üzere müebbet hapse mahkum etti ve hakkında tutuklama emri çıkardı. Pınar’ın halen yaşamakta olduğu Fransa’nın araştırmacıyı koruyacağından kuşku edilemez. Gene de bu onun için sürgüne  mahkum olmak olgusunu ve keyfi, şiddete dayalı bir sistemin onun peşini bırakmaması tehlikesini ortadan kaldırmıyor.

Pınar Selek, Türkiye’de “azınlıklar” olarak nitelenen kesimlerin dışlanma mekanizmalarını anlama isteğine çok yüksek bir bedel ödeyen tek kişi değil. O, bu insanların hangi koşullar altında yaşadıklarını anlamak ve anlatmak istemişti. Benzer nedenlerle takip edilen, baskı altında tutulan araştırmacıların, gazetecilerin, avukatların, yazarların sayısını tam olarak bilemiyoruz.
Bazıları hapishanelerde yatıyor.

Ancak Pınar’ın durumu çok özel. Hatta bu konuda sosyolojik bir çözümleme yapılabilir.  Türkiye devletinin içindeki egemen ve  yargı üzerinde güçlü baskı icra eden bir grup –uzlaşma halindeki muhafazakar Kemalistler ve aşırı milliyetçiler-  Pınar’ın ilk günahını bağışlamaktan çok uzak görünüyor. O günah da, genç, görece iyi halli bir aileden gelen ve bağımsız aydın kimliğiyle,  yoksunların, damgalanmış cinsel azınlıkların durumlarına ve Kürt sorununa bilimsel bir ilgi duymak idi.

Ne var ki, nesnelleştirme ve mesafe koymanın, sürekli gerekli olsa da yeterli olmadığı bir an gelir. Pınar’ın Strasbourg Üniversitesi’ndeki meslektaşları, Fransa’da, Avrupa’da ve dünya genelinde sosyologlar ile uluslararası bilimsel topluluk, Pınar’ın sosyoloji suçuna çarptırılmasını ret ediyor. Bizler ayrıca çeşitli üniversite ve araştırma merkezlerinde  “Pınar Selek araştırma özgürlüğü” komiteleri kurulmasını öneriyoruz. Böylece Türkiye’nin bu adalet maskaralığına son vermesini ve mahkemelerin daha önce üç kez kabul ettikleri gibi araştırmacının masumiyetini teslim etmelerini bekliyoruz. Bu, Pınar için verilen bir mücadele olduğu kadar, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 19. Maddesinde garanti altına alınmış olan araştırma özgürlüğü için de verilen bir mücadeledir.

Michael Burawoy – Uluslararası Sosyoloji Derneği (AIS/ISA) Başkanı, Pekka Sulkanen – Avrupa Sosyoloji Derneği (ESA) Başkanı, Didier Vrancken – Fransızca Konuşan Sosyologlar Derneği  (AISLF) Başkanı, Didier Demazière – Fransız Sosyoloji Derneği (AFS) Başkanı, Laurent Willemez – Yüksek Öğrenim Kurumlarındaki Sosyologlar Derneği (ASES) Başkanı, Olivier Martin – Üniversite Ulusal Konseyi “Sosyoloji ve Demografi” Bölümü Başkanı, Philippe Coulangeon – Bilimsel Araştırmalar Ulusal Merkezi (CNRS) “Sosyoloji ve Hukuk” Bölümü Başkanı, Chiristophe  Jaffrelot – Bilimsel Araştırmalar Ulusal Merkezi (CNRS) “Siyaset, İktidar ve Örgütlenme” Bölümü Başkanı, Michel Wieworka – İnsan Bilimleri Merkezi (FMSH) Başkanı, Uluslararası Sosyoloji Derneği eski (2006-2010) başkanı, Strasbourg Üniversitesi Pınar Selek’i destekleme  komitesi.”

(T24)

 

 

Şebekeye bağlı olmadan* yaşamak: Mümkün ama yeterli değil

Celsias.com sitesinde Frederick Trainer imzasıyla yayımlanan yazıyı, Yeşil Gazete gönüllü çevirmenlerinden Eren Atak‘ın çevirisiyle sunuyoruz.

***

Eski püskü evim hiçbir zaman elektrik kaynağına bağlı olmadı. Bir çift foto-voltaik güneş paneli ile çalışır ve odun ateşi ile ısınır. Kullanılan tüm su yağmur suyudur.

Sebze bahçem, meyve ağaçlarım ve tavuklarım var. Pompa ve düzenek 12 Volt güneş enerjisiyle çalışıyor. Bisiklet ya da trenle işime haftada bir kez 25kmlik yol gidiyorum ve haftada sadece 10 km araba kullanıyorum. Hiç tatile çıkmıyorum. Avusturalya’da bir ev ortalama bir kilowatt elektrik kullanıyor, ben ise sekiz watt kullanıyorum.

Peki, bu daha az tüketime yönelik olarak düzenlenen hayat tarzı sera gazı sorununu çözmenin yolu değil mi?

Kesinlikle hayır, değil. Bu çözümün bir parçası ama ana parçası değil. Eğer iklimi düzeltmek, ülkenin fakirlik, kaynak tüketimi ve diğer çevresel sorunlarını çözmek istiyorsanız, aynı zamanda ekonomik büyümeye karşı mücadele etmelisiniz, yani kapitalizmi, daha geniş anlamda küreselleşmeyi, merkezileşmeyi, piyasa sistemini, temsili demokrasiyi, mali sistemi, büyük şehirleri, modern tarımı ve şehirleşmeyi hurdaya çıkarmalısınız.

Biraz uç mu oldu? İşte size temel argüman.

 

 

Herkes temel gerçekleri ve rakamları biliyor ama çok azı bunların ne anlama geldiğini cesaretle karşılıyor. Ortalama bir Avusturalya vatandaşına gıda, yerleşim yeri, su ve enerji temin etmek 8 hektar üretken alan gerektiriyor. Eğer 2050 yılı itibariyle, dokuz milyar insan, Avusturalya’lının şu anki yaşama standardına ulaşacak ve gezegenin üretken alanı bugunkü ile aynı oranda kalacaksa, kişi başına düşen alan 0.8 hektar olacak.

Diğer bir deyimle, bir Avusturalyalı bugün herkes için mümkün olabilecek olanın 10 kat daha fazlasını kullanılıyor.

Bu durum diğer kaynaklar için de geçerli. Son birkaç on yıllık süreçte genel olarak gıdada, balık, su, birçok endüstriyel maden, petrol ve pik kömüründe kıtlıklar gözleniyor. Dünya nüfusunun yaklaşık olarak sadece 5’te 1’i zengin tüketim oranlarına sahip ve altı misli oranda insan yakında bu olanaklara sahip olmayı amaçlıyor olacak.

Ve herkes manik bir biçimde yaşam standartlarının, üretimin, tüketimin ve GSYİH’nın yükselmesiyle saplantılı hale gelmiş durumda. WWF’nin rakamlarına göre, yıllık standart %3’lük büyüme hızıyla, 2050 yılında kaynak talebini karşılamak için 20 tane daha gezegene ihtiyacımız olacak.

Şebekeye bağlı olmadan yaşamak enerji kaynağının tamamen ortadan kalkması değil… Güneş panelleri bu hayat tarzının ayrılmaz parçası.

Işıl ışıl ve bariz biçimde parıldayan ama göz ardı edilen husus, zengin dünyanın kişi başına düşen kaynak tüketim  düzeyi ve ekolojik etkisinin, sürdürülebilir düzeyden çok uzakta olduğu, ya da makul teknik düzenlemelerle bir dereceye kadar sürdürülebilir hale getirilebileceği. Yeşilci olanların çoğu da dahil olmak üzere, insanlar, aşırıya kaçmanın derecesinin büyüklüğünü ya da büyük sorunları çözmek için değişim gereksiniminin ne derece elzem olduğunu kavramıyor.

Sorunlar temel olarak sistemimizden kaynaklanıyor, oldukça varlıklı olsa da yaşam tarzlarımızdan değil. Sıfır büyüme ekonomik sistemine geçmedikçe, kaynak tüketimimizi, şu ankinin 5’te 1’inin ya da 10’da 1’inin altına indirmemiz mümkün değil. Bu da, faiz ödemesinin olmadığı bir ekonomik sistem demektir.

Bu mevcut mali sistemi ve yeniliği, girişimi, iş ve yatırımı teşvik eden güçleri ve daha çok refah arayışını yıkmak zorundayız demek. Kapitalizmi yıkmanın da ötesinde, bu, batı kültürünü 300 yıldır şekillendiren bazı temel fikirlerin (mesela ilerlemenin tanımı) ve değerlerin (zengin olma gibi) tamamen terk edilmesi demek.

Eğer istersek kolayca yapabiliriz. Benim sistemim, “Daha Basit Yol” (kitabımda detaylı olarak aktarılıyor), şu an mevcut tüketici keşmekeşliğinden daha kaliteli bir yaşamın olabileceği, yerel ve sıfır büyüme ekonomisiyle mevcut banliyö ve şehirlerimizi kendine yeten, kendi kendini yöneten hale dönüştürdüğü örneklerden sadece bir tanesi.

Evet, önemli bir kısmı hane halkı ve toplumsal düzeyde tutumlu, kendine yeten, işbirlikçi yöntemlerin kabulü. Ama benim çalıdan yapma ev tercihim kadar öte bir noktaya gitmeye gerek olmayacaktır. Hala elektrik sistemlerimiz, (küçük) şehirlerimiz, (bazı) ticaret ve ağır sanayi, tren yolu ağları, (küçük ve şehir meclislerinin kontrolünde) merkezi devlet, üniversiteler, profesyonel işler ve şu an sahip olduğumuzdan sosyal kullanımı daha yararlı yüksek teknoloji araştırma ve geliştirmemiz olabilir. Para kazanmak için sadece haftanın bir günü çalışmaya ihtiyacınız olabilir.

Eko-köylerde yaşayan birçok insan az ya da çok gereksinim görülen biçimde yaşıyor. Birçoğu şehir ve banliyölerini daha kendine yeten ve kendini yöneten yerel komünitelere dönüştürme niyetinde.

Ama bu cesaretlendirici başlangıçlar henüz daha önemli hedeflere odaklanmış değil. Gezegenin korunmasına gerçekten yardımcı olmak istiyorsanız vites küçültme konusunda kendi kendinizi üzmeyin, ama eninde sonunda büyük yapısal ve kültürel değişimi sağlamamız için gerekli odak ihtiyacı konusuna insanları çekecek bakış açısıyla yerel topluluğunuzun bahçesine katılın.

*Çevirmen Notu: “Living off the Grid” başlığı, yazı, elektrik özelinde başladığı için “Şebekeye Bağlı Olmadan Yaşamak” olarak Türkçeleştirilmiştir. Batı ülkelerinde “kendi kendine yeterek yaşayan kişi ve toplulukları” tanımlamada kullanılan bir terimdir ve elektrik kullanımıyla sınırlı değil. Bir anlamda bir “akım” olarak kabul edilebilir. Living-off-the-grid konusunda daha fazla bilgi için: www.off-grid.net

 

Yeşil Gazete için çeviren: Eren Atak

Yazının özgün hali (ingilizce) için tıklayınız.

(Celsias.com, Yeşil Gazete)


IMF Başkanı Lagarde: “Gelecek nesiller fırınlanmış, kavrulmuş, kızarmış, ızgara edilmiş olacak”

The Globe and Mail sitesinde David Runnalls imzasıyla yayınlanan yazıyı, Yeşil Gazete gönüllü çevirmenlerinden Gizem Hasırcıoğlu‘nun çevirisiyle sunuyoruz.

***

Geçtiğimiz günlerde, alışılmadık kaynaklardan iklim değişikliği konusundaki acil çözümlerin ekonomiye olan kritik önemi ile ilgili konuşmalar duyduk.

Vuruşu görev açılış konuşmasında Başkan Obama başlattı ve Amerikalıları düşük karbon ekonomisi için geliştirilmesi gereken teknolojilerde öncü olmaya çağırdı.  Kuraklığa ve Sandy Kasırgasını işaret ederek, bunları iklimimizin kötüye gittiğinin en yakın somut kanıtları olarak gösterdi.

Ama en önemli beyanlar, ortodoks ekonominin kalelerinden, Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu’ndan (IMF) geldi.

IMF Genel Müdürü ve muhafazakâr Nicolas Sarkozy hükümeti eski maliye bakanı Christine Lagarde, İsviçre Davos’taki Dünya Ekonomi Forumu’nda yaptığı konuşmada ekonomik gelecekteki kritik dönüm noktalarını vurguladı.

“Kaynak kıtlığının artan hassasiyeti ve iklim değişikliği ile büyük sosyal ve ekonomik bozulma potansiyeli, içinde bulunduğumuz durumun gerçek belirleyicileridir” diyen Lagarde sözlerine iklim değişikliğinin “21.yüzyılın en büyük ekonomik sorunu” olduğunu söyleyerek devam etti. Evet, bu sözler IMF’nin başındaki kişiye ait.

Lagarde sözlerine yeni bir ekonomik büyüme çağrısı ile son verdi: “ Evet, büyümeye ihtiyacımız var ama bu büyümenin çevresel sürdürülebilirlik ilkelerine uyan yeşil büyüme olması gerekiyor. İyi bir ekoloji iyi bir ekonomi demektir. Doğru karbon fiyatlaması ve fosil yakıt sübvansiyonları azatılmasının bu kadar önemli olmasının bir nedeni de budur.”

Dinleyicilerden gelen bir soru üzerine Lagarde şu ilginç ve çarpıcı cevabı verdi: “ İklim değişikliği ile ilgili harekete geçmemeye devam edersek, gelecek nesiller fırınlanmış, kavrulmuş, kızarmış ve ızgara edilmiş olacak.”

Öte yandan, Dünya Bankası başkanı Jim Yong Kim de iklim değişikliğinin finans ve büyüme ile birlikte Davos gündeminin başında gelmesi için ısrarcı oldu ve ekledi: “Çünkü küresel ısınma, bugüne dek kat ettiğimiz tüm “yolu” tehlikeye sokuyor.”

Sözlerine “Dünyanın en öncelikli konusu düşük karbon büyümesini desteklemek için enerji maliyetleri açısından doğru finansal akış ve fiyatlandırmalar olmalı” diyerek devam eden Kim’e göre, karbon üzerinde gerçek çevresel maliyetleri doğru yansıtan öngörülebilir bir fiyat sağlanması emisyon azaltımını istenen noktaya çekmenin anahtarı. Doğru enerji fiyatlandırmaları da yatırımcıları enerji verimliliği ve temiz enerji teknolojileri yatırımları konusunda teşvik edebilir.

Emisyon azaltımını 2020 yılına kadar %5 seviyelerine getirebilecek ikinci acil adım ise zararlı yakıt sübvansiyonlarını küresel olarak bitirmek.

Yukardaki bu cümleler Greenpeace’ den ya da David Suzuki’den değil. Bu sözler uluslararası finans sisteminin en kilit isimlerinden geliyor.

IMF yıllarca çevre ve finans konusunu uluslararası çevre örgütleri için “sol” bir yan-konu olarak gördü ve bu konuların etrafında dolanmakta ısrar etti. Her ne kadar Dünya Bankası düşük karbon vadelerine yatırım yapmaya ve iklim konuşmalarında etkin bir oyuncu olmaya başlamadıysa da, bu konu acil ve önemli gündem maddeleri arasına yerleşmemişti.

Ta ki, bugüne kadar.

İklim değişikliği, hükümetlerin ve çok uluslu kurumların zengin ve ünlü liderlerinin yıllık toplantılarının ana ekonomik tartışma konusu oluyor. Peki, Başbakanımız veya Maliye Bakanımız ışığı gören sıradaki kişiler olabilecekler mi?

David Runnalls Ottawa kökenli düşünce kuruluşu Sustainable Prosperity (Sürdürülebilir Refah) kıdemli üyesi

 

Yeşil Gazete için çeviren: Gizem Hasırcıoğlu

Yazının özgün hali için tıklayınız.

(Globe and Mail, Yeşil Gazete)