Ana Sayfa Blog Sayfa 4158

Merkel yine kazandı, Yeşiller’de büyük oy kaybı

Almanya’da, dün yapılan federal seçimleri yüzde 41,7 oranında oy alan Hrıstiyan Birlik partileri kazandı. Seçimlere ortaklaşa giren muhafazakâr Hrıstiyan Demokrat Birlik (CDU) ve Hrıstiyan Sosyal Birlik (CSU) oy oranını yaklaşık yüzde 8’in üzerinde artırdı.

Yeşiller’de büyük oy kaybı

Yaklaşık %3 oy kaybeden Yeşiller Partisi hayal kırıklığı yaşarken, Sol Parti de %4 oy kaybına uğradı. İki parti de %8’er oy oranında kaldı. Böylece bir önceki seçimlerde oylarını artırarak tarihlerinden ilk kez %10’un üzerine çıkan her iki parti de 2005 seçimlerindeki düzeylerine gerilemiş oldular. Eğer şu anda baraj altında görünen FDP ve AfD parlametoya giremezse Yeşiller Partisi 8, Sol Parti ise 9 sandalye kazanacak.

Yeşiller Partisi web sitesinde sonucu “acı hayal kırıklığı” başlığıyla verdi.

Liberaller baraj altı

Sonuçlar Merkel’in üçüncü kez başbakanlık koltuğuna oturacağına işaret ederken, seçimlerden en kötü sonucu alan ise hükümetin küçük ortağı liberal Hür Demokrat Parti (FDP) oldu. Liberaller, kesin olmayan tahminî sonuçlara göre seçim barajını aşamamış görünüyor. Buna göre 2009 yılında yüzde 15’e yakın oy alan Hür Demokratlar bu kez yüzde 4,7’de kaldı.

Seçimlerde en çok merak edilen ise yeni kurulan euro karşıtı Almanya için Alternatif (AfD) partisinin alacağı oy oranıydı. Kesin olmayan sonuçlara göre seçim barajına oldukça yaklaşan parti yüzde 4,8 oranında oy aldı.

SPD oyunu artırdı

Oyunu artıran Merkel’in muhtemel yeni koalisyon ortağı Sosyal Demokrat Parti (SPD) ise kesin olmayan tahminî sonuçlara göre oylarını yaklaşık 2,6 artırarak yüzde 25,6 oy oranına ulaştı.

Bu seçim sonuçları doğrultusunda Angela Merkel’in dört yıl daha başbakanlığa devam etmesi bekleniyor. Ancak tek başına iktidara gelecek çoğunluğu elde edemeyen Merkel’in yeni bir ortağa ihtiyacı var. Liberalleri koalisyon ortağı olarak kaybeden Merkel’in Sosyal Demokratlarla büyük koalisyona gitmesi ihtimal dahilinde.

Yüksek katılım

Almanya’da genel seçimlere katılım 2009 yılından daha yüksek oldu. Seçim kampanyalarının geç başlamasına ve heyecansız bir seçim dönemi yaşanmasına rağmen, seçmenlerin büyük bir bölümü sandık başına gitti. Seçimlere katılım oranının yüzde 73 civarında olduğu belirtiliyor.

Sandık başına çağrılan 61 milyon 800 bin kişinden yaklaşık üç milyonu ilk kez oy kullanıyor.

Alman seçim sistemine göre seçmenler, ilki doğrudan aday, ikincisi de parti seçimi için olmak üzere iki oy kullanma hakkına sahip. Kullanılan ikinci oylar partilerin Federal Meclis’teki dağılımını belirliyor. Federal meclise girebilmek için 299 seçim bölgesinden 4 bin 451 milletvekili adayı yarıştı. Seçimlere 60’ın üzerinde de Türk kökenli aday katıldı.

(Deutsche Welle, Yeşil Gazete)

Olimpiyat stadında pis kokular

Yeşil Gazete’den Devin Bahçeci bugün olaylı bir şekilde tatil edilen Beşiktaş-Galatasaray maçını Olimpiyat Stadı’nda izledi.

Statta olan biri olarak ne yazmak gerek çok bilemedim. En iyisi heralde bazı olguları sıralamak olacak:

Foto: Devin Bahçeci

1. Sahaya sadece maç sonunda girilmedi

Maç öncesinde de birkaç defa sahaya girildi. Maç sonunda sahaya inen Kuzey tribününden yüzlerce insan maçtan önce de sahaya girerek bizim bulunduğumuz tribüne (Doğu tribününe) geçti. Bunu Güney tribünü de, yani diğer kale arkası da yaptı maçtan önce. Bunu neden anlatıyorum: Bir önceki Gaziantep, Trömsö ve Trabzon maçında da benzer bir biçimde tribün değiştirmek isteyenler olmuş, ancak polis ve güvenlik müdahale etmişti. Bu maçta ise çok garip bir biçimde polis ve güvenlik bu geçişleri izlemekle yetindi. Maç sonundaki sahaya inişte de polisin insanları izlediğini gördüm.  Sahaya girişler kitleselleşene kadar müdahale eden olmadı.

2.  Maç boyunca hakeme ciddi bir biçimde tepki vardı

İkinci yarı itibari ile hakemin verdiği kararlar; sadece önemli kararlar değil, ama hepsi tribünden tepki çekti.  Özellikle Doğu tribününün önündeki yan hakemin yanlış bayrakları, tüm ikili mücadelelerde kararların Galatasaray lehine olması ciddi bir biçimde protesto ediliyordu. Galatasaray tarafından atılan gollerin ikisinin öncesinde verilen devam kararları tribünleri iyice germişti.

Ancak yine de maç boyunca tribün sahaya girmeye dair hiç bir girişimde bulunmadı.  90+3’te olanlara kadar; böyle bir durumun yaşanacağını kimse tahmin edemezdi.

3. Sahaya giren grup Çarşı değil

Bunu bir olgu olarak çok rahatlıkla yazabiliyorum. Çünkü, Çarşı grubu bizim bulunduğumuz Doğu tribünündeydi, sahaya girenler ise Kuzey tribününden. Kasımpaşa stadına kombine alan her taraftar Olimpiyat’ta maçı Doğu tribününde izliyor. Üstelik, sahaya girişler başladığında bile Doğu tribünü ve Çarşı Grubu hareketlenmedi. Zaten hareketlenmeleri de imkansız. Keza Doğu tribününün üstündeler, aşağıya inip Doğu alt tribününü geçip (ki merdivenler bile doluydu) sahaya girmeleri mümkün değil.

Bu üç temel olgudan bahsettikten sonra bir de kafamda oluşan soruları yazmak istedim.  Beşiktaş’ın iyi başladığı ve pozisyon vermediği bir maçta; ikinci yarıda, hakem hatalarının birden bu kadar çok artmasında art niyet arıyorum. Maçı izleyen arkadaşlar ile ilk GS golünden önce, “hakem GS gol atmadan rahatlamayacak” yorumları yapmaya başlamıştık. Belki çok duygusal yazıyorum ama; Beşiktaş kale önünde Beşiktaş’a yapılan bir faulün, tam yerinden kullanılmadığı için üç defa tekrar edilmesi gibi kararlar gördük. Hakem ekibinin kararları tribünleri geren en önemli ögeydi.

4. Maçtaki biletsizler

Maçta biletli 76.172 kişi vardı, ama tribün 90.000 kişiydi. Tüm tribünler doluydu. Üstelik merdivenler de doluydu. Önümüzde içeri girilmiş biletlerle girenler, biletsiz girenler… ne ararsanız vardı. Biz stada turnikelerden geçip girdikten yaklaşık iki saat sonra, yani  maça bir saat kala kapıları açtılar, biletli biletsiz herkes girdi. Bu insanlar maça nasıl girdi? Kim izin verdi? İşte akılda kalan sorular.

Bu noktadan sonra da yorumlarımı eklemek isterim:

Maç 90+3; Beşiktaş beraberlik için bastırıyor. Galatasaray’dan bir oyuncu kırmızı kart görmüş durumda. Hakem bu kararı vermeseydi ve tribünler aşağıya inseydi anlam verebilirdim. Ama belki de maçta Beşiktaşlıları tek memnun edecek karardan sonra, tribünlerin sahaya inmesine anlam veremiyorum. Benim bulunduğum tribünde kimsenin de anlam verebildiğini düşünmüyorum. Şaşırdık. Gerçekten şaşırdık.  Üstelik, bizim tribünden kimse de sahaya inmeye hareket bile etmedi.

Maç öncesinde otobüsler dolusu polis aracı gördük. Yüzlerce, belki binlerce çevik kuvvet / polis stada geldi. Maç başındaki tribün değiştirmek için sahaya inilirken ve maç sonrasında sahaya girilirken bu polisler ne yapıyordu? Hiç birini görmedik, durum kitleselleşene kadar hiç ama hiç kimseyi görmedik.

Gelelim 1453 meselesine. Açıkçası sahaya inenler arasında bu yeni türeme taraftar grubu var mıydı bilmiyorum. Ama sahaya 1453’ün bulunduğu Kuzey tribününden girildi.  Bilmiyorum dememin sebebi ise şu: Kuzey tribününün Doğu tribünü ile bitiştiği yerden girildi sahaya. 1453 ise iki maçtır hep diğer köşede oturuyor. Ama sahaya inilen bölgeye geçmeleri de kolay. Oraya yöneldiler mi bilmiyorum.

Şimdi ne olacağı ise korkutuyor açıkçası. Beşiktaş iyi oynarken, tribünler her maç en az 50.000 kişi çekerken, bir maçta tribünün hakemler tarafından bu kadar gerilmesi ve güvenlik ile polisin bu gergin tribüne karşı önleyici önlem almaması ve olayları beklemesi, pis kokular yayıyor.

Bir nokta daha var. Maç iptal edildi. Ben gerçekten çok şaşırdım. 90+3’te olay çıkıyor ve maç neredeyse bitmiş durumda. Hakem, maçı olaylar yüzünden bitirdim diyebilir (daha önce örneklerini gördük). Çünkü fiziki olarak maç bitmiş durumda ama maçı bu dakikada ertelemesi bana trajikomik geliyor.

Beşiktaş şimdi en az beş maç ceza alacak. Peki olayların bu boyuta gelmesine sebep olanlar? Hakem? Müdahale etmeyen polis?

Yolda twitter’a biraz bakabildim (Olimpiyat’ta twitter da çalışmıyor ). Bitirme operasyonu muhabbetleri dönüyor. Bu kadar pis koku varken insan böyle düşünmüyor değil. Ancak şunu da söyleyeyim: doğrudan sahaya 1453 Kartalları girmemiş olabilir, gerek de yok. Maçı bu kadar gererseniz, sahaya giriş çıkışın önünü bu kadar açarsanız, onlarca binlerce biletsiz taraftarı sahaya sokarsanız, uzaktan osuruk duyunca biber gazı atan polisler olarak müdahaleyi olaylar çığrından çıkana kadar yapmazsanız,  taraftar da sahaya iner ortalığı karıştırır (ne güzel oldu demiyorum ama durum biraz bu). Çanak hazırlandı; Beşiktaş taraftarı ve takımı giyotine çıkarıldı. Yargısız infaz da Pazartesi yapılır.

 

 

 

Devin Bahçeci

Yaban domuzu tarımı yok ediyor, seyrediyoruz – Tayfun Özkaya

Son yıllarda yaban domuzları tarım alanlarına büyük zararlar vermeye başladı. Domuzlar önüne ne gelirse yiyorlar. Örneğin şeftali ağaçlarını önce deviriyorlar sonra meyveleri yiyip gidiyorlar. Bazı yerlerde tarım yapmak nerede ise imkânsız hale geldi. Domuzlar açısından olaya bakarsak onların da elleri mahkûm. Yaşam alanlarına büyük müdahaleler yapılıyor. HES’lerle suları kurutuyoruz. Özel ağaçlandırma alanlarında bütün bir bitki örtüsünü kazıyıp, örneğin sadece fıstık çamı dikiyoruz. Orman ağaçlandırmalarında tek tip çam dikiyoruz. Bu alanlarda domuzların beslendiği yaban çilekleri, sandal ağaçları, doğal mantarlar yok oluyor. Domuzlara tarım alanlarına inmekten başka çare kalmıyor. Ayrıca domuz yavrularını avlayarak azaltan çakal, tilki, kartal, yaban kedileri de yok oldu. Her yıl dokuz yavru doğuran domuzların sayıları hızlı bir şekilde artıyor. Bu konuda bana epeyce bilgi sağlayan arkadaşım Özcan Kokulu bu yüzden bağını bozdu. Birçok köylü akşam bağda elinde tüfek geceliyor.

2009 yılında alınan bir kararla çoğalma mevsimi hariç yaban domuzları için sürek avı yapılmasını kararlaştırmıştı. Ancak daha sonra Merkez Av Komisyonu aldığı kararla bu avı temmuz sonları ve şubat ortaları arası ile sınırlandırdı. (2013–2014 Av Dönemi Merkez Av Komisyonu kararı için Resmi Gazetenin 26 Mayıs 2013 tarihli sayısına bakın)

Bu konuları Aydın Ziraat Odası yetkilileri ile de konuştum. Çok fazla domuz olduğunu sürek avlarının yetersiz kaldığını söylediler. Katılacak avcılar için av teskeresi almak gerekiyor. Bu kolayca sağlanamıyor. Bu konularda kolaylık getirilmesi, avın fişek vermek gibi maddi imkânlarla da desteklenmesi, avlama süresinin uzatılması konusunda öneriler var.

Ancak doğaya saygı duymayan uygulamalar devam ettiği sürece bu konu kökten çözülemez. Orman ve ağaçlandırmalarda biyoçeşitliliğe uyulmalı. Tek tip ağaçlandırmadan kaçınılmalı. Yok olan çakal, tilki, yaban kedilerinin üretilerek doğaya kazandırılması kısa sürede olmasa da etkili olacaktır. Bu konuda değişik ülkelerle çok başarılı uygulamalar var.

Köylüler bu konuda kan ağlıyorlar. Ürünler domuzlar tarafından yok ediliyor. Önlemler hızlıca alınmalı. Meraların, ormanların yok edilmesine son verilmeli. Biyoçeşitliliğe uyulmalı. Domuzların hiçbir suçu yok. Siz doğayı yok ederseniz. Onlar da tarım alanlarına gelirler. Hatta köylerin içinde bile insanlar domuzlarla karşılaşıyorlar.

Tayfun Özkaya

Kültür boğazdan gelir – Levent Özata

‘Yutamayacağım’ lafları başkalarına da ‘yedirmek’ değil amacım. Ama kültür kelime anlamı olarak da boğazdan geçer, hafif bir viraj alarak mideye dalar, bağırsaklarda slalom yapar, vücuda vitamin, mineral olarak ne kadar katkı verir bilinmez ama günümüzde insan vücudunu pek de terk etmez galiba.

Ne kastettiğimi biraz anlatmakta fayda var sanırım. Kelime anlamı olarak kültür dediğimiz zaman birbiriyle bağlantılı olmakla birlikte farklı yönlere kayan, kimi zaman hiyerarşik bir yapılandırma oluşturarak, epistemolojik bir olgudan bahsediyoruz. Kabaca ben kültürü üçe ayırsam da kızmayın, yemek tariflerinde olduğu gibi kültür tariflerini de çeşitlendirmek mümkün.

Tarım ve yerleşik düzene geçiş anlamında kültür… Kelime birçok şey gibi Mezopotamya çıkışlı, toprağı ekip biçerek bir kültürlenme hali… Toprağa bağlılıktan gelen bir yerleşiklik durumu… Kültür mantarının çok kitap okuduğunu mu zannediyordunuz?

Adeta bir Fransız salon beyefendisiymişçesine kültür… Daha sofistike, biraz yukarıdan bakan, fazlaca Avrupalı, dolayısıyla salonlu, operalı-baleli, çok fiyakalı bir kültür bu… Yemekle ne alakası var demeyin, o ilk ısırıktan sonra aynı tadı vermediği için atılan yemeklerin, Chateaubriand’lar, foie-gras’lar, ihtişamlı Fransız mutfağı ya da 12 saatte pişen Sultan Hamid’in ıspanaklı omleti kültürsüz olur muydu?

Antropolojik kültür… Sanki diğerleri antropoloji değil mi? Ya da daha iyisi antropoloji dediğin nedir ki zaten? Şatafatlı tam çelik kaplama mutfak yerine ateşte pişmiş toprak çömlek kullanan, yer sofrasında yemek yiyen (romantizm de bir yere kadar!) kültür… Salon mutfakları gibi kavun içine pilavı koymayan ama erken dönem yemek kültürünün fazlasıyla gelişmiş hali, yerel kültürlere dayanan, hamsili pilavı, radikayı içine alan bir kültür. Mardin’de yediğim niye Ağrı’da yok diye soruyorsanız, bundan. İşte bunlar hep kültür…

Üçten bile fazlaya çıkartırız bu kültürleri, ben de biraz çeşitlendireyim. Çeşitlilik, kültürlerin birbirleri arasındaki geçişkenliklerinden kaynaklanıyor. Tarım olmadan ne Fransız mutfağını akla getirebiliriz, ne de hamsili pilavı… Tarımdan çıkan kültür bir nevi kapsayıcı rolde. Aynı geçişkenlik çeşitlenmeleri de beraberinde getiriyor. Füzyon mutfağı küresel kültürün, moleküler mutfak teknolojik gelişmelerin, permakültür ise ana rahmine dönme dürtüsünün doğal bir getirisi. Nihayetinde hepsi boğazdan geliyor-geçiyor.

Bu sene boyunca işte bu yemek kültüründen/kültürlerinden bahsetmeye çalışacağım. Geçen sene de biraz dağınık, ağır aksak başladığım yemek yazılarında, domates, patates, buğday (ekmek) temel maddelerinin yanında Cucina Povera ve Ümit Usta da eklenmişti. (İlgilenenler için linkleri:

http://www.agos.com.tr/haber.php?seo=fakir-ama-gururlu-bir-mutfak-cucina-povera&haberid=5139;

http://www.agos.com.tr/haber.php?seo=insanligin-ekmek-kavgasi&haberid=5057;

http://www.agos.com.tr/haber.php?seo=patates-ihtilali&haberid=4944;

http://www.agos.com.tr/haber.php?seo=en-tatli-gunah-domates&haberid=4747;

http://www.agos.com.tr/haber.php?seo=bir-anneanne-masali-orecchiette&haberid=4500;

http://www.agos.com.tr/haber.php?seo=umit-ustaya-agit-ya-da-yemek-sevinci&haberid=4317)

Devam niteliğinde, benzer temel maddeleri bitirip (ör. pirinç), vejetaryenlikten, ağır soslu Fransız mutfağına, Çin mutfağının yemek sunuşuna, Protestan etiğin bir tezahürü olarak Hollanda yemeklerine, hatta kimi zaman da yamyamlığa uzanan bir yemek dünyasına gireceğiz.

Herkese şimdiden afiyet olsun!

 

Levent Özata – AGOS

Alexey Kozlov: “Greenpeace’e yapılan müdahale Rusya’daki temel hak ve özgürlüklerin durumunu gösteriyor”

Rusya’da yeşil hareketin önde gelen isimlerinden biri olan, Vostok’taki Yeşil Akademi Vakfı’ndan Alexey Kozlov, Greenepace aktivistlerinin Arctic Sunrise gemisiyle Kuzey Buz Denizi’nde Gazprom‘un petrol aramalarını izledikleri sırada silahlı Rus güvenlik güçlerince gözaltına alınmasını Yeşil Gazete için yorumladı.

Kozlov, Greenepeace aktivistlerine yönelik müdahalenin gereksiz şiddet ve silah kullanımının bir örneği olduğunu ve barışçı bir gösteriye karşı ve bir özel mülkü korumak amacıyla silahlı sahil güvenlik güçlerinin kullanılmasının Rusya’daki temel hak ve özgürlüklerin ne durumda olduğunu tam olarak gösterdiğini söylüyor.

Kozlov, Greenpeace aktivistlerinin ne gibi bir muamaleyle karşılaşabilecekleri sorumuza ise şöyle yanıt verdi: “Greenpeace’in durumu için üzüldüm. Muhtemel bir ceza davası ile karşı karşıya kalabilirler ve dava açılırsa haklarında hapis cezası istenebilir. Arctic Sunrise için çok iyimser değilim.”

Alexey Kozlov, Rusya’da çevreyle ilgili protestolara yönelik bu tür müdahalelerin normal olup olmadığına ilişkin sorumuza ise şu yanıtı verdi: “Daha önce benzer müdahaleler balıkçı teknelerine yönelik olarak da gerçekleşmişti. Ancak çevre protestolarıyla ilgili bu tür bir müdahale olduğunu hatırlamıyorum.”

Kozlov, AB’den gelecek tepkilere Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin‘in ne yanıt verebileceği sorumuza ise “Putin’in AB’nin tepkilerini önemseyeceğini sanmıyorum. Greenpeace’in Rusya yasalarını ihlal ettiğini ve sahil güvenlik güçlerini silah kullanmaya zorladıklarını söyleycektir” diye yanıt verdi.

Öte yandan Greenpeace International, Arctic Sunrise’a yönelik müdahalenin uluslararası hukuka aykırı olduğunu , yasadışı ve orantısız bir müdahalede bulunduğunu açıkladı.

Ajanslar, Rusya’nın Greenpeace üyelerini ‘korsanlık’ suçlamasıyla yargı önüne çıkarmakla tehdit ettiğini, bu durumda 15 yıl hapis istenebiliceğini bildirdi.

Rusya’da Sahil Güvenlik Güçleri, Kuzey Buz Denizi’nde Greenpeace’in Arctic Sunrise gemisine baskın yaparak aralarında Türkiye’den Greenpeace gönüllüsü Gizem Akhan’ın da bulunduğu 25 aktivisti önceki gün gözaltına almıştı. Aktivistler halen gözaltında bulunuyor.

Greenpeace, eylemcilerin serbest bırakılması için Rusya Büyükelçiliğine mektup gönderme kampanyası başlattı.

Haber: Ümit Şahin – Yeşil Gazete

Dolmabahçe Camii imam ve müezzinine Gezi sürgünü

Gezi Parkı protestolarının ilk günlerinde göstericiler tarafından revir olarak kullanılan ve daha sonra özellikle “içeride içki içildiği” tartışmalarıyla gündeme gelen Dolmabahçe’deki caminin müezzini ve imamıyla birlikte Beyoğlu müftüsü görevlerinden alındı.

Gezi Parkı protestolarının ilk günlerinde göstericiler tarafından revir olarak kullanılan ve daha sonra özellikle ‘içeride içki içildiği’ tartışmalarıyla gündeme gelen Dolmabahçe Bezm-i Alem Valide Sultan Camii’nin müezzini ve imamıyla birlikte Beyoğlu müftüsü görevlerinden alınarak başka yerlere verildi.

Eylemler sırasında en çok tartışılan isim olan Dolmabahçe Bezm-i Alem Valide Sultan Camisi Müezzini Fuat Yıldırım’ın, Başakşehir’e bağlı Kayabaşı köyüne sürüldüğü öğrenildi. Gezi olayları sırasında camide içki içildiği iddia edilmiş, cami müezzini Fuat Yıldırım ise ısrarla ‘kimseyi içki içerken görmediğini, yalan söyleyemeyeceğini’ tekrarlamıştı.

Hürriyet gazetesinden Yalçın Bayer’in yazısına göre, “Fuat Yıldırım bu davranışının bedelini sürgünle ödedi”. Bayer’in yazısına göre İstanbul müftüsünün, “Sen çok yıprandın, seni başka yere tayin edelim” söylemlerine karşı; “Ben hiçbir şekilde yıpranmadım” cevabını vermesinin ardından müfettiş görevlendirildiği ve ‘teftişin selameti’ için müezzin Fuat Yıldırım’ın 6 ay süreyle Kayabaşı köyünde müezzin olarak görevlendirildiği söyleniyor.

Dolmabahçe Camisi imamı Halil Necipoğlu’nun tayini ise Zeytinburnu’na yapıldı. Beyoğlu müftüsü Recai Albayrak ise Karadeniz Ereğli’ye tayin edildi.

(T24)

“Jin” ya da “Hayat Var Kürdistan”

20. Adana Altın Koza Film Festivali’nde Reha Erdem’in “Jin”ini izlerken aklıma aynı yönetmenin 2008 yapımı “Hayat Var” filmi geldi.

“Hayat Var” da İstanbul’un ücra bir köşesinde yaşayan Hayat, genç bir kadının yaşadığı sorunlara, erkekler tarafından kıstırılmış dünyasına götürüyordu bizleri. Babasının, dedesinin, annesinin yeni kocasının arasında onun yaşadığını kimse farketmese de Hayat vardı ve yaşıyordu. Kendisini sürekli taciz eden mahalle bakkalının tecavüzünden sonra ise film başka bir yörüngeye oturuyordu.

Jin, Hayat’ın İstanbul banliyösündeki hikayesini güneydoğuda dağa çıkmış bir örgüt üyesi üzerinden anlatıyor. Biz Türkiye’de yaşayan ve güneydoğuda yaşananları acı ile öğrenmiş insanlar olarak o örgütün PKK, karşısındaki gücün TSK olduğunu biliyoruz ama filmde bunlar sözel olarak ifade edilmiyor. Jin’i siz alıp dünyanın herhangi bir köşesine de taşısanız onun hikayesi üç aşağı beş yukarı aynı aslında demek istiyor sanki Reha Erdem.

http://www.youtube.com/watch?v=6xcEhSnS9B4

Sebebi izleyiciye aktarılmayan bir şekilde örgütünden firar ediyor Jin, amacı gene sebebi belirtilmeyen bir şekilde izmir’e gitmek. Dağlarda gezerken, İzmir’e gitmek için bir çıkış ararken, içine hapsedildiği dünyadan kurtulmak isterken karşısında hep “erkekleri” bulur. Yerine ve zamanına göre kendisinden bazen çekinen, bazen “yapmacık bir” saygı gösteren, bazen ilişen, bazen ise tecavüze yeltenen erkekleri.

Reha Erdem ve Deniz Hasgüler

Hikayenin diğer nehrinde ise aynı sebep -erkekler- nedeniyle çıkış yolu bulamayan doğa ve doğa içindeki diğer canlıların yaşadıkları akıyor. Sessiz bir doğa tasviri ile başlıyor film. Rüzgarın sesi, yaprakların hışırtısı, doğanın yeknesaklığı ve birden başlayan yoğun kurşun sesleri, bombaların birbiri ardına düşmesi, kırılan dallar, birer birer yok olan bir tabiat.

Erkeklerin tümünün suçlanması hatasının önüne de kamyon şoförü detayı ile geçmiş Reha Erdem. Erkeklerin ikiyüzlülüğünü ise her defasında resmetmiş. Jin’i örgüt kıyafeti ile gördüğünde çekinip saygıda kusur etmeyen çobanın üstünü değiştirdikten sonra tanımayıp yılışması, otobüs terminalindeki görevlinin parası olmadığını öğrendiğindeki “hallederiz” kaypaklığı, ustabaşının Jin’in savunmasız olduğunu anladığı andaki değişen tavrı vsr hep erkek egemen toplumun çirkef yüzünü güneydoğu üzerinden anlatıyor.

Hikayenin bir de insan neslinin erkek kısmı dışında hayatını sürdürmeye çalışan canlılar kısmı var elbet. Jin’in yolculuğunda karşılaştığı şahin,geyik, eşek, ayı, kaplumbağa ve pars. “Biz hepimiz erkeklerin dünyasında hayatta kalmaya çalışıyoruz” der gibiler.

Hayat, İstanbul’da yaşayan Hayat içinde var, Kürdistan’da yaşayan Jin için de, Gezegende nefes alan tüm canılar için de. Ama, ah işte, o çeperi bir yırtabilseler.

 

 

#anavarrza

Alper Tolga Akkuş

Üç Ekoloji’nin “Gezi Direnişi Özel Sayısı” çıktı

Yeşil Politika ve Özgürlükçü Düşünce Dergisi Üç Ekoloji‘nin Gezi Direnişi Özel Sayısı çıktı. 2003 yılında yayına başlayan ve yılda ortalama bir sayı yayınlanan derginin 10. sayısı Gezi direnişine ayrıldı.

Derginin özel sayısında konuyla ilgili 21 özgün yazı ve 17 kişiyle yapılan 9 röportaj yer alıyor. Derginin bu sayıdaki sürprizi ise Antonio Negri ile birlikte yazdığı İmparatorluk ve Çokluk kitaplarıyla tanınan Michael Hardt ile yapılan ve 2011 hareketlerinden Gezi’ye uzanan bir sürecin değerlendirildiği röportaj.

Gezi direnişini ekolojik bakış açısıyla yorumlayan derginin ilksözünde “Gezi direnişini nasıl ağaçların kesilmesine karşı bir protesto hareketi olarak özetlemek eksikse, ekolojiyi de sadece doğa boyutuyla anlamak eksiktir. Bu yazımızda yer alan yazıların ve söyleşilerin oluşturduğu bütünlüğün ekolojik bir bakış açısını temsil ettiğini düşünüyoruz” deniyor.

Dergide yazıları yer alan yazarlar Ümit Şahin, Ömer Madra, Sinan Erensü, Atilla Aytemur, İkbal Polat, Ilia Xypolia, Sezin Öney, Seçil Paçacı Elitok, Ethemcan Turhan, Oya Ayman, Arif Ali Cangı, Güneşin Aydemir, Ahmet Atıl Aşıcı, Murat Özbank, Bülent Bilmez, Devin Bahçeci, Levent Pişkin, Barış Gencer Baykan, Savaş Çömlek, Didem Evci, Ayşem Mert, Fikret Adaman, Bengi Akbulut, Duygu Avcı ve Korol Diker. Dergide ayrıca Martin Luther King Jr.’in “Şiddetsliğin Altı İlkesi” yazısının çevirisi yer alıyor.

Üç Ekoloji’nin Gezi röportajları ise Taksim Platformu, Taksim Dayanışması, Taksim Gezi Parkı Derneği ve Müştereklerimiz gibi ön plandaki örgütlenmelerin bakış açılarına bir arada yer veriyor. Gezi direnişi röportajlarında direnişin ilk anından itibaren parkta olan Taksim Gezi Parkı Derneği başkanı Bülent Müftüoğlu, ilk gözaltına alınan aktivist olan Cenk Levi, Taksim Dayanışması sekreteryasından Şehir Plancıları Odası İstanbul Şube sekreteri Akif Burak Atlar, Taksim Platformu’ndan Mine Özerden, Üç Ekoloji ve Birgün gazetesi yazarlarından Rahmi G. Öğdül, Gezi kuşağından Ayşe Akdeniz, Bahar Topçu, Cihan Erdal, Cihat Demirtaş, Gizem Hasırcıoğlu ve Onur Fidangül, Müştereklerimiz’den Olcay Bingöl, Abbasağa Parkı Küçük Forum’dan Cenker Kökten, İpek Ergal ve Hakan Sağlık, Gezi Parkı’ndaki bostanı kuran ekipten Mustafa Alper Ülgen ve Michael Hardt.

Yeni İnsan Yayınları tarafından yayınlanan ve yayın yönetmenliğini Ümit Şahin’in yaptığı Üç Ekoloji’nin son sayısı 232 sayfadan oluşuyor ve 12 TL’den satışa sunulmuş. Dergi kitabevlerinde ve internet kitapçılarında bulunabiliyor.

Derginin tüm yazıları şöyle:

ÜÇ EKOLOJİ SAYI 10 – İÇİNDEKİLER

GEZİ DİRENİŞİ ÖZEL SAYISI

Gezi Direnişi: Bir Demokrasi ve Ekoloji Mücadelesi – Ümit Şahin

Mutluluk Rüyası Görmek – Ömer Madra

Bülent Müftüoğlu ve Cenk Levi ile Söyleşi: Gezi Parkı’nda Direnişin İlk Günleri

Ekoloji Mücadelesi: Gezi’den Önce, Gezi’den Sonra – Sinan Erensü

Bir Başarı Öyküsü Olarak Gezi Direnişi – Atilla Aytemur

Gezi: Merkezi Yönetimin Vesayetine ve Kentsel Dönüşüme İsyan – İkbal Polat

Taksim Dayanışması ve Şehir Plancıları Odası’ndan Akif Burak Atlar ile Söyleşi: Taksim’den Üçüncü Köprü’ye Kent ve Direniş

Çalkantılar ve Ekonomik Mucizeler: Türkiye’13 ve Meksika’68 – Ilia Xypolia

Bulgaristan ve Türkiye: Sınırın Ayırdığı Gösteriler – Sezin Öney

Terk Edenler, Sadık Kalanlar ve Sesini Yükselten Gezi – Seçil Paçacı Elitok

Taksim Platformu’ndan Mine Özerden ile Söyleşi: Neden “Taksim Hepimizin”?

Dünyanın En Güzel Haziranı ve Bütün Bu Tantana – Ethemcan Turhan

Gezi’deki Ağacın Kökleri – Oya Ayman

Ekoloji Hareketlerinden Gezi Direnişine – Ali Arif Cangı

Rahmi G. Öğdül ile Söyleşi: Gezi Direnişinin Bedeni ve Ruhu

Unutma: Bu Bir Sivil Direniş! – Güneşin Aydemir

Gezi’nin Ortaya Döktüğü Gerçekler ve Birtakım Sorular – Ahmet Atıl Aşıcı

Gezi kuşağından Ayşe Akdeniz, Bahar Topçu, Cihan Erdal, Cihat Demirtaş, Gizem Hasırcıoğlu ve Onur Fidangül ile Söyleşi: Bir Devrim, Bir Dönüşüm Olarak Gezi Hareketi

Gezi ve Erdoğan ya da Politik Güç ve Şiddet – Murat Özbank

Geleceğin Tarihyazımında Her Yer Taksim – Bülent Bilmez

Müştereklerimiz’den Olcay Bingöl ile Söyleşi: Ortak Alanlarımızı Koruma Mücadelesi Olarak Gezi Hareketi

Çapulcunun Hakkı – Devin Bahçeci

Gezi Direnişinde LGBT Hareketi – Levent Pişkin

Abbasağa Parkı Küçük Forum’dan Cenker Kökten, İpek Ergal ve Hakan Sağlık’la Söyleşi: Bir Doğrudan Demokrasi Deneyimi Olarak Park Forumları

Park Forumlarının Dinamikleri – Barış Gencer Baykan

Aşk, İsyan ve Bostan – Savaş Çömlek

Mustafa Alper Ülgen ile Söyleşi: Gezi Bostanı ve Ekolojik Dönüşüm

‘Ahenkli Toplum’a Doğru – Didem Çivici

2003’ten 2013’e kalanlar: Gezi Protestoları’nın Popülist Direniş Üzerine Düşündürdükleri, İsim Savaşları – Ayşem Mert

Michael Hardt ile Söyleşi: Kriz, Direniş ve Değişen Öznellikler

POLİTİKADAN DÜŞÜNCEYE

Ekolojik Paylaşıma Dayalı İhtilafların Kategorilendirilmesine Yönelik Bir Taslak Çalışması – Fikret Adaman, Bengi Akbulut, Duygu Avcı

YEŞİL DÜŞÜNCE KLASİKLERİ

Şiddetsizliğin Altı Kuralı – Martin Luther King, Jr.

KİTAP

Nükleer Enerji Çözüm Değil! – Korol Diker

(Yeşil Gazete)

Alternatif film önerileri – Kevin Hakkında Konuşmalıyız

Filmin Orijinal İsmi : We Need to Talk About Kevin

Dil : İngilizce

Süre : 112 Dakika

Oyuncular : Tilda Swinton, Ezra Miller, John C. Reilly

Değerlendirme : Bu Film Kaçmaz

Neler Umdum Neler Buldum?

Uzun zamandan beri izlemek istediğim bir filmdi Kevin Hakkında Konuşmalıyız filmi. Filmin dikkat çekici olmasının yanı sıra son yıllarda aranan oyuncu listesinde yer alan Tilda Swinton ve Hollywood’un bebek yüzlü tanımına uyan yeni yıldızı Ezra Millerin yapımda yer alması filmi daha çekici kılıyordu. Bir de filmin Cannes’da gösterilip çok beğenilmesinin ardından Londra’da ödül alması yapımı “Bu Film Kaçmaz” kategorisine sokmuştu.

Beklentilerimin yüksek olduğu yapımları izlerken hep bir hayal kırıklığı yaşama ihtimalim olduğunu bilirim. Fakat Kevin hakkında olan bitenleri izlerken gerçekten kısa darbelerle sersemleten hikayeler ve görüntüler karşısında kendimizi buluyoruz. Ana –oğul ilişkisini anlatan çoğu zaman sorgulayan bu yapım aile anlayışının ortasına saatli bombayı yerleştirip, patlama anına biz seyircileri şahit gösteren ve kim haklı kim haksız bunun cevabını bizlere bırakan bir yapım olarak karşımıza çıkıyor.

Plansız bir çocuğu dünyaya getirme ve sonrasında plansız olan hayatın içinde o çocuğun büyümesi, çocukluğu sadece anne için bir kabusa dönüşen içinden çıkılmaz bir çember…

Filmde anne-oğul ilişkisi bize tarafsız bir şekilde fakat odak noktasına anneyi alarak anlatıyor. Mesela evin küçük kızının başına gelenleri anne bilmiyor, izleyenler olarak biz de bilmiyoruz… Bu açıdan anneyi odak noktasına alan bir film olduğunu söyleyebilirim. Fakat bu ilişkide suçlu/suçsuz haklı/haksız ayrımına girmeden, olayların içerisinde kendimize bir yer buluyoruz.

Filmin romandan uyarlanmış olması ve roman ile arasındaki bağı koparmayıp aynı bağlantıda ilerlemiş olması filmin seviyesini yükseltmiş. Roman uyarlamalarında olması gereken ve tercih edilen romandan bağımsız bir filmin çok da başarılı olmadığı birçok yapımda karşımıza çıkmıştır.

Sahnelerde kullanılan metaforların, geçişlerin, yakın çekimlerin gerçekten özenle işlenmiş olduğu dikkatlerden kaçmıyor. Filmin git-gellerle derdini anlatıyor olması sinema yapımları için altından kalkması zor ve seyircinin ilgisini dağıtan bir hava yaratır. Fakat Kevin ve annesinin hikâyesindeki bu git-geller, yaşanan durumun vahametini bu tarzda anlatış biçimini seçmiş ve bu anlatış tarzı filme “cuk” oturmuş diyebilirim.

Oyuncuların filme katkısını “fevkaladenin fevkinde” olarak tanımlayabilirim. Tilda Swinton ve Ezra Miller’in ana-oğul düellosunda, daha çok öne çıkan ise vurdum duymaz baba rolüyle John C. Reilly’nin olduğunu düşünüyorum. Amerikan tipi son model baba hüviyetini kolaylıkla taşıyan bir karakteri ( oğlu at istese at alacak potansiyele sahip baba figürü) izleyiciyi kendisinden “gıcık” aldırmadan sergilediğini düşünüyorum.

(-) Beklentileri Farklı İzleyicilere Uyarı!

Bu film, çok heyecan vaat eden, şiddetin tavan yaptığı, aile içi kavgaların gırla gittiği bir yapım değildir. Böyle beklentileri olan lütfen uzak dursun. Bir de metaforlardan, git-gellerden hoşlanmayan, sahneler arasında kısa geçişlerden hoşlanmayan, her sahnede bir anlam arayan izleyicilere tavsiye etmediğimi belirtmek isterim.

Enfes Sahnelerle Hatırlarım Seni!

Bazı filmler vardır, kendini sevdiren çocuklar gibi bir sahnesini tekrar izlemek için karşısına geçtiğimizde baştan sona kendini izletir. İşte Kevin Hakkında Konuşmalıyız böyle bir film.

Mazbut evinde bir şeyleri geride bırakmak isteyen Eva Khatchadourian (Tilda Swinton) kırmızı boya atılmış evinin dış cephesini ve daha sonra camlardaki kırmızı boyayı jiletle temizleme sahnesinin filmin en dikkat çekici sahnesi olduğunu düşünüyorum. Rüya ya da evlenmeden önce, Domates Festivalinde kırmızıya boyanmış vücudu ile yaşadığı unutulmaz anın farklı bir tezahürü gibiydi.

Kevin ile annesinin lüks bir restoranda yemek yedikleri sahnede, arsız çocuk Kevin tarafından dile getirilenlerle, yaşadığımız dönemde anne-çocuk ilişkisi ve birbirlerini anlayamayan ebeveynler ve çocuklar konusunda, çok iyi bir gönderme yapıldığını düşünüyorum…

Filmden Aforizmalar

Küçük Kevin’dan annesine:

“Bir şeye alışkın olman ondan hoşlanıyorsun anlamına gelmez. Sen bana sadece alışkınsın.”

 

Muhittin Kurban

 

“Hangi yıldız düşer kimseler görmeden?”*

O kitabı okuduktan sonra hayatımda ilk defa kalkıp kütüphaneye gittiğimi hatırlıyorum. Bizim evle kütüphane arasında çok yol yoktu. En fazla 20 dakika yürüyecektim. Kütüphaneye gidince ne yapacağımı, kime ne soracağımı bilemediğimden biraz çekingendim aslında. Ne yapıyorum ben şimdi dediğimde adımlarım yavaşlıyordu. Biraz önce kapağını kapadığım romanı düşündüğümdeyse koşmak istiyordum. Sanki bir sırrı vardı bu kitabın ve ben de onu bulmaya gidiyordum işte. Şehir kütüphanesine gittiğimde, danışma masasında oturan ve tabii ki örgü ören (gerçekten örmese bile ben onu öyle hatırlıyorum) teyzeye kitabı göstererek, “Bu adam ne yapıyor, öğrenmek istiyorum.” demiştim. Teyze hiç şaşırmadı. Kaşlarını kaldırarak önce bana, sonra kitaba baktı ve örgüsüne devam ederek (artık o an gerçekten ne yapıyorsa),”O dedenin kitaplarını alanlar geri getirmezler, sense bize kitabını getirdin, hayırdır inşallah. Bak bakalım, normalde kitapları ikinci koridorun sonunda durur.” Tabii Marquez’in hiçbir kitabı yoktu. Yazar hakkında yazılmış herhangi bir çalışma da bulamadım. Koridorda, iki kitap rafının arasına bitkin bir şekilde oturdum ve zaten yanımda getirdiğim Yüzyıllık Yalnızlık’ın sadece yazar ve kitap hakkında bilgi veren o son sayfasını okudum. Büyülü Gerçekçilik sadece bir cümlede geçiyordu. Eve gidip bilgisayarda gerçek bir bilgiyi de ilk defa o zaman araştırdım herhalde. İşte, büyülü gerçekçilikle tanışmam böyledir.

Roberto Bolano’nun Uzak Yıldız’ına başlarken çekingendim bu yüzden. Hakkında hep çok şeyler duymuştum, bu yüzyılın en iyi yazarı, Şili’nin en iyi şairi… Yine de, Marquez’in Borges’in anlatımından sonra Güney Amerika’nın benim için büyüsünün bozulmasından, kafamın karışmasından korkuyordum. Uzak Yıldız uzun süre kitaplıkta bekledi bu yüzden. Şimdi söylemek lazım, okuyalı günler geçmesine rağmen kahramanlarını anıyorum, herkese anlatmak istiyorum.

Uzak Yıldız, Polanski’nin hangi filmini izleyeceğimi belirledi mesela. Film bittikten sonra romanda nasıl geçtiğine geri döndüğümü, geri dönmüşken kitabın neredeyse yarısını tekrar dinlediğimi (ikincisinde bir anlatı gibi oldu artık) ya da adı geçen şairleri acaba gerçekten varlar mı diye, yine intenette araştırdığımı söylemem gerek.

Çünkü ben hiç böyle bir kitap okumadım.

Allende yönetimi sırasında Şiir atölyelerinde bir araya gelen bir grup insanın Pinochet darbesi sonrasında hayatlarının da nasıl devrildiğini okuyoruz Uzak Yıldız’da. Otobiyografik özellikler de taşıyan roman bittikten sonra anladım ki böyle bir anlatımı, üslubu Türkiye’de de aramışım, arıyorum. Darbenin sanata neler yaptığını ve böylece insana neler yaptırttığını anlatırken ince bir zekayla kara mizah da yapıyor Bolano. O hep anlatsın istiyorsunuz,

“Şöyle yazdı ya da yazdığını düşündü: Ölüm benim yüreğimdir. Ardından: Yüreğimi al. Ardından adı: Carlos Wieder, ne yağmurdan ne şimşekten korkmadan. Her şeyden önce, tutarsızlıktan korkmadan.

Ardından, artık yazacak dumanı kalmamıştı (uçağın gövdesinden sızan duman, bir süreden beri, yazıdan çok eriyen bir tütsü izlenimi veriyordu) ama şöyle yazdı: Ölüm dirilmedir. Aşağıdaki sadık izleyicileri hiçbir şey anlamadılar ama Wieder’in bir şey yazıyor olduğunu anladılar, pilotun niyetini anladıklarını sandılar ya da anladılar ve hiçbir şey anlamasalar da, eşsiz bir eyleme, geleceğin sanatı için önemli bir olaya katıldıklarını biliyorlardı”

Wieder, Allende zamanında şiir atölyelerine de katılmış, darbe sonrasındaysa orduda, uçakla şiirler yazarak Pinochet döneminin önemli bir şairi olmuştur. Böyle anların benim için özelliği, tüylerimi diken diken ederken dünyanın neresine gidersem gideyim değişmeyeceğini bildiğim bir gülüş getirmesi yüzüme. Gerçekten olmuş mudur acaba bütün bunlar, diye düşünürsünüz bir an; ama ne kadar önemli ki bu. Aşağıda, bütün bunları izleyen kitle, önemli olan onlardır. Birkaç paragraf sonra, Bolano devam eder, “Bütün bu anlatılar belki aynen böyle oldu. Belki de olmadı. Kim bilir, belki Şili Hava Kuvvetleri’nin generalleri eşlerini getirmemişlerdir. Belki Captain Lindstrom uçuş pistinde bir gökyüzü şiir resitali hiç sahnelenmemiştir. Ola ki Weider, pek mümkün görünmese de, hiç kimseden izin almadan, kimseye haber vermeden yazmıştır şiirini Santiago semalarına. Belki o gün Santiago’ya yağmur bile yağmamıştır, yine de gökyüzündeki kelimeleri ve arkasından yağan arındırıcı yağmuru hala hatırlayan tanıklar (parkta bir banka oturup yukarı doğru bakan işsizler, pencereden sarkan münzeviler) var. Belki de her şey farklı biçimde oldu. 1974 yılında, sanrı görme, az rastlanır bir durum değildi.”

Sonra yavaş yavaş, her şeyde ve özellikle de annemde büyülü gerçekçilik olduğuna inanmaya başlamıştım. O zamandan beri de büyümesine rağmen büyüsünü kaybetmeyenlere hayranım.

Tanıklıkların bize nasıl anlatıldığı çok önemli çünkü.

Roberto Bolano

Travmasız bir toplumda yaşamak istiyorsak, geçmişi geçmişte bırakabilmeli, aynı zamanda geleceğin içinde geçmiş olduğunu ve olacağını da bilerek kurmalıyız cümlelerimizi. Bu hikayeyi Bolano, kitabın başında yazdığı küçük açıklamada arkadaşı Arturo B.’nin başından geçenleri ondan dileyerek ve onunla sürekli tartışarak yazdığını belirtir. Kitabın sözlü bir anlatım hissi vermesi de bundan kaynaklanıyor olmalı.

Gezi sürecinde yayından kaldırılan NTV Tarih dergisinde yayınlanması gereken Bülent Bilmez’in “Geleceğin Tarih yazımında Her Yer Taksim” makalesini 3 Ekoloji’nin Gezi Özel Sayısında okuyabiliyoruz. Tarih yazımında, tarihçilerin nelerden, nasıl yararlandığını şöyle anlatıyor Bilmez, “.. bugünden kalacak kaynak bolluğuna rağmen gelecekte bir çok tarihçi, ne olduğundan çok, bunların nasıl hatırlandığına odaklanacak ve bu bağlamda (olgusal tarih bağlamında olduğu gibi) sözlü tarih önemli olanaklar sunacaktır. Geleceğin tarihçileri, Gezi’nin kendisine olduğu kadar onun kolektif hafızadaki yeri konusuna ilgi duyacaklardır.” Nasıl hatırlandığına dair o kolektif hafızanın sözlü anlatımları söz konusu olduğunda, Uzak Yıldız’ı düşünüyorum ve Şili’yi kıskanıyorum doğrusu. Gezi Direnişini düşündüğümdeyse, umutlanıyorum. Belki de Uzak Yıldız’a bir bakmanın, onu dinlemenin ve okumanın tam sırasıdır…

*William Faulkner

 

 

 

Bahar Topçu

18 Eylül, İstanbul