Ana Sayfa Blog Sayfa 4149

Denizanaları İsveç nükleer reaktörünü kapattı

Oskharshamn’da büyük bir grup denizanası;  dünyanın en büyük nükleer reaktörlerinden birinin soğutma suyu borularını tıkayarak reaktörün kapanmasına neden oldu.

Güneydoğu İsveç’te Baltık Denizi kıyısındaki tesisin operatörleri; tonlarca denizanasının boruları tıkadığını bu nedenle geçtiğimiz Pazar günü 3 No’lu reaktörün kapatıldığını söyledi. Tesis operatörünün açıklamalarına göre Salı gününe kadar borulardaki denizanaları temizlendi. Mühendisler kaynar su reaktörünü yeniden çalıştırmaya hazırlanıyor.

Oskharshamn’daki kaynar su türündeki reaktörler, 2011 yılında tsunami sonrasında felaketin yaşandığı Japonya’nın Fukushima Daiichi santrali ile aynı teknolojide.

Denizanaları nükleer santraller için yeni bir sorun değil.  Geçen yıl Kaliforniya’da aynı sebeple bir reaktör kapatılmıştı. 2005 yılında Oskharshamn’ın  ilk reaktörü ani bir denizanası saldırısı nedeni ile geçici olarak kapatılmıştı.

Birçok nükleer enerji santrali reaktörün soğutulması için sürekli bir su akışına ihtiyaç duyar bu nedenledir ki santraller su kıyılarının yakınında inşa edilir.

Deniz biyologları denizanası nedeni ile santrallerin kapanmaların gelecekte de yaşanmasının sürpriz olmayacağını düşünüyor.

İsveç Deniz Bilimleri Enstitüsü’nde araştırmacı Lene Moller  “Denizanalarının böyle büyük gruplar oluşturduğu aşırı durumların daha fazla yaşandığı doğru. Ancak geçmişe yönelik kayıt olmadığı için denizanası sayısının artmasından kaynaklandığını söylemek çok zor”  dedi.

Oskharshamn’ın kapanmasına neden olan denizanası türünün yaygın olan ay denizanası türü olduğu belirtiliyor. Aşırı avlanmanın olduğu ya da kötü şartların olduğu ortamlarda artışın yaşanacağını söyleyen Moller ay denizanası çeşidinin; deniz yosununun artmış olmasından, oksijenin azalmış olmasından etkilenmeksizin yaşayabildiğini, balıkların terk ettiği sularda ekosistemi ele geçirdiklerini sözlerine ekledi.

Baltık Denizi’nde denizanalarının gözlemlenmemesinin ve kayıt tutulmamasının en büyük sorun olduğunu belirten Moller bu durumun gelecek ile ilgili belirsizliğin yaşanmasına neden olduğunu belirtti.

Haberin orjinaline  buradan ulaşabilirsiniz.

Çeviri: Zeliha Yıldırım

(the guardian, Yeşil Gazete)

 

Kestirmek iyidir

Kestirmek, beyninizi tazeliyor. Fakat kestirmek bir bilim olduğu kadar bir sanat da olabilir. Mükemmel şekilde kestirmek için Wall Street Journal uzunluğu ve gün içerisinde zamanıyla ilgili tavsiylerde bulunuyor.

Makalede uyku uzmanları 10 ila 20 dakika hızlıca kestirmenin iyice ayılmak için en iyi yol olduğunu söylüyorlar, fakat ne için kestirdiğinize göre diğer süreler de ideal olabilirler:

Hızlıca uyanıklığı/farkındalığı arttırmak için uzmanlar 10 ila 20 dk tesirli bir kestirmenin uygun olduğunu söylüyorlar.

Dr. Mednick’in söylediği üzere zihinsel işler için, 60 dakika kestirmek daha iyi. Kısa dalga uyku da dahil olduğundan olayları, mekanları ve suretleri hatırlamak için yardımcıdır. Kötü yanıysa uyanıldığı zaman bir miktar sersemlik hissedilmesi.

Son olarak 90 dakika bir kestirme uykunun tüm döngüsünü içermesi muhtemel olduğundan yaratıcılığı, duygusal ve bisiklet sürmek gibi faliyetleri içeren otonom hafızayı destekliyor. Dr. Mednick REM uykusu ardından uyanmanın genel olarak asgari uyku ataleti seviyesine denk geldiğini söylüyor.

Bunlara önerilere ek olarak bir şaşırtıcı öneriyse kestirme sırasında bir miktar yukarı doğru oturmak, çünkü bu durum derin uykuya geçisi engelliyor. Ve kendinizi bu kısa kestirmeler sırasında rüya görüyor olarak bulursanız, bu yeteri kadar uyku almadığınızın bir göstergesi olabilir.

Ayrıca kestirmelerinizi planlarken, günün doğru saatine bunu planlamayı unutmayın.

(Yeşil Gazete)

Yürüyüş başlıyor, Kuzey Ormanları seni çağırıyor!

Kuzey Ormanları Savunması’ndan iki aktivist 4 gün 3 gece sürecek yürüyüşlerine bugün 3. Havalimanı için seçilen Tayakadın Köyü’nde başlıyor. Yaklaşık 100 km olan mesefeyi günde 12 saat yürüyerek tamamlayacak olan ekip İstanbul’ un kalan son ormanlarını savunmak için İstanbulluları desteğe çağırıyor.

6 Ekim’ de yürüyüşün son durağı Çekmeköy Doğa Park’ta orman katliamlarının derhal son bulması için saat 14:00’de bir basın açıklaması yapılacak. Kuzey Ormanları Savunması’na göre köprü ve yol yapımı için kesilen yüz binlerce ağaç nedeni ile ciddi bir yara alan Kuzey Ormanları kendi haline bırakılırsa kısa bir sürede kendini yenileyebilecektir.

Basın Açıklaması 6 Ekim Pazar günü 14:00’de Çekmeköy’ün Doğu Park Batı çıkışında yapılacak.

#direnkuzeyormanlari

twitter.com/kuzeyormanlari

https://www.facebook.com/KuzeyOrmanlariSavunmasi

[email protected]

(Yeşil Gazete)

Türkiye’den kısa kısa – 3 Ekim Perşembe

Son 12 çift turna

Doğa Derneği ve Dünya Turna Vakfı’nın yaptığı araştırlamalara göre Anadolu’da üreyebilen 12 çift turna ve 19 yavru kayıt edildi.

Turnalar sulak alanlara yuva kuruyor ve ürüyor ancak bu alanların tarım alanı açmak ve hayvan otlatmak için kurutulması nedeniyle soyları tükeniyor. Alevi-Bektaşi kültüründe turnaların kutsal kabul edilmesi nedeniyle Sivas bölgesinde turnalar zarar görmeden nesillerini sürdürebiliyor. Doğa Derneği Genel Müdürü Engin Yılmaz araştırma sonuçlarıyla ilgili “Doğanın ve kültürün birlikte yok olduğunun en büyük göstergesi turnanın da yok oluşudur. Turnaları yaşatmak, sadece doğanın değil Anadolu’nun doğa ile uyumlu yaşam kültürünün de, köklerimizin de yaşaması için önemli ve zorunludur” dedi.

Hasan Ferit’in cenazesi Gülsuyu’na gidiyor

Maltepe Gülsuyu’nda Pazar günü uyuşturucu çetelerinin karıştığı olayda açılan ateşle öldürülen Hasan Ferit’in cenazesi Küçük Armutlu Cemevinden Gülsuyu’na doğru yola çıktı. Dün ailenin cenazeyi Gülsuyu’na götürüp Gazi Mahallesine defnetme talebi İstanbul Valisi Avni Mutlu tarafından reddedilmişti. Bugün Vali Mutlu’nun iziniyle barikatlar kaldırıldı. 12.00’de yola çıkarılacak cenazenin 13.00’te Gülsuyu’na varmasıyla anma töreni düzenlenecek ve tören sonrasında 15.30’da Gazi Mahallesine defnedilecek.

Eskişehir Valisi’nden İsmail Saymaz’a: “Siz zaten hem savcı, hem hakim, hem avukatsınız”

Yok canım ne haddimize, hepsi sizsiniz.

Eskişehir Valisi Azim Tuna İçişleri Bakanlığı mail adresinden Radikal muhabiri İsmail Saymaz’a Ali İsmail Korkmaz cinayetini haber yapma biçimini “eleştirdiği” bir mail gönderdi. Tuna mailinde Saymaz’a “Bir daha aynı şekilde yorum yaparak bu konuyu işlersen sen adi ve şerefsizsin” yazdı. Saymaz verdiği yanıtta sadece işini yaptığını ve tüm yaptığı haberlere Tuna’nın herhangi bir yorum yapmadığını belirtti. Vali Tuna bugün tüm basın kuruluşlarına yaptığı yazılı açıklamada ise: “Radikal Gazetesi Muhabiri İsmail Saymaz’ın kişisel e-postasına gönderilen mail yukarıda ifade edilen yerli yersiz ve süreklilik arz eden yanlış ve çarpıtılmış haberlere sitem, bir manada tepki amacıyla ‘kişiye özel’ olarak gönderilmiştir ve medyada ele alınış biçimine ilişkin kişisel rahatsızlığımı ifade etmenin ötesinde bir anlam taşımamaktadır.” diyerek Saymaz’ın gazeteci kimliğine değil, şahsına hakaret ettiğinin altını çizdi.

İzmir Ege Üniversitesi’nde kızlı erkekli eylemleri devam ediyor

Geçtiğimiz haftalarda yurtların kız-erkek olarak ayrılmasıyla yurtsuz kaldıkları için eylem yapan öğrencilerin yurt sıkıntıları çözülmediği gibi yenileri eklendi. Akşam saatlerinde bir araya gelen kız öğrenciler, bu eylemlere bir yenisini ekledi. Yurdun 111 TL olan aylık ücretin 170 TL’ye, giriş saatlerinin de 23.00’ten 21.00’e alınacağını öğrendiklerini belirten öğrenciler, duruma tepki göstermek için, dün saat 20.00 sıralarında, kurumun bahçesinde toplandı.

(Yeşil Gazete)

Pakistan’da deprem adasına çöp dökmeye başladılar

Dünyayı kirletmek konusunda sınır tanımayan insanlar Pakistan’da geçtiğimiz Eylül ayındaki deprem sonrasında deniz yüzeyine çıkan adaya çöp dökmeye başladı.

BBC’nin haberine göre, 24 Eylül günü Pakistan’da meydana gelen 7.7 şiddetindeki depremin ardından Gwadar, Pakistan’da sahilinde beliren adayı ziyarete başlayan meraklı insanlar, adayı kirletmeye başlamışlar.

Zalzala Koh olarak adlandırılan 172 metreye 160 metre genişlikteki adanın bir anda belirmesi insanları haklı şekilde şaşırtıyor. Jeolojistlerin tahminine göre ada, sıkışan gazların tahliyesi ya da yüzey suyunun ani olarak çekilmesi sonucu püsküren çamurdan oluşuyor.

Adanın çamurdan oluşması, bir gün yok olacağı tahminini doğuruyor.

(Yeşil Gazete)

Yeşiller ve Sol Gelecek Çanakkale’de termik santral istemiyor

Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi yapmış olduğu yazılı açıklama ile parti olarak termik
santrallere ve diğer kirletici teknolojilere hayır dediler. Ayvacık / Babadere mevkiinde bölgenin tarım potansiyelini tehdit eden bir alanda kurulması için ÇED başvurusu yapılan termik santralin zararları hakkında
yaptıkları yazılı açıklama aşağıdadır.

 

YEŞİLLER VE SOL GELECEK PARTİSİ BABADERE TERMİK SANTRALİNİ İSTEMİYOR

Yerel basındanöğreniyoruz ki, Ayvacık’a bağlı Babadere köyü sahilinde Nurol Enerji tarafından 1634 mw kapasiteli bir termik santrali yapılmak için dosya hazırlanmış ve ÇED süreci kabul edilerek başlatılmış. Sadece santral ile kalmayacak olan yatırım, kül depolama sahası ve özellikle kömürün getirilebilmesi için de liman inşaatları ile büyük bir çevre felaketini hazırlıyor. Sahil şeritlerimiz hiç de ihtiyaç duymadığımız, temiz enerji kaynaklarından da rahatça elde edebileceğimiz bu vahşi ve kirletici enerji planlarına kurban ediliyor.

Çanakkale’nin en önemli tarımsal üretim alanlarından olan ve belli alanlarında
da organik tarım yapılan bölgedeki bu felakete YEŞİLLER VE SOL GELECEK PARTİSİ
olarak DUR diyoruz.
Geçtiğimiz hafta Hükümetler arası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) tarafınca açıklanan
rapora göre iklim değişikliğinin sebebi insan kaynaklı faaliyetler. Bütün
dünyanın doğruluğunu kabul ettiği iklim değişikliğinin en önemli etkeni de
kömür ve kömür ile enerji üretilmesi. Çanakkale’mizin tüm sahil şeridinde var
olan ve halen yapılmak istenen termik santraller sadece iklim değişikliğine
değil, aynı zamanda hava, su ve topraklarımızı da geri dönüşsüz bir şekilde
kirletmektedir. YEŞİLLER VE SOL GELECEK PARTİSİ olarak, kısa zamanlı karlar
elde etmek için yapılmak istenen bu yatırımları kabul etmiyoruz. Yüzyıllardır
bölgenin en önemli getirisi olan tarımsal üretimin bu kirletici teknolojilerle
yok edilmesini kabul etmiyoruz. Biga Yarımadasında yapılan ve yapılması
planlanan 11 termik santral ile birlikte Ayvacık’a bağlı Babadere köyü
sahilinde planlanan; bölge ekonomisine yarardan çok zarar verecek olan bu
termik santraller, bölgenin topraklarını, havasını ve suyunu kirleteceklerdir.
Bölgenin yenilenebilir enerjilerin merkezi olmasını destekliyor ve kirletici
yapılardan uzak durulmasını talep ediyoruz.

Babadere termik santralini yaptırmayacağız. Bundan sonra da önümüze
getirilen tüm kirletici yatırımlara karşı olacağız.

 

Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi

Çanakkale il eşsözcüleri

Nikel madeni 25 bin kişiyi zehirliyor

Sol Gazetesi’nden Nurettin Öztatar’ın haberine göre, tahliller ortaya çıkınca, devletin yasal olarak arıtma tesisi yapması zorunluluğu doğdu. Devlet bunu yapmadı. Yerel belediye tesisi kendisi yapmak isteyince, İçişleri Bakanlığı ”Bütçemiz yok” diye izin vermedi.

25 bin kişi tehlikede

Yıllardır aynı sorun yaşandığı halde, yetkililer bunu yörede yaşayanlardan gizledi. Manisa İl Sağlık Müdürlüğü Toplum Sağlığı Merkezi, Gördes Kaymakamlığı’na gönderdiği yazıda, Kayacık beldesinde litrede 25,5 mcg arsenik tespit edildiği ve halk sağlığı açısından bunun uygun olmadığını belirterek gereğinin yapılması konusunda uyardı. Bölgede en az 25 bin kişi arsenikli su kullanıyor.

Gördes ve köylerinde bu tehlike fark edilince en yüksek arsenik değerine sahip Karayağcı köyü (274 mch/L) ve Boyalı köyünde (89 mcg/L) arıtma sistemi için ihaleler yapıldı ancak diğer 13 köy için yapılan bir şey yok.

Devlet sorumsuz

Görüştüğümüz Kayacık Belde Belediyesi’nin CHP’li Başkanı Ramazan Koyunlu, üç yıldır bu bölgede arsenikle ilgili çalışma yaptıkları bilgisini verdi.

Bu çalışmayı yapmak için Gördes Çevresi Çevre, Tarih ve Kültür Derneği’ni (GÖRÇEV) kurduklarını anlatan Koyunlu, gerekli tahliller için 30-35 milyar tahlil parası verdiklerini söyledi.

Yetkililer ilgisiz

Her geçen yıl arsenik oranının yükseldiğini fark ettiklerini belirten Koyunlu, yetkililerin ilgisizliklerinden yakındı. Yasa ve yönetmeliklere göre bu tür ağır metallerin belirlenmesi durumunda 3 yıl boyunca rapor verilmesi zorunluluğu olduğuna dikkat çeken Koyunlu, ağır metallerin varlığının kesinleşmesi durumunda yönetmeliğin 14’üncü maddesine göre devletin iki ay içinde arıtma tesislerini yapması gerektiğini hatırlattı.

 

Siyaseti ‘tarihle birlikte’ düşünmek – Ferdan Ergut

Başbakan’ın açıkladığı “demokratikleşme paketi” bu yazının söylemek istedikleri için sadece bir vesile… Adı “demokratikleşme” olan bir paketin katılımcılıktan bu kadar uzak hazırlanamayacağından, demokratikleşmenin bir tek adamın lütfu olarak sunulmasının başlı başına bir ucube olduğundan bahsetmeyeceğim, paketin içeriğine girmeyeceğim, eksikliklerini söylemeyeceğim. Meselem bu değil! Paket, yazının bahanesi!

Solda gittikçe yayılma emaresi gösteren hemen her konuda “kategorik reddiye”ye dair bir şeyler söylemek istiyorum. Bazılarının bir türlü arkada bırakmayı başaramayıp temcit pilavı gibi önümüze getirdikleri 2010 Referandumuyla ivmelenen bir ruh hali var. Atılan hiçbir adımın aslında önemli olmadığı, bütünüyle AKP’nin tezgahı olduğu konusunda –bazı örgütler müstesna- genel bir kabul oluştu.

İlk başlarda bu tarzı belirleyen ana unsurun, alışageldiğimiz siyaset yapma biçimi olduğunu düşünüyordum. Bu tarz, şu doğru kabulden yola çıkıyor: Karşımızda hegemonyasını gittikçe derinleştiren, devletin bütün unsurlarına hakim olmaya başlamış bir iktidar var. Daha sonra ise doğru olmayan şöyle bir hat izliyor: Bu iktidarın yaptığı hiçbir şeyi onaylayan pozisyonda olamayız; her ne yaparsa yapsın direnmeli; direnmenin mantıksız olacağı durumlar ortaya çıktığında da –en son paket meselesindeki gibi- olup bitenin aslında iktidarın göz boyamasından ibaret olduğunu halka anlatmalıyız. Bu muhalefet tarzını hiçbir zaman anlamlı bulmadım; toplumda herhangi bir karşılığı olduğunu düşünmedim. Ama yine de bu genel çerçeve içinde bu marazi muhalefet biçiminin açıklanabileceğini düşündüm.

Oysa şimdi onca alamet belirdikten sonra sorunun belki daha derinde olabileceğini düşünmeye başladım. Türkiye solunda (aslında açıkça Türk solu demek gerekiyor) ciddi bir “yenilgici” zihniyetin yerleştiğini düşünüyorum. Başarı hikayesi olmayan, sürekli direnişler ve acılarla yoğrulmuş bir tarih yorumu gittikçe zihin dünyamızı belirlemeye başlıyor. Eğer böyleyse, oldukça karamsar bir tablo ile karşı karşıyayız demektir. Zihniyetler ideolojilerden, siyasetlerden v.s. çok daha direngendir;  bir kere yerleştiler mi değişmeleri çok uzun zaman alır. Örgütlü sol, çevresinde olup biteni eğer bu zihniyetin içinden anlamlandırmaya başlamışsa durum vahimdir; zira özgüveni bu kadar düşük bir politik öznenin akıp giden hayata müdahale etmesine imkan kalmaz. Söylenen ama söylemeyen bu “apolitik militan özne”, görünürdeki bütün “radikalliğine” rağmen siyaset yapamayacak, siyasetin imkanlarını genişletecek fırsatları bile değerlendiremeyecek, bütün bunların yerine fildişi bir kuleden sürekli hakikat vaz edecek ve olur’ları değil, olmaz’ları söyleyecektir. Yanılmış olmayı dileyerek temel meseleme geleyim.

Türkiye’nin demokrasi mücadelesinin tarihi ve -her zaman onun bir parçası olmuş olan- solun tarihi bu “yenilgiciliği” hak etmiyor! Bu yazının temel meselesi ise bu kadar basit bir gerçeğin neden görünemiyor oluşudur. Hiçbir birey veya grup hayatın bütün gerçekliğini elbette göremez. Hiçbirimizin tanrısal/olimpik bir bakışı yok, olamaz da… Neyin görünüp neyi görünemeyeceği, zihin kalıplarımızın, teorik araçlarımızın elverdiğince mümkün… O kalıplar bizi bir yandan dünyayı gözleyecek araçlarla donatırken, bir yandan da sınırlıyorlar. Teorik çerçevemiz (hayatını idame ettirebilen istisnasız her birey teorisyendir!) aslında bir tünel… Her teorik çerçeve belirli bir alana ışık düşürüyor. O alanın dışında, karanlık hüküm sürmeye devam ediyor. Zorunlu olarak böyle! Kimi teorik çerçeve sınıf sorunlarına ışık düşürür ve o sorunları net görmemizi sağlar. O çerçeveye aşina olmayanların (mesela Marksist olmayanların) göremeyeceklerini görürüz. Ama yine karanlıkta kalanlar olacak! Coğrafya/iklim sınıftan daha mı az önemlidir? Ya da bireylerin/grupların tanınma ihtiyaçları, kimlik sorunları daha mı az varoluşa ilişkindir? Farklı teorik çerçeveleri yardıma çağırmadan bu alanlara ışık düşürmek çok zor. Hakikati ne kadar farklı açılardan kuşatırsak, dönüştürmeyi o oranda başaracağız!

Bir an için dünyayı algılama biçimimizi değiştirmeye çalışalım. Tarihle birlikte düşünelim. (Dilimize pelesenk olmuş “tarihsel düşünmek”ten değil; söylediğimiz her şeye bir zaman boyutu eklemekten bahsediyorum.) Bakalım o durumda neyi nasıl göreceğiz?

Son tahlilde bir nedensellikten bahsediyoruz. Bugün olmuş olan bir olayın (mesela “demokratikleşme paketi”nin) neden olduğuna dair fikir yürütürken hangi politik ve toplumsal öznelerin temel nedenler arasında olduğunu tartışıyoruz. Tarihle birlikte düşündüğünüzde zaten ilk elde söylenecek olan şudur: Tarihte hiçbir olgunun tek bir nedeni, tek bir öznesi yoktur.  O olguya neden olan özneler ve olaylar birden fazladır. Çoklu nedensellik, tarihle birlikte düşünmenin birincil koşulu!

Yukarda söylenenler doğruysa: AKP, Türkiye’de olan biten hiçbir şeyin, ama hiçbir şeyin tek nedeni değildir! Tarihle birlikte düşünmeyen muhalefetimizin algısı ise şöyle işliyor: Türkiye’de bir tane politik özne vardır; o da AKP’dir. AKP seçenekler içinden seçer ve eyler! İstediği biçimde, istediği zamanda eyler! Onu kısıtlayan (belirleyen?) hiçbir dinamik yoktur. Türkiye’de olan biten her şey AKP’nin mühendislik projesidir.

Bir iktidar, sözde muhalefet eliyle ancak bu kadar muktedir kılınabilir! Bu dünya gerçek olamayacak kadar garip. Bu dünyada öncelikle tarih yok. Bu tasavvur –üstelik hiç farkında olmadan- bize aslında şunu söylüyor: Bu ülkenin bir demokrasi mücadeleleri tarihi yoktur. Daha öncesinden değilse bile en azından 1877’de açılan ilk Meclis için verilen mücadeleden başlayarak yapılan mücadelelerin toplam etkisi sıfırdır. Tarihçi Braudel’i yardıma çağırarak söylersem sadece bu “uzun dönemli” tarihin değil; Türkiye’de 1960’lardan bu yana verilen devrimci/sosyalist mücadelenin “orta dönemli” tarihinin de toplam etkisi sıfırdır! Bu yazıda söz konusu edilen muhalefetin dünyası 2002’de AKP iktidarıyla başlamış gibidir. Bu dünyada, tarihe, geçmişe yapılan bütün atıflar neredeyse seremoni atıflarıdır. Farklı grupların kendi iç dayanışmalarını (asabiye) arttırmak için kullandıkları bir motivasyon aracıdır geçmiş. Geçmişin bugünlere bıraktığı miras, somut çıktılarda aranmaz. Örgüt üyelerinin bağlılıklarını arttırmak için kullanılan –önemli oranda mitoloji de barındıran- tarihsel olgular içinden keyfi bir seçmeceyle oluşturulan bir araç kutusudur geçmiş…

Ortada, anlaşılması çok zor, çarpıtılmış bir gerçeklik var: Bütün tarihsel ve kişisel tanıklıklara rağmen bu ülkede sol, atılan demokratik adımlarda kendisini görmüyor! Görmediği gibi o adımları kendi eliyle AKP’ye hediye ediyor; alan boşaltıyor. Örneklere yerim kalmadı (oysa esas keyifli alan burasıydı!). İki üç örnekle bitirmek durumundayım. Referandumda “darbecilerin yargılanmasını” mümkün kılan maddeyi çok konuştuk. Bu mesele, AKP’nin mi meselesiydi?  Kimsenin umurunda olmadığı o uzun yıllar boyunca bu meseleyi kim gündemde tuttu? Neredeyse 30 yıl boyunca her 12 Eylül’de yılmadan  –hiç de kalabalık olmayan- o mitingleri düzenleyen, “darbeciler yargılansın” diyen AKP ya da öncelleri miydi? Elbette hayır? Bizlerdik. Ne zamana kadar? AKP bunu Referandum paketine dahil edene kadar! Sonra solun büyük bölümü anlaşılmaz bir akıl tutulmasıyla alanı hemen boşalttı. 30 yıllık mücadele tarihimiz yok olmuş ve kendi tarihsel gündemimiz birden AKP’nin manipülasyon aracına dönüşmüştü. (Birileri bunlar acı ilacı yutturmak için sunulan bonbon şekerleri falan demişti). Tarihsel gündemlerimiz bu kadar kolay manipüle edilebiliyordu; sadece bonbon şekeriydi!

Bir iki tane de “paketten” örnek vereyim: Bu ülkede 20 yıldır 12 Eylül’ün kamu çalışanlarına koyduğu siyaset yasağı ile kim mücadele etti? AKP ya da öncelleri mi? Elbette hayır! Başta 1996’da kurulan Tarihsel ÖDP olmak üzere birçok sosyalist, yıllarca bunun mücadelesini verdi, bedeller ödedi.  Peki, o ırkçı “andımızın” kaldırılması için AKP ya da öncelleri ne zaman ağızlarını açıp laf ettiler? Bu alanda da asıl çabayı sarf eden, birçok tezviratı göğüsleyen Türkiye’nin sivil toplum kuruluşları, demokratik kamuoyu değil miydi? Nefret suçlarının kabulü için kimler uğraştı? AKP ya da onun “düşünce kuruluşları” mı? Türkiye’de artık çocuklar ana dilinde eğitim (dil kursu değil!) almaya başlayacaklar? Kürt siyasal hareketinin baskısı olmasa –binlerce Kürt siyasetçiyi hapiste tutan- AKP’nin bu konuda herhangi bir adım atacağına ilişkin elimizde bir veri mi var?

Soru basit: Bütün bu ve benzeri konularda, mücadelenin merkezinde yer almış olan insanlar neden kamuoyuna dönüp bir başarı hikayesi anlatmazlar? Neden mücadelelerinin başarıyla sonuçlandığını, yıllar boyunca mücadelesini verdikleri meseleleri sonuçta iktidara kabul ettirdiklerini söylemezler de; yıllarını harcadıkları alanları bir anda boşaltıp iktidara bırakırlar?

Örnekleri çoğaltmanın yararı yok. Son iki örneğe geri dönüyorum: Nefret suçlarında anlayabildiğimiz kadarıyla LGBT bireyler hala kapsam dışı. Çocuklar ana dillerinde eğitim görebilecekler; ama parasını öderlerse! Paketin içinde hiç yer almayanları bahsetmedim bile: KCK’lilerin rehin tutulmaya devam edilmesi, yerel yönetim özerklik şartının şerhlerini kaldırmak gibi basit bir adımın bile henüz atılmamış olması v.s. Demek ki aslında yukarda söylediğim “başarı hikayesinde” henüz eksiklikler var. Eh, bundan doğal daha ne olabilir? Bu eksiklikler her ne zaman tamamlanacaksa, karşımıza başka eksiklikler çıkacak! Buna siyaset diyoruz zaten!

Yenilgiciliğin bir de bu yönü var: Atılan (attırdığımız!) adımların önümüze çıkardığı fırsatları görmemize engel oluyor. Özel okullarda anadilinde eğitim hakkını veren (vermek zorunda kalmış!) bir iktidarın kamu okullarında bu hakkı vermemekte artık nasıl zorlanacağını (daha doğrusu bu alandaki mücadelede elimizin nasıl güçlendiğini) göremiyoruz. Süryanilere verilen (yılların mücadelesiyle verdirtilen!) arazinin, azınlık vakıfları için yapılan mücadelenin önünü nasıl açabileceğini düşünemiyoruz.

Kimimiz bundan da beter: AKP’den herhangi bir şey talep etmenin neredeyse bir hainlik olduğunu, sırf talep etme halinin bile AKP’yi “meşrulaştırdığını” düşünen komünist partiler falan var memlekette. Siyaset, talep etmek değilse, iktidarın üzerine talep boca etmek değilse, taleplerin kabul edilmesi için kitleleri o taleplerin arkasına dizmeye çalışmak değilse başka nedir? Kürtler yıllardır bize ders verip duruyorlar. Hem mücadele ediyorlar, hem müzakere ediyorlar. Kendine güvenen bir politik öznenin neyi nasıl yaptığına bile bakamayacak halde miyiz?

Bunların hepsini görüyor ve düşünüyoruz ama iktidara adım attırmak için mahsus mu söylemiyoruz? Eğer böyleyse – ve mesela Kürt siyasal hareketi gibi arkanızda 30 yıllık başarılı bir politik mücadeleyle inşa edilmiş milyonlarınız yoksa- daha da saçma! Siyasetle uzaktan ilgili sokaktaki yurttaşın bile –iyi veya kötü- önemli bir şeylerin olduğunu hissettiği ortamda “hiçbir şey olmuyor” demenin hiçbir karşılığı yok. Olanları biliyoruz; üstelik olanların yıllara dayanan mücadelemizin sonucunda da olduğunu da biliyoruz. O zaman bunu söylemek için neyi bekliyoruz? İktidarı, muktedir göstermekten vazgeçip muhalefetimizin muktedirliğini niye vurgulamıyoruz?

“Tarihle birlikte düşünmek” demiştim. Bazı nedenler, çabuk sonuç verir. Önümde yürüyen adama başarılı bir çelme takarsam bu nedensellik kendisini çabuk gösterir: Adam düşer! Ama her nedensellik böyle işlemez. Bazıları çok yavaş ilerler (yine Braudel!). Buğday tarlası gördüyseniz, ya da bir greve şahit olduysanız her iki olgunun da arkasında çok daha yavaş ilerleyen bir nedensellik olduğunu bilmeniz beklenir. Çok önceden tarlaya tohumlar ekilmiş ya da işçiler arasında siyasal çalışma yapılmıştır. (Bkz. kamu çalışanlarına siyaset yasağının veya “andımızın” kaldırılmasının arkasındaki nedensellikler bahsi!)

2010 Referandumunda da, “demokratikleşme paketi”nde de, yıllara yayılan mücadelelerinin meşruiyetini kanıtlar biçimde iktidarın kendilerinden yardım istemek zorunda kaldığı solcu/devrimci “akil insanlar”da da yaşadıklarımız buydu: Az, küçük, yetersiz de olsa atılan adımlarda esas pay sahibi olmamıza rağmen kendimizi resmin dışına düşürmek için cansiperane uğraşıyoruz!  Akıl tutulmasına rasyonel bir izah bulmak zordur: An itibariyle bulabildiğim, yenilgici ruh halidir! Bu halin de nedenleri var elbette, ama o da başka bir yazının konusu!

 

Ferdan Ergut – t24.com.tr

Suudi Arabistan’dan sonra İran da Oscar adayını açıkladı

Mart 2014’ te gerçekleştirilecek 86. Akademi Ödüllerinin “Yabancı Dilde En İyi Film” kategorisi için ülkeler başvuruda bulunmaya devam ediyor.

“Geçmiş“ İran’dan Oscar’a Aday!

İran, geçen yıl Jodaeiye nader az simin/Bir Ayrılık filmiyle Yabancı Dilde En İyi Film ödülünü kazanan Ashgar Farhadi’nin Geçmiş ( Le Passé ) filmiyle bir kez daha Oscar yarışına katılacak.

Le Passé, bu yıl Cannes Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü kazanmış ve başrol oyuncusu Bérénice Béjo’ya En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü getirmişti.

Asghar Farhadi’nin ülkesi dışında çektiği ilk film olan Geçmiş, duygusal gerilimi eksik olmayan, sürükleyici ve çetrefilli bir aile dramı. Film, Fransız eşi Marie’den boşanma işlemlerini tamamlamak üzere, dört yıllık bir ayrılığın ardından Tahran’dan Paris’e gelen Ahmet’i izliyor. Marie’nin niyeti, eski eşinin hayaline bile katlanamayan yeni sevgilisi Samir’le evlenmektir. Ahmet, Marie’nin önceki beraberliğinden olan kızı Lucie ile ilişkisinin sıkıntılı olduğunu fark edince aralarını bulmaya çalışır, fakat böylece geçmişten gelen sırlar açığa çıkmış olur.

İran’la Alakası Yok

İran sinema çevreleri ise Farhadi’nin filminin seçilmesine bir hayli tepki gösterdi. Haber ajanslarında “filmin İran’la uzaktan yakından hiçbir alakası bulunmadığı” yorumları yapıldı. İran’lı Farsi Haber Ajansı, filmin Fransa’da geçmesi ve filmde sadece bir tane İran’lı karakter olmasını eleştiriyor.

Asghar Farhadi Geçmiş adlı filmi ülkemizde  ilk kez Altın Koza Film Festivali’ nde sinemaseverlerle buluştuktan sonra Filmekimi’ nde gösterildi. Geçmiş filminin ülkemizde son durağı ise 4 Ekim’ de başlayacak olan Altın Portakal Film Festivali olacak.

Suudi Arabistan’ ın İlk Kadın Yönetmeni Oscar Yolunda

Ülkenin tek kadın yönetmeni Haifaa Al Mansour ‘un yazıp yönettiği Wadja filmi ile Suudi Arabistan da ilk kez Oscar’a aday oluyor.

Film gösteriminin ve çekiminin yasak olduğu ülkede gizli olarak çekilen film, 10 yaşındaki Suudi kızı Wadja’ nın bisiklet satın alabilmek için para biriktirme mücadelesini konu alıyor. Sınırları zorlayan sanatçı Haifaa Al Mansour,  kadınların bisiklete binmelerinin yasak olduğu ülkede kadınların yaşamlarındaki eşitsizliği, yasak bir sanat dalı aracılığı duyurmaya çalışıyor.

Çekimleri beş yıl süren ve Haifaa Al Mansour’ un,  çekilen sahneleri bir karavanda monitörden izleyip telsiz ile yönettiği film 2012 yılında ilk kez Venedik Film Festivalinde gösterildi. Birçok festivale katılan ve birçok ödül alan film şimdi Oscar yolunda.

Geçtiğimiz yıl 71 filmin aday olduğu kategori için bu sene daha fazla başvuru olacağı ön görülüyor. Aday adayları ilk beşe girebilmek için yarışacaklar.

İRAN – Le Passe tanıtım videosu

SUUDİ ARABİSTAN – Wadja tanıtım videosu

Haber: Muhittin Kurban & Zeliha Yıldırım

Domatesinizi kömürlü mü alırsınız?

 

Çanakkale domateslerini bilir misiniz?

Yaz ortalarına doğru pazar tezgâhlarını şenlendiren Çanakkale domatesleri soframıza gelmeden domates mevsimi açılmış sayılmaz. Çanakkale’den domatesler gelinceye kadar domatesler egzotik bir ürün gibidir, hem pahalıdır hem de lezzetinde yapay bir şeyler vardır. Damakta yavan bir iz bırakır.

Çanakkale domatesi kıpkırmızı rengi, incecik kabuğuyla kendini hemen belli eder. Ama bu domateslerin esas karakterini eşsiz tadı verir. Domatesi elinizle ikiye böldüğünüzde çıkan koku başınızı döndürmeye, bir tutam tuzla ağzınıza attığınız küçük bir lokma bütün duyularınızı ayağa kaldırmaya yeter. Yaz boyunca taze domateslerin varlığı başlı başına bir güvencedir. Başka hiçbir şey olmasa bile Çanakkale domateslerinden oluşacak sade bir menü bile  yaz boyunca sürecek bir şölen demektir.

Çanakkale domatesi kendi başına yeter yetmesine ama yalnızlığı sevmez. Yaz sebzelerinin hiçbirini domatessiz düşünemezsiniz. Patlıcan gibi en sıradan bir yaz sebzesi bile domatesle buluştuğunda eşsiz bir yemeğe dönüşür. Kuru soğanla, maydanozla, hıyarla ama en çok da yeşilbiberle kardeş gibidir. Elinizin altında bulabildiğiniz en sıradan malzemelerle doyurucu bir salatanın esas oğlanı oluverir. Buna rağmen fazlasıyla mütevazıdır, mevsiminde kimsenin bütçesini zora sokmaz. Rengiyle, kokusuyla, tadıyla Çanakkale domatesi yazın en büyük mükâfatıdır.

Çanakkale domatesi yazımızı şenlendirmekle kalmaz salça olarak, güneşte kurutularak kış sofralarımıza geçmiş yazdan bir tutam ışık taşır.

Yaz aylarında yolunuz Çanakkale civarına düşerse yol boyunca yemyeşil domates tarlalarını, tarlalarda gün boyu domates toplayan insanları, büyük şehirlere domates taşıyan kamyonları görürsünüz. Bu coğrafyada yazın bütün hayat domates etrafında döner.

Özellikle Ezine- Ayvacık civarı Türkiye’nin ve bölgenin domates merkezidir.

Şimdi domateslerimiz tehdit altında. Çanakkale’nin en verimli domates tarlalarının ortasına kömürle çalışan bir termik santral kurulması planlanıyormuş. Kazdağından çıkan pınarların can verdiği derelerin Ege’nin lacivert sularıyla buluştuğu ovalarda yakın bir gelecekte kömür dumanı soluyacakmışız.

Daha fazla tüketmek sarmalından kurtulamayan insanlar doymak bilmeyen enerji oburluğunu tatmin etmek için domateslerini feda mı edecek? Yemyeşil ovaların kömür dumanına boğulmasına, Kazdağları’ndaki kurdun kuşun rızkının kesilmesine, bin bir çiçeğinin solmasına, Assos’un, Troya’nın binlerce yıllık mirasının küller içinde kaybolmasına ses çıkarmayabilir ve hatta binlerce domates üreticisinin yoksulluğa teslim edilip yerinden yurdundan edilmesine rahat hayatınızdan vazgeçmemek için gözlerinizi kapayabilirsiniz.

Rüzgarın ve güneşin bize yetmeyeceğine dair inanışınızda inat edebilirsiniz, peki, ya domatesin sofranıza kömür tadında gelmesine razı mısınız?

Eğer gerçekten hayatımızın bu mütevazı meyvesinin muhteşem lezzetinden vazgeçip tatsız tuzsuz domateslere mahkûm olmaktan başka çareniz olmadığını düşünüyorsanız hayata dair her şey yeni baştan sorgulamakta fayda var.

Ben domateslerimi her şeye karşı savunmaya hazırım. Çünkü domatesin domates gibi kokmadığı bir sofraya oturmaya henüz hazır değilim.