Ana Sayfa Blog Sayfa 4138

İspanya medyası: ABD telefon görüşmelerimizi izliyordu

0

İspanya medyasında çıkan haberlerde Amerikan Ulusal Güvenlik Dairesi NSA’in İspanya’da her ay gizlice 60 milyon telefon görüşmesini izlediği bildiriliyor.

Bu iddia, kaçak Amerikalı CIA analisti Edward Snowden’ın sızdırdığı belgelere dayandırılıyor.

El Pais ve El Mundo gazeteleri, NSA’in arayan ve aranan kişinin numaralarını ve bulundukları mevkiyi bilgi olarak topladığını fakat görüşmelerin içeriğine dokunmadığını yazıyor.

Beyaz Saray’dan konuya ilişkin henüz bir yorum gelmedi.

İspanyol basını, NSA’in 10 Aralık 2012 ve 8 Ocak 2013 tarihleri arasında İspanyol vatandaşlarının telefon görüşmelerinin yanısıra milyonlarca cep mesajı ve email’ini izlediğini yazıyor.

İspanyol Dışişleri Bakanlığı, Madrid’deki Amerikan büyükelçisini iddiaları görüşmek üzere bakanlığa çağırdı.

İspanya’da patlak veren bu son gelişme, ABD’nin on yılı aşkın süredirtıklayınAlmanya Başbakanı Angela Merkel’in telefonunu dinlediğiyönünde Alman medyasında çıkan haberleri izliyor.

Gizli dinleme operasyonunun birkaç ay öncesine kadar devam ettiği bildirilirken, Angela Merkel üst düzey istihbarat yetkililerini Washington’a yollayarak Amerikan hükümetinin konuyu soruşturmasını istiyor.

Merkel’in telefonunun dinlendiği haberleri Almanya’da büyük öfke uyandırdı.

İngiltere’nin Guardian gazetesi geçen Cuma günü NSA’in 35 dünya liderinin telefonunu dinlediğini yazdı. İspanya ve Almanya’da çıkan haberler gibi Guardian’ın kaynağı da Edward Snowden’ın sızdırdığı belgelerdi.

Avrupa Birliği parlamentosundan bir heyet ABD’nin gizli telefon dinleme faaliyetlerine ilişkin iddiaları görüşmek üzere Washington’a gitti.

Avrupa Parlamentosu’nun Yurttaş Hakları Komitesi yetkilileri Amerikan Kongresi’nin üyelerine konuyla ilgili kaygılarını iletecek.

Öte yandan Japon haber ajansı Kyodo, NSA’in 2011 yılında Tokyo hükümetine başvurarak Japonya’dan Asya-Pasifik bölgesine şahsi bilgi taşıyan fiber-optik kabloları dinlemesine yardımcı olunmasını talep ettiğini bildirdi.

Kyodo’nun haberine göre Amerikalı yetkililer bu sayede Çin’e karşı casusluk yapmayı planlıyordu. Kyodo, Japon hükümetinin yasal kısıtlamalar ve personel eksikliği nedeniyle talebi reddettiğini bildiriyor.

(BBC)

‘ABD Merkel’i uzun süredir dinliyor olabilir’

Alman Der Spiegel dergisi, Amerika Ulusal Güvenlik Dairesi’nin Almanya Başbakanı Angela Merkel’i on yılı aşkı süredir dinlemiş olabileceğini bildirdi.

Haberini bir Alman Başbakanlık kaynağına dayandıran dergi, Merkel’in Başkan Barack Obama’yı konuyla ilgili olarak hafta ortasında araması sırasında, Obama’nın kendisinden özür dilediğini de belirtti.

Alman Başbakanlık sözcüsü ve Beyaz Saray, haberle ilgili bir açıklama yapmadı.

Almanya casusluk skandalıyla bağlantılı olarak istihbarat yetkililerini önümüzdeki günlerde Washington’a gönderecek.

Ulusal Güvenlik Dairesi’nin eski çalışanı Edward Snowden’ın sızdırdığı bilgilerde, Amerika’nın sıradan insanlardan dünya liderlerine kadar tüm telefon ve internet iletişimi kayıtlarını tuttuğunun ortaya çıkması, küresel düzeyde tepkilere yol açtı.

Almanya ve Brezilya, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde özel hayatın gizlilik haklarının korunması konusunda bir karar tasarısı sunmaya hazırlanıyor. BM diplomatları, tasarının Medeni ve Siyasi Haklarla ilgili uluslararası sözleşmenin internet faaliyetlerini de kapsaması çağrısında bulunacağını, ama ABD hakkında bir şey içermeyeceğini söylüyor.

Başkan Obama, Snowden’ın sızdırdığı bilgilerin ardından Amerika’nın istihbarat toplama faaliyetlerinin gözden geçirilmesi emri vermişti.

‘Amerikan istihbarat tarihinin en büyük sızıntısı’

Merkezi İstihbarat Dairesi’nin (CIA) eski başkan yardımcılarından Michael Morrell, televizyonda yaptığı açıklamada, Snowden’ın açıklamalarının, Amerikan istihbarat tarihinde yaşanan en büyük sızıntı olayı olduğunu söyledi.

CBS televizyonunun 60 Minutes programında açıklama yapan Morrell, Snowden’ın sızdırdığı en önemli gizli bilginin, “Kara Bütçe” diye adlandırılan ve Amerika’nın istihbarat faaliyetlerine aktarılan örtülü ödeneğin ortaya çıkması olduğunu söyledi. Morrell, Snowden’in açıklamalarının Amerika’yı daha fazla tehlikeye attığını, bundan böyle teröristlerin sızan bilgilerden yararlanıp daha dikkatli olacağını belirtti.

Washington Post gazetesinde cuma günü yayınlanan bir haber, Amerikalı yetkililerin, Rusya, Çin ve İran hakkında işbirliği yaptığı ülkelerin istihbarat servislerini uyardığını bildirmişti. Snowden’ın basına sızdırdığı bilgilerde bu işbirliğine ayrıntılı biçimde yer veriliyor.

(VOA)

Fatma Girik’ten ODTÜ tepkisi

Fatma Girik, ODTÜ ormanlarında ağaçların kesilmesine tepki göstererek, “Tayvan’da ağaçları kesmeden ormanın içinden geçen tüneller yapmışlar. Biz ağaçları kesiyoruz. Çok yazık” dedi.

Türk sinemasının ünlü isimlerinden Fatma Girik, Marka Şehir Bolu ve Uluslararası Köroğlu Festivali’ne katıldı.  Fatma Girik ve Cüneyt Arkın Bolu’da hayranlarının sevgi gösterisiyle karşılandı. Bolu Belediye Başkanı Alaaddin Yılmaz’ı makamında ziyaret eden Yeşilçam’ın ünlü isimleri neşeli sohbetleriyle dikkat çekti. Cüneyt Arkın’a oğlu Murat da eşlik etti. Arkın ve Girik belediye meydanında kurulan sahneden vatandaşları selamladı. Necip Fazıl Kültür Merkezi’nde düzenlenen söyleşiye katılan ikilinin samimi tavırları salonu dolduran hayranlarını kahkahaya boğdu. Söyleşide 48 yıl önce çekilen Cüneyt Arkın ve Fatma Girik’in başrollerini oynadığı Köroğlu adlı filmden de görüntüler izlendi.

CÜNEYT ARKIN’DAN GENÇLERE NASİHAT

Halkını tanımayan bir sanatçıdan bir halt olmayacağını belirten Cüneyt Arkın şunları söyledi:

“Köroğlu dünyanın en büyük destanıdır. Bu film 48 yıl önce çekildi. Ama şimdiki gençler Amerika ‘ya batıya özeniyor. Amerikalı olmak istiyor. Saç kesimleri, saçlarını dikmeleri, üzerlerine giydikleri kıyafetlerle, saçlarına sürdükleri biryantinlerle onlara özeniyorlar. Özendiğiniz bu insanlar kızılderilileri öldürdüler. O özendiklerinizden İngiltere ‘nin üzerinde güneş doğmuyor. Biz üç kıta ve beş denize hükmetmiş bir milletiz. Gençler bunu bilsinler Amerika’ya özenmesinler. Türk milleti çok büyük bir millettir. Biz tarihimizle erişilmez bir milletiz.”

ODTÜ’LÜ GENÇLERE TOMA’LARLA SU SIKTILAR

ODTÜ ormanlarında ağaçların kesilmesine tepki gösteren Fatma Girik ise, “Oradaki ağaçları kestiler. Gençler de buna karşı çıktılar. Üzerlerine TOMA’larla su sıktılar. Kim bunlar, daha 17- 18 yaşında gençler. Geçenlerde Tayvan’dan bir fotoğraf gördüm ve ağaçları kesmeden ormanın içinden geçen tüneller yapmışlar. Biz ağaçları kesiyoruz. Çok yazık” dedi.

HDP yönetimi belli oldu

Halkların Demokratik Partisi (HDP) Eşbaşkanlıklarına İstanbul Milletvekili Sebahat Tuncel ile Mersin Milletvekili Ertuğrul Kürkçü aday gösterilirken; Siyasi Partiler Yasası’nda ‘eşbaşkanlık’ sistemi olmadığı için Tuncel, listede ‘Genel Başkan’ olarak yer aldı.

HDP yerel seçimlerde özellikle büyükşehirlere yoğunlaşırken, BDP doğu ve güneydoğuda rekabet edecek. Genel seçime ise HDP çatısı altında tek parti olarak girilecek. BDP yerel seçimden sonra kapatılarak birleşmiş olacak.

HDP’nin 1. Olağanüstü Kongresi’nde tek liste ile girilen seçim sonrası partinin yeni yönetimi belli oldu. Siyasi Partiler Yasasında “eşbaşkanlık” sistemi tanımlanmadığı için HDP Genel Başkanlığa İstanbul Milletvekili Sebahat Tuncel seçildi. Parti Meclisi (PM) listesinde kimlerin yer alacağına ilişkin tartışmalar kongre boyunca da devam etti. PM üye sayısının 60’a çıkacağı belirtilmişti ancak, PM listesi ile ilgili tartışmalar uzayınca 80’e çıktı.

HDP yönetiminin yeniden belirleneceği 1. Olağanüstü Büyük Kongre öncesi başlayan PM listesi tartışmaları, kongrede konuyşmalar sürerken de devam etti. Salonda konuyşmalar sürerken, bir odada toplanan temsilciler listeyi oluşturmak için çalışmalarını sürdürdü. Tartışmanın uzması üzerine 60 olarak belirlenen PM üye sayısı, Genel Başkan ile birlikte 80’e çıkartıldı. Listede Genel Başkan dayı olarak kimin gösterileceği belirlenmediği için son anda Tuncel isminde anlaşıldı. Üzerinde uzlaşılan liste, 74 delegenin oyuyla resmileşti.

Daha önce süpriz isimlerin yer alacağı söylenen 80 kişilik PM’de HDP bileşenlerinin temsiline önem verildi. LGBT üç temsilciyle parti yönetiminde yer alırken, LGBT’den Esmeray, Remzi Altınpalot ve Cihan Erdal listede yer aldı. Ayhan Bilgen, Ferhat Tunç, Karabet Paylan, Gencay Gürsoy, CHP eski milletvekili Salman Kaya, Ermeni Yazar Mıgırdıç Margosyan, Erol Katırcıoğlu, Yılmaz Güney’in eşi Fatoş Güney, İslami kesimi temsilen Hüda Kaya, Gezi direnişi tutuklusu Alp Altınörs PM’ye giren diğer isimler oldu. BDP Eşbaşkanları Gültan Kışanak ile Selahattin Demirtaş’ın da yer aldığı HDP Danışma Kurulu’nda ise Vedat Türkali, Yıldırım Türker, Ali Topuz ve Pınar Öğünç de bulunuyor.
Parti Meclisi önümüzdeki günlerde toplanarak MYK’yı belirleyecek.

İŞTE HDP’NİN YENİ YÖNETİMİ

Halkların Demokratik Partisi (HDP) Eşbaşkanlıklarına İstanbul Milletvekili Sebahat Tuncel ile Mersin Milletvekili Ertuğrul Kürkçü aday gösterilirken; Siyasi Partiler Yasası’nda ‘eşbaşkanlık’ sistemi olmadığı için Tuncel, listede ‘Genel Başkan’ olarak yer aldı.

İşte HDP’nin yeni yönetimi:

Genel Başkan
Sebahat Tuncel

Parti Meclisi Asil Üyeler:
Ertuğrul Kürkçü
Emre Yalçın
Sırrı Süreyya Önder
Doğacan Yılmaz
Levent Tüzel
Remzi Kozakçı
Ali Oruç
Mehdi Atilla
zeynel Abidin Çeliktaş
Mehmet Doymaz Ayhan Bilgen
Cem Terzi
Erdem Yörük
Ferhat Tunç Yoslun
Karabet Paylan Gencay Gürsoy
Hacı Orman
İbrahim Sinemillioğlu
Mahmut Temizyürek
Özgür Müftüoğlu
Ragıp İncesağır
Salman Kaya
Sezai Temelli
Yavuz Önen
Müslüm Doğan
Hüseyin Yıldız
Ertuğrul Barka
Mıgırdıç Margosyan
Mehmet Elbistan
Vedi Aydın
Ender İrmek
Orhan Çelebi
Hüseyin Taka
Muzaffer Kaya
Kadir Akın
Mehmet Saltoğlu
Bülent Parmaksız
Erol Katırcıolu
Saruhhan Oluç
Pervin Oduncu
Yurdusev Özsökmenler
Ayşe Yağcı
Dağlar Çilingir
Can Memiş
Beyza Üstün
Esmeray
Fatma Gök
Fatoş Güney
Gülfer Akkaya
Gülsüm Ağaoğlu
Hüda Kaya
Meryem Koray
Nazan Üstündağ
Nükhet Sirman
Sevda Bayramoğlu
Tamar Nalcı
Yasemin Özgün
Hatice Altınışık
Serap Hasibe Akpınar
Bircan Yorulmaz
Ferdane Sibel Erduman
Cevriye Aydın
Gürsel Şenşafak
Nurhayat Farimaz
Şükran Doğan
Birsen Kaya
Mukaddes Erdoğdu Çelik
Melis Tantan
Elif Gevez
Semra Uzunok
Sevgi Evren
Burcu Çiçek
Ayşe Akıncı
Bahar Şimşek
Sultan Özcan
Ayşin Hangül Sanverdi
Lezgin Altan
İnci Hekimoğlu
Aynur Seyrek

 

Milyonlarca balık telef oldu

Dinar İlçesi’ndeki meyvesuyu fabrikasından iddiaya göre Menderes Nehri’ne bırakılan kimyasal atık, nehrin geçtiği Denizli’nin Çivril İlçesi’ne bağlı Gökgöl Köyü’nde çevre katliamına neden oldu.
Denizli’nin Çivril İlçesi’ne bağlı Gökgöl Köyü’nden de geçen Menderes Nehri’ne ilk belirlemelere göre Afyonkarahisar’ın Dinar İlçesi’ndeki bir fabrikadan bırakılan kimyasal atık nedeniyle nehir ve Özpekler Alabalık Üretim çiftliğinde bulunan 2.5 milyona yakın alabalık telef oldu.

Dinar İlçesi’ndeki meyvesuyu fabrikasından iddiaya göre Menderes Nehri’ne bırakılan kimyasal atık, nehrin geçtiği Denizli’nin Çivril İlçesi’ne bağlı Gökgöl Köyü’nde çevre katliamına neden oldu. Menderes nehrindeki binlerce balık ve buradan su kullanan Özpekler Alabalık çiftliğindeki yaklaşık 2.5 milyon alabalık telef oldu. Balık ölümlerini gören firma sahibi Osman Özpek, durumu Denizli Çevre ve Şehircilik Müdürlüğü, Gıda Tarım ve Havyancılık Müdürlüğü ile jandarmaya bildirdi. Jandarma ve yetkililer, nehirde ve çiftlikte inceleme başlatıp, balıklarla sudan örnekler aldı. Bölgeye gelen Gıda Tarım ve Hayvancılık Müdürü Sezgin Kutlu, örneklerin incelenmesi için labaratuvara gönderdiklerini, balık çiftliğinin dışında da nehirde balık ölümlerine rastladıklarını bildirdi. Ayrıca Kutlu, nehrin geçtiği yerden balık avlanmaması ve tüketilmemesi konusunda da uyarıda bulundu.

ZARAR ÇOK BÜYÜK

Özpekler Alabalık Çiftliği sahibi Osman Özpek, nehre bırakılan kimyasal atık nedeniyle çiftlikteki balıkların yüzde 80’nin telef olduğu belirterek, “Çiftlikteki ve Menderes Nehri’ndeki balıkların telef olmasının nedeninin, Dinar İlçesi’ndeki fabrikaların atıklar olduğunu sanıyoruz. 900 tonluk balık üretim tesisimiz var. Bunların içinde yavru balıklar da bulunuyor. Ürünlerimizi ihraç ediyoruz, telefler bize büyük bir darbe vurdu. Konuyla ilgili yetkili kurumlar inceleme başlattı” dedi.

Gökgöl Köyü’nde camiden anons yapılarak köylülerden nehirden balık tutmamaları ve tüketmemeleri istendi.

Esas çılgın proje ne olurdu? – Bekir Ağırdır

2014 Yerel seçimlerine iktidarın da muhalefetin de yerellik üzerinden hazırlık ve anlamlandırma yapmadığını biliyoruz. İki taraf da başka anlamlar yükleyerek yerel seçimlere hazırlanıyor.

İktidar yerel seçimleri Cumhurbaşkanlığa seçimi öncesi kostümlü prova olarak görüyor. Acaba yüksek bir oy oranı yakalayıp, son bir şans başkanlık veya partili cumhurbaşkanlığı zorlaması yapabilir miyim, diye özetlenebilecek bir yaklaşımı var iktidarın.

Muhalefet ise iktidarı geriletmenin ilk raundu olur mu umuduyla, İstanbul’u alan ülkeyi de alır efsanesine sarılarak bakıyor seçimlere.

Her ikisi de yerel oligark adaylarını arıyor. Adaylar belli olsun, sonra ekipler oturacak birkaç gün içinde her kent için vaatler hazırlayacak. Uçuk ve çılgın projeler tasarlanacak. Gerçekliğe uygun ve bilimsel olup olmadığı belli olmayan, fizibiliteleri yapılmamış çılgın vaat ve projelerin simülasyonları, görselleri hazırlanacak.

 

İhtiyacımız, tartışmamız gereken, seçmenin hangisi daha etkileyici diye bakacağı, oy tercihini belirleyeceği şey çılgın projeler midir? Diyelim yeni oligark seçildi, o kentin ihtiyacı o çılgın proje midir? Verilen oylar o çılgın projenin de seçmence onaylandığı anlamına mı gelir?

Bir metropolün, kentin, ilçenin geleceğini ilgilendiren bir proje ve hatta karar, plan birkaç danışmanın ofisinde veya Ankara’da parti merkezinde, merkezi bürokrasinin masalarında mı hazırlanmalıdır? Hazırlansa bile bu proje, plan, karar gerçekten uygulanabilir mi olacaktır?

Örneğin, bir metropolün, bir kentin ekonomik büyüme hedefleri bile artık yalnızca teknokratların planlarıyla gerçekleştirilebilir mi?

Daha temel soru aslında şu, bugünün çok aktörlü, çok boyutlu, karmaşıklığın ve belirsizliğin esas olduğu yeni kentlerin hayatı merkezi planlar ile yönetilebilir mi?

Çılgın projeler de, sükseli rakamlarla süslü hedefler de artık yalnızca matematik ve ekonomik modellemelerle ne üretilebilir ne de gerçekleştirilebilir.

 

Bugünün gündelik hayatını başarılı yönetmek demek başarılı ekonomik planlamalar ötesi bir şey artık.

O ekonometrik modellerin, çılgın proje fizibilitelerinin girdileri, unsurları, boyutları içinde olmayan bir şey var. Her bir metropolün, kentin coğrafyası, sanayisi, toprağı, tarihi, kültürel yapısı, entelektüel kapasitesi, girişim kapasitesi, eğitim seviyesi, kısaca her şeyi farklı. O metropolde, kentte, mahalde oturan insanlar tek tip değil, farklılar. Her birinin farklı ihtiyaç ve talepleri var. Ve asıl, hayattan beklentileri, arzuları farklı.

Başka merkezlerde, ofislerde öngörülemez olan bu farklı durumlara uygun,  farklı ihtiyaç, talep, beklenti ve arzularda o metropole, o kente özgü nasıl ve hangi noktalarda bir uzlaşma üretilebileceği.

Bugünün hayatı merkezi modeller ile artık yönetilemez. Her merkezi karar ve proje teknik anlamda dünyanın en iyi kararı ve projesi olsa da tartışma çıkacaktır. Hele bugün ülkenin yaşadığı siyasi gerilimler ve kutuplaşma nedeniyle de tartışmalı olacaktır.

O kentin ortak mutabakatına dayanmayan, o kentin siyasal, ekonomik, kültürel aktörlerinin dahil olmadığı her karar ve projenin yalnızca parasal değil siyasal ve sosyal maliyetleri daha ağır olacaktır.

 

Halbuki bizim yönetim sistemimiz ve hakim siyaset tarzımız yerelin ihtiyaç ve taleplerini tartışmaya değil, yerelde merkezi tartışma ve gerilimleri her gün yeniden, yeniden üretmeye dayalıdır.

Çünkü 150 yıllık kalkınma ve modernleşme hedefinin öznesi devlettir. Üstelik var olan aktörler arasında henüz bu özneyi değiştirmeyi hedefleyen de yoktur. Hayat ve kentler başka bir yere akmış olsa da hala siyaset o devlete, merkezi güç ve mekanizmalara sahip olmak üzerinedir. Bu bakışla yapıla siyaset için de merkezden, yerele rağmen tasarlanmış çılgın projeler gibi bir illüzyona sığınılmaktadır.

Asıl ve ihtiyacımız olan çılgın proje ise yönetimin yapısını yereli esas alarak değiştirmektir. Yönetim sistemi baştan aşağıya ters yüz edilmelidir. Mahallelerden başlayarak ilçe, il, büyükşehir, bölge tanımları yeniden yapılmalı, merkezi yönetim yapısı ve hiyerarşisi ters yüz edilmelidir. Mahalleden başlayarak her bir yönetim birimi, yalnızca kendi sınırları içinde geçerli kararları alabilmeli ve uygulayabilmelidir. Bu ise yerel oligarkları değil mahalleden başlayarak bölgeye kadar her kademede yerel meclisleri gerekli kılan bir yapı demektir.

İşte asıl çılgın proje budur. Bunu önermeye vizyonu ve yüreği yetecek parti var mıdır?

Bekir Ağırdır – www.t24.com.tr

Biraz da etrafa baksak – Semih Fırıncıoğlu

Geçenlerde bir sabah metroda ayakta, tanımadıklarla omuz omuza yolculuğumu yaparken çok tuhaf bir incelik ve yumuşaklıkta, tek düze sürüp giden, şırıltı gibi bir kadın sesi başladı. Benim gibi çevremdeki (kulağında kulaklık olmayan) herkes de sesin kaynağını bulmak için bakındı ve gördük ki yan yana oturan orta yaşlarda iki ufak tefek kadından biri elindeki gazeteyi yüksek sesle okuyor, öteki de başını okuyanın omuzuna yatırmış dinliyor. Okuyanın sesinin farklılığı bir yana, o ortamda yüksek sesle okumaya karar vermiş olması da, okuduğunun gazete olması da, sayfada haber ya da ilan, önüne ne gelirse peş peşe okuyor olması da dikkat edilmeyecek gibi değildi. Aklıma dinleyenin gözlerinin görmüyor olabileceği geldi, inceledim, bir farklılık göremedim (yüzü de bana çok ilginç göründü: beyaz kâğıda kaş göz çizilmiş gibi kırışıksız, huzurlu bir yüz).

Yanımda duran ve arada bir birbirine “amma acayip, değil mi?” mimikleri yapan genç çiftin kadın olanı bana gülümseyip böyle durumlarda söylenen en basmakalıp sözü söyledi: “Only in New York!” “İyi de, dikkat ederseniz vagondakilerin yarısı olayın farkında bile değil, çünkü kulaklarına kulaklıklar tıkalı, gözleri de küçük ekranlara sabitlenmiş” dedim. Etrafa bakıp ilk kez fark ediyormuş gibi “ne kadar da haklısın” dediler, içimden bir (Türkçe) “yapmayın ya” çektim.

Teknoloji özürlü değilim (ekmeğimi teknolojiden yiyorum), neredeyse iki yıldır kitap, dergi, gazete, ne varsa tabletten okuyorum ama bu telefon ya da tablet izleyip dinleme işinin insan içine çıkınca yapılmasını benim aklım almıyor. Bir ara denedim, hayatı ıskaladığım duygusuna kapılıp panikledim, hemen vazgeçtim. Sokağa çıkıp kalabalıklara karıştığında rastlayabileceğin binbir ilginç olaya gözlerini kapatıp kulaklarını tıkamak niye? Yollarda, araçlarda, kafelerde, dükkânlarda karşına çıkan her biri ötekinden farklı insan yüzlerini, kılıklarını, davranışlarını incelemek, bu kadar hareketin, sağdan soldan yükselen seslerin birbiriyle örtüşmesini, biri kaybolurken ötekinin belirmesini izlemek varken burnunu ekranına gömüp Candy Crush oynamak niye? Fena halde azınlıkta bir açıdan baktığımın farkındayım ama yine de söylüyorum: Çevremde farkında olarak ya da olmayarak yaşam şölenini sürekli es geçen, kelimenin tam anlamıyla “içine kapanık” bireyler görüyorum ve onların hesabına gerçekten içim burkuluyor.

Semih Fırıncıoğlu – www.isteyenokusun.com

Yeşiller/Sol İzmir’de petrokoka karşı

Yeşiller ve Sol Gelecek partisi İzmir örgütü Aliağa’da yapılması planlanan petrokoka dayalı termik sa

Zamanın kıyısındaki kadın

Bir yaz gecesi. Dostlarla birlikteyiz. İstanbul’ daki işinden ani bir karar ile ayrılan arkadaşımızın (belki de bunu duymak benim için ani olmuştu) yerleştiği Güney Ege’ de sakin bir beldedeyiz. Açılışının üstünden iki ay geçen; akşam yemek saatinden sonra kapatıldığında da sadece dostlara açık olan restoranın bahçesindeki yegane geniş masadayız. Sakinliğin, yavaşlığın, şehre uzak olmanın keyfi ile geceyi yayıyoruz.

–          Abi muhteşem! Gelecekten geliyor, tuvalete bakıyor “tuvaletinizi suya mı yapıyorsunuz? Bunu duymuştum meğer doğruymuş” diyor. Sürekli bu tarz eleştirilerle günümüzün saçmalıklarını anlatıyor.

–          Zaten sulu tuvalet yerine kompost yapmak lazım.

–         

–          Neyse, anlayacağınız epey aradım, epey uğraştım ben bu kitap için. Basımı yapılmıyordu. Dedim basin yüz tane ben alacağım. Olmadı. En son yayın evinin kurucusu saolsun fotokopi çekip yolladı. İşte anca öyle okudum.

İşte o geceden aklımda kaldı bu kitap. Şehre döndükten sonra da aramaya başladım kitabı. 20 yıllık aradan sonra 2012’ de ikinci kez basıldığını öğrendim yani artık kolay bulunabiliyor. Feminist yazar Marge Piercy, 30 yıl önce yazdığı bu roman ile günümüz dünyasını önüne serip tüm hayatımızın eksiklerini, yanlışlarını, sakatlıklarını tek tek düzelterek yeni bir dünya yaratıyor. Ortaya ince elenip sık dokunmuş bir ütopya kitabı çıkıyor. Kitabı okurken acaba bunun için ne düşünmüş dediğim tüm sorulara bir cevap buldum. Ara sıra da olsa başka bir dünya, başka bir hayat nasıl olur diye düşünen birine ufuk açıcı cevaplar verebilir. Geçmiş ile yani şimdiki yaşadığımız dünya ile gelecek yani ütopya arasında sürekli bir kıyaslama ile devam ettiği için kitap, hayatımızı da sorgulayıp foyasını çıkarıyor meydana.  Olur ya bir gün yahu bir yanlışlık var bu gidişte derse insanlık aynı anda işte o zaman bu kitap rehberlik edebilir yeni bir hayatı kurmaya. Bir rehber kitap ya da bir reçete denebilir. Benim de hayal ettiğim bir dünya var bunu nasıl anlatabilirim diye düşünüldüğünde ki Marge Piercy bunun cevabını farklı zamanlar arasında geçiş yapabilen bir kadınının asıl kahraman olduğu bir roman yazmak olarak vermiş bir çıkış noktası bulmak gerekiyor. Marge Piercy bulduğu bu cevap ile tereyağından kıl çeker gibi sıyrılmış işin içinden ve bu fikirden yola çıkarak konuşmalar üzerinden, bizzat karakterlere sordurduğu sorular ile ütopyasını anlatmış. Bu nedenle de aslında bir reçete veya rehber kitaba yakın buluyorum.

Bir roman sıcaklığını beklememek gerekiyor çok fazla. Ben biraz da duygu yüklü bir anlatımdan, süsten, kelimelerin kullanımından hoşlandığım için bana çok steril geldi. Belki kitabın yarısından çoğunda ki olayların günümüz dünyasında geçtiği kısımlar oluyor bunlar öfkelendiğim için kitap bana alışık olduğum sıcak duygular uyandıran bir roman tadı vermedi. Kitaba bu şekilde yaklaşmamakta fayda var o nedenle.

Bu seneki şehirden kaçış durağında tanıştığım bu kitabı şehir hayatında okumanın katlanması zor psikolojisiyle diyorum ki ütopyalar güzeldir. Ütopyada Beyaz Meşe’nin söylediği bir şarkının sözlerini kendi sözlerimize katacağımız bir dünya diliyorum sizlere, bizlere, hepimize;

“Bir gün geçmiş ölecek,

Son yara iyileşecek,

Son çöp zararsız bir kire dönüşecek,

Son radyoaktif atık gömülecek

sessizliğe

ve bir daha dünyanın çatlaklarında

zehirler dolaşmayacak.

Sevgili Dünya, kucağına yatıyorum,

Senin gücünü ödünç alıyor,

Seni kazanıyorum her gün.

Bir gün su temiz  akacak,

nehirde sombalıkları yüzecek,

balinalar kıyıya su püskürtecek,

ve bir daha denizin derinliklerinde

karanlık bombalar dolaşmayacak.

Sevgili dünya kucağına yatıyorum…”

Zamanın Kıyısındaki Kadın
Orjinal isim: Women on The Edge of Time
Marge Piercy
Ayrıntı Yayınları-Edebiyat Dizisi
Çeviren:Füsun Tülek

 

Zeliha Yıldırım

 

Rock efsanesi Lou Reed hayatını kaybetti

Rock müziğin son elli yılına yön veren söz yazarı ve müzisyen Lou Reed bugün son nefesini verdi. Ölüm nedeni açıklanmayan Reed’e mayıs ayında karaciğer nakli yapılmıştı.

Altmışlı yılların sonunda Velvet Underground grubuyla gürültüye güzellik katarken rock’n roll’un liriksel dürüstlüğüne yeni bir boyut kazandıran Reed, sokakla Avrupa tarzı avantgard müziği birleştirdi. 1970’li yıllardan 2000’li yıllara dek müzikal yaşamına solo olarak devaam eden dur durak bilmeyen sanatçı, her daim hayranlarına meydan okuyan bukalemun gibi, zorlu ve öngörülemezdi. O olmadan glam, punk ve alternatif düşünülemezdi. Bir keresinde gitar çalmadaki sınırlı tarzına istinaden, “Bir akor iyidir,” demişti. “İki akorta sınırı zorlarsın. Akor üç oldu mu da jazz’a geçersin.”

Lewis Allan “Lou” Reed, 1942’de Brooklyn’de doğdu. Doo-wop ve erken dönem rock’n roll hayranı olan Reed (ki 1989’da Dion’u Rock’n Roll Hall of Fame’e takdim etmişliği vardır)  Sycrause Üniversitesindeki yıllarında şair Delmore Schwartz’dan da ilham almıştır. Reed, üniversiteden sonra sözyazarı olarak yenilikçi Pickwick Records’da çalışmaya başladı (burada çalışırken 1964’de “Ostrich” adında bir dans şarkısı parodisiyle küçük çapta bir hit’e imza attı.) Altmışlı yılların ortalarında çığır açan minimalist besteci La Monte Young ile sahne alan klasik eğitimli kemancı Gallerli müzisyen John Cale ile arkadaş oldu. Reed ve Cale ikilisi Primitives adıyla kurdukları grubun ismini, daha sonra Warlocks olarak değiştirdiler. Gitarist Sterling Morrison ve davulcu Maureen Tucker ile tanıştıktan sonra Velvet Underground oluştu. Sade üslupları ve kasvetli görünümleriyle grup Andy Warhol’un dikkatini çektiler. Andy, grubu kendi Exploding Plastic Inevitable’ına dahil etti. “Andy bizim üzerimizde filmlerini gösterirdi,” demişti Reed. “Filmler izlenebilsin diye siyah giyerdik. Nasılsa hepimiz baştan aşağı siyah giyiniyorduk.”

1967’de piyasaya sürüldüğünde “prodüktörlüğünü” Warhol’un yaptığı ve ticari açıdan tamamen görmezden gelinen VU’nun debut’u The Velvet Underground&Nico Beatles’ın Sgt. Pepper’s Lonely Hearts Club Band ve Bob Dylan’ın Blonde on Blonde’ı ile birlikte aynı düzeyde yer alıyor. Reed’in uyuşturucu ve S&M göndermeleriyle bezeli New York’un bohem kadınlarını gerçekçi anlatımı Rolling Stones’un en karanlık anlarını bile zorlarken, yüksek dozda distorsiyon ve gürültü rock gitarda devrim yaptı. Reed’in iki klasiği “Rock&Roll” ve “Sweet Jane”i içinde olduğu grubun peşpeşe gelen üç albümü – 1968’in daha da yıpratıcı sound’u ile White Light/White Heat, 1969’un kırılgan, folk tınılı The Velvet Underground’ı ve 1970’in gruptan ayrılmasına rağmen kaydedilen Loaded‘ı –  benzer biçimde gözardı edildi. Oysa gelecekteki nesiller onları kucaklayacak, Velvet Underground tüm zamanların en etkili Amerikan grubu olarak adını sağlamlaştıracaktı.

1970’de Velvet ile yollarını ayıran Reed, İngiltere’ye gitti ve kendine has paradoksal tarzıyla progresif rock grubu Yes’in elemanlarının desteğiyle ilk solo albümünü kaydetti. Fakat onu kült statüsünden hakiki rock yıldızlığına taşıyan Reed’in öğrencisi David Bowie’nin prodüktörlüğünü yaptığı 1972’de çıkan bir sonraki albümü Transformer oldu. Warhol’un Fabrika dönemini sevecen ve fakat duygulardan arındırılmış olarak hatırlayan “Walk on The Wild Side” (oral seks göndermelerine rağmen) radyoda hit oldu; “Satellite of Love” U2 ve diğerleri tarafından cover’landı. Reed, yetmişli yılları neredeyse alışkanlık haline getirdiği üzere beklentilere karşı çıkarak geçirdi. 1973’de çıkan Berlin acımasız bir edebiyat bombardımanıyken, 1974’de çıkan Sally Can’t Dance soul üflemeliler ve gösterişli gitarlara sahipti. Reed, 1975’de Metal Machine Music’i – kendi müzik şirketi RCA’in avantgard klasik müzik şeklinde piyasaya sürülen all-noise denemesi – yayınladı. 1978’de çıkan konser albümü Take No Prisoners ise Reed’in tehlikeli sularda yüzdüğü ve rock eleştirmenlerini isim vererek yerden yere vurduğu bir tür komedi albümüydü. (Bahsi geçen eleştirmenlerden Robert Christgau zamanında “Şüphesiz, Lou Reed insanlara yeni bok atma yöntemleri bulmada oldukça becerikli.” diye yazmıştı.) Taviz vermeyen kariyer gidişatını açıklayan Reed gazeteci Lester Bangs’e “Sıçtığım bok bile başkalarının elmaslarından değerlidir,” demişti.

Reed’in muğlak cinsel persona’sı ve yetmişli yıllardaki aşırı uyuşturucu kullanımı, underground rock miti safasatasıydı. 1980’lere gelindiğinde Reed, yumuşamaya başladı. Slyvia Morales ile evlendi ve 1982’de Transformer’dan bu yana en iyi albümü olan harikulade The Blue Mask’de yeni evlilik hayatına bir pencere açtı. 1984’deki albümü New Sensations daha ticari bir eğilim aldı; 1989’daki New York ise bütün eleştirmenlerin övgüsünü kazanan bir dizi eğlenceli, politik iğnelemelerle dolu şarkılarla seksenleri sonlandırdı. 1991’de Warhol tribute’u Songs For Drella’da Cale ile işbirliği yaptı. Üç yıl sonra Velvet Underground Avrupa’da bir dizi başarılı konser vermek üzere yeniden biraraya geldi.

Reed ve Morales, doksanlı yılların başında boşandı. Reed birkaç yıl içinde müzisyen-performans sanatçısı Laurie Anderson ile ilişkiye başladı. Birlikte çalışan ve sahne alan ayrılmaz ikili New York’un demirbaşı haline gelirken şehir ve çevre aktivizmi ile de ilgilendiler. Çift, 2008’de evlendi.

Reed 2000’li yıllarda da kendine has sanatsal dürtülerini takip etmeyi sürdürdü. Bir zamanların yoz sanatçısı T’ai Chi’nin çalışkan bir öğrencisi oldu ve hatta 2003 yılındaki konserlerinde ustasını sahneye bile çıkardı. 2005’de Edgard Allen Poe’nun eserine dayanan The Raven adlı çift CD’den oluşan bir albüm yayınladı. 2007’de Hudson River Meditations başlıklı ambiyant bir albüm yayınladı. 2011’de Metallica ile işbirliği yaptığı Lulu ile anaakım rock’a geri döndü.

1987’de Rolling Stone’a şunları söylemişti: “Baştan sona bunların hepsini kitap olarak düşünecek olursanız eğer her albüm bir bölüm olmak üzere Büyük Amerikan Romanını elde edersiniz. Hepsi kronolojik sırayla”

Haber: Jon Dolan – Rolling Stone

Çeviri: Özde Çakmak – Yeşil Gazete

(Yeşil Gazete, Rolling Stone)