Kültür-SanatManşet

Rock efsanesi Lou Reed hayatını kaybetti

0

Rock müziğin son elli yılına yön veren söz yazarı ve müzisyen Lou Reed bugün son nefesini verdi. Ölüm nedeni açıklanmayan Reed’e mayıs ayında karaciğer nakli yapılmıştı.

Altmışlı yılların sonunda Velvet Underground grubuyla gürültüye güzellik katarken rock’n roll’un liriksel dürüstlüğüne yeni bir boyut kazandıran Reed, sokakla Avrupa tarzı avantgard müziği birleştirdi. 1970’li yıllardan 2000’li yıllara dek müzikal yaşamına solo olarak devaam eden dur durak bilmeyen sanatçı, her daim hayranlarına meydan okuyan bukalemun gibi, zorlu ve öngörülemezdi. O olmadan glam, punk ve alternatif düşünülemezdi. Bir keresinde gitar çalmadaki sınırlı tarzına istinaden, “Bir akor iyidir,” demişti. “İki akorta sınırı zorlarsın. Akor üç oldu mu da jazz’a geçersin.”

Lewis Allan “Lou” Reed, 1942’de Brooklyn’de doğdu. Doo-wop ve erken dönem rock’n roll hayranı olan Reed (ki 1989’da Dion’u Rock’n Roll Hall of Fame’e takdim etmişliği vardır)  Sycrause Üniversitesindeki yıllarında şair Delmore Schwartz’dan da ilham almıştır. Reed, üniversiteden sonra sözyazarı olarak yenilikçi Pickwick Records’da çalışmaya başladı (burada çalışırken 1964’de “Ostrich” adında bir dans şarkısı parodisiyle küçük çapta bir hit’e imza attı.) Altmışlı yılların ortalarında çığır açan minimalist besteci La Monte Young ile sahne alan klasik eğitimli kemancı Gallerli müzisyen John Cale ile arkadaş oldu. Reed ve Cale ikilisi Primitives adıyla kurdukları grubun ismini, daha sonra Warlocks olarak değiştirdiler. Gitarist Sterling Morrison ve davulcu Maureen Tucker ile tanıştıktan sonra Velvet Underground oluştu. Sade üslupları ve kasvetli görünümleriyle grup Andy Warhol’un dikkatini çektiler. Andy, grubu kendi Exploding Plastic Inevitable’ına dahil etti. “Andy bizim üzerimizde filmlerini gösterirdi,” demişti Reed. “Filmler izlenebilsin diye siyah giyerdik. Nasılsa hepimiz baştan aşağı siyah giyiniyorduk.”

1967’de piyasaya sürüldüğünde “prodüktörlüğünü” Warhol’un yaptığı ve ticari açıdan tamamen görmezden gelinen VU’nun debut’u The Velvet Underground&Nico Beatles’ın Sgt. Pepper’s Lonely Hearts Club Band ve Bob Dylan’ın Blonde on Blonde’ı ile birlikte aynı düzeyde yer alıyor. Reed’in uyuşturucu ve S&M göndermeleriyle bezeli New York’un bohem kadınlarını gerçekçi anlatımı Rolling Stones’un en karanlık anlarını bile zorlarken, yüksek dozda distorsiyon ve gürültü rock gitarda devrim yaptı. Reed’in iki klasiği “Rock&Roll” ve “Sweet Jane”i içinde olduğu grubun peşpeşe gelen üç albümü – 1968’in daha da yıpratıcı sound’u ile White Light/White Heat, 1969’un kırılgan, folk tınılı The Velvet Underground’ı ve 1970’in gruptan ayrılmasına rağmen kaydedilen Loaded‘ı –  benzer biçimde gözardı edildi. Oysa gelecekteki nesiller onları kucaklayacak, Velvet Underground tüm zamanların en etkili Amerikan grubu olarak adını sağlamlaştıracaktı.

1970’de Velvet ile yollarını ayıran Reed, İngiltere’ye gitti ve kendine has paradoksal tarzıyla progresif rock grubu Yes’in elemanlarının desteğiyle ilk solo albümünü kaydetti. Fakat onu kült statüsünden hakiki rock yıldızlığına taşıyan Reed’in öğrencisi David Bowie’nin prodüktörlüğünü yaptığı 1972’de çıkan bir sonraki albümü Transformer oldu. Warhol’un Fabrika dönemini sevecen ve fakat duygulardan arındırılmış olarak hatırlayan “Walk on The Wild Side” (oral seks göndermelerine rağmen) radyoda hit oldu; “Satellite of Love” U2 ve diğerleri tarafından cover’landı. Reed, yetmişli yılları neredeyse alışkanlık haline getirdiği üzere beklentilere karşı çıkarak geçirdi. 1973’de çıkan Berlin acımasız bir edebiyat bombardımanıyken, 1974’de çıkan Sally Can’t Dance soul üflemeliler ve gösterişli gitarlara sahipti. Reed, 1975’de Metal Machine Music’i – kendi müzik şirketi RCA’in avantgard klasik müzik şeklinde piyasaya sürülen all-noise denemesi – yayınladı. 1978’de çıkan konser albümü Take No Prisoners ise Reed’in tehlikeli sularda yüzdüğü ve rock eleştirmenlerini isim vererek yerden yere vurduğu bir tür komedi albümüydü. (Bahsi geçen eleştirmenlerden Robert Christgau zamanında “Şüphesiz, Lou Reed insanlara yeni bok atma yöntemleri bulmada oldukça becerikli.” diye yazmıştı.) Taviz vermeyen kariyer gidişatını açıklayan Reed gazeteci Lester Bangs’e “Sıçtığım bok bile başkalarının elmaslarından değerlidir,” demişti.

Reed’in muğlak cinsel persona’sı ve yetmişli yıllardaki aşırı uyuşturucu kullanımı, underground rock miti safasatasıydı. 1980’lere gelindiğinde Reed, yumuşamaya başladı. Slyvia Morales ile evlendi ve 1982’de Transformer’dan bu yana en iyi albümü olan harikulade The Blue Mask’de yeni evlilik hayatına bir pencere açtı. 1984’deki albümü New Sensations daha ticari bir eğilim aldı; 1989’daki New York ise bütün eleştirmenlerin övgüsünü kazanan bir dizi eğlenceli, politik iğnelemelerle dolu şarkılarla seksenleri sonlandırdı. 1991’de Warhol tribute’u Songs For Drella’da Cale ile işbirliği yaptı. Üç yıl sonra Velvet Underground Avrupa’da bir dizi başarılı konser vermek üzere yeniden biraraya geldi.

Reed ve Morales, doksanlı yılların başında boşandı. Reed birkaç yıl içinde müzisyen-performans sanatçısı Laurie Anderson ile ilişkiye başladı. Birlikte çalışan ve sahne alan ayrılmaz ikili New York’un demirbaşı haline gelirken şehir ve çevre aktivizmi ile de ilgilendiler. Çift, 2008’de evlendi.

Reed 2000’li yıllarda da kendine has sanatsal dürtülerini takip etmeyi sürdürdü. Bir zamanların yoz sanatçısı T’ai Chi’nin çalışkan bir öğrencisi oldu ve hatta 2003 yılındaki konserlerinde ustasını sahneye bile çıkardı. 2005’de Edgard Allen Poe’nun eserine dayanan The Raven adlı çift CD’den oluşan bir albüm yayınladı. 2007’de Hudson River Meditations başlıklı ambiyant bir albüm yayınladı. 2011’de Metallica ile işbirliği yaptığı Lulu ile anaakım rock’a geri döndü.

1987’de Rolling Stone’a şunları söylemişti: “Baştan sona bunların hepsini kitap olarak düşünecek olursanız eğer her albüm bir bölüm olmak üzere Büyük Amerikan Romanını elde edersiniz. Hepsi kronolojik sırayla”

Haber: Jon Dolan – Rolling Stone

Çeviri: Özde Çakmak – Yeşil Gazete

(Yeşil Gazete, Rolling Stone)

You may also like

Comments

Comments are closed.