Ana Sayfa Blog Sayfa 4135

Ali İsmail’in dövüldüğü sokakta her kamerada ‘sorun’ var

Eskişehir’de Ali İsmail Korkmaz’ın dövüldüğü sokakta 16 ayrı işyeri kamerasının ve 7 MOBESE kamerasından görüntü alınamadı. MOBESE’lerin arızalı olduğu belirtilirken, diğer işyerleri için de ‘bozuktu, kameranın lensi yoktu, şalter kapalıydı, TOMA su sıktı bozuldu’ gibi gerekçelerle görüntü olmadığı yönünde tutanak tutuldu. Oysa Korkmaz davasındaki en önemli deliller olan ‘öldürme anı’ görüntüleri yine ‘kayıt yok’ denilen bir fırına ait kameradan çıkmıştı. Radikal’in ortaya çıkardığı görüntülerde Korkmaz’ın polisler ve eli sopalı kişilerce dövüldüğü fırına ait kameradan tespit edilmişti. Şimdi akıllara acaba polisin ‘kayıt yok’ diyerek tutanak hazırladığı diğer kameralarda da görüntü bulanabilir mi?

Onlar da ‘kayıt yok’ demişti

Eskişehir 2. Ağır Ceza Mahkemesi ’ndeki dava dosyasına göre; Korkmaz’ın 2 Haziran’da Sanayi Sokak’ta dövülmesinden sonra polis, 7 Haziran’da Harman Ekmek Fırını’na gelerek fırıncı İsmail Koyuncu’yla görüştü. Koyuncu saat 12.40’taki tutanağa göre, ‘kamera olduğunu ancak kamera kaydının tutulmadığını’ söyledi. Buna karşın, saat 13.00’te ikinci bir tutanak daha tutuldu. Bu kez Komiser Yardımcısı Gökhan Basmacı’nın da adının eklendiği tutanakta, ‘kameraların kayıt yapmadığı’ beyanı tekrarlandı. Koyuncu, ifadesinde, bir gün önce yani 6 Haziran’da incelemek için kameraya baktığını söylüyordu. Polis, Koyuncu’nun beyanını yeterli bulup kayıtlara el koymadı. Daha sonra hazırlanan bilirkişi raporunda Koyuncu’nun kamera kayıtlarını bu tarihte sildiği anlaşıldı. Komiser Basmacı dört gün sonra gelip harddiski aldı. 13 Haziran’da da iki polis daha geldi; kameralara el konduğuna ilişkin bir tutanak tutup ayrıldı. Jandarma Kriminal’de açılan bu görüntülerde davanın önemli delillerinden olan görüntüler ortaya çıkmıştı. Radikal’in haberine göre; bu garipliğin bir benzeri, 20 dakikalık kaydı kayıp olan Beşik Otel için de geçerliydi. Beşik Otel’deki görüntülere el koyan polis, ‘Kameraların açık olduğu ancak görüntülerin açılmadığı’nı yazdı.

Bozuldu, gece görüşü yok, şalter kapalı!

Dava dosyasına göre fırın dışında çevredeki 15 yerinin kameralarının da bozuk ya da arızalı olduğu yönünde tutanaklar hazırlandı. Tutanaklar şöyle:
Gürgenci Otel: Otelimizin kamera sistemi olmadığından dolayı yerine getiremiyoruz.
Şekerbank: Kameranın TOMA’nın su sıkması nedeniyle kullanılamaz hale gelmesi nedeniyle görüntüleri verememekteyiz.
Erenpen: Güvenlik kameralarının on gündür çalışmadığı…
Winhouse: Çok puslu ve karanlık gösterdiği, geçen şahısları gölge şeklinde gösterdiği, giysilerinin belli olmadığı…
Japon Pazarı: İş yerinin elektrik şalterini işyerini kapatırken kapattıkları, çekim yapmadığı beyan edildi.
Arçelik: Güvenlik kameralarının çalışmadığı, arızalı olduğu…
Armaks: İş yerini kapattıklarında kamera sistemini de kapattıkları.
Sanayi Sokak 6 No’lu Bina: Hırsızlığa karşı caydırıcı olması için kameranın olduğu, kamera kaydı tutulmadığı.
Salih Aydoğdu Şirketi: Geceleri elektrik aksamındaki yetersizlikten dolayı kameraları kapattıkları.
Çolak Kardeşler: Gece görüşlü kamera olmadığından dolayı görüntülerin seçilemediği.
IGS Tarım ve Madencilik: Kameraların lensleri bozuk olduğundan gece görüntü alınamadığı.
Yüksel Veteriner Kliniği: Kameranın anlık görüntü verdiği, kayıt yapmadığı.
Es Can Hırdavat: Kameranın kayıt yaptığı ancak açısının çok dar olduğu, sadece iş yerinin girişini gösterdiği
Özsaray Mobilya: Kamera sistemini 8 Haziran’da taktırdığını, 3 Haziran’a ait kayıt olmadığı.

 

“Var olmak için yok oldular”

Müslümanlaştırılmış Ermeniler Konferansı”nın açılışında konuşan Rakel Dink: Onlara gerçek isimleriyle bir daha kimse seslenmedi. Onlar var olmak için yok oldular, silindiler.

Hrant Dink Vakfı’nın düzenlediği “Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeniler Konferansı” Boğaziçi Üniversitesi’nde başladı. Yoğun katılımla başlayan konferansın açılış konuşmasını Hrant Dink Vakfı Başkanı Rakel Dink yaptı.

Dink, “Sorgulanmayan sayfaları aralamak için buradayız. Dile gelmeyen sırlara şahitlik edeceğiz” diyerek konuşmasına başladı. “Aslını inkar eden haramzadedir” sözünü hatırlatan Dink, konferansın “yasal ve legal” olarak Ermeni kimliği ile yaşayanlar açısından bir yüzleşme niteliğinde olduğunu belirtti, “Kılıç artıklarının fısıltıları bugün artık seslendiriliyor” dedi.

Rakel Dink, “Müslümanlaştırılmış Ermenileri”, “Onlara gerçek isimleriyle bir daha kimse seslenmedi. Onlar var olmak için yok oldular, silindiler” sözleriyle tanımladı.

Konferansın amacını, “Bir tabuun üzerindeki ölü toprağını atacağız” diye özetleyen Rakel Dink, “Müslümanlaştırılmış Ermeniler”in Hrant Dink’in de önem verdiği bir konu olduğunu söyledi.

Konferansta Sibel Asna, Nebahat Akkoç, Fethiye Çetin kökenlerine yıllar sonra yaptıkları yolculuk sırasında yaşadıklarını anlattı.

 

Boğaziçi Üniversitesi Güney kampusu Albert Lang Hal’da yapılan v4 Kasım’a kadar sürecek konferansın programı: http://hrantdink.org/picture_library/MusErm_BRO_TR_email.pdf

 

Konferansa gösterilen yoğun ilgi nedeniyle kayıt yaptırmamış olanların konferansı aşağıdaki linkten izlemeleri isteniyor:

http://www.hrantdink.org/?Detail=753&Lang

 

www.etha.com.tr, Yeşil gazete

Kadıköy’de #direnvegan yürüyüşü: Direniş Mutfakta, Gardıropta, Sokakta!

Gezi Parkı Vegan Forumu’nun (#direnvegan) çağrısııyla 1 Kasım Dünya Vegan günü’nde Kadıköy’de gerçekleşen #direnvegan yürüyüşüne Gezi Parkı Vegan Forumu katılımcılarının yanı sıra Bağımsız Hayvan Özgürlüğü Aktivistleri, Vegan Özgürlük Hareketi, Vegan Sözlük, Vegan Yaşam Kulübü/Vegan Sosyalizm, Yeryüzü ve Hayvan Aktivistleri de katıldı.

1 Kasım Cuma Saat 19.00’da Kadıköy Boğa heykelinin önünden başlayan yürüyüş, Bahariye Caddesi boyunca sürdü. Grup Moda Havuz’da yaptıkları basın açıklamasının ardından Kadıköy sokaklarında yürüyüşü sürdürdü ve Mango, Deriden, McDonald’s, Burger King gibi hayvan sömürüsüyle özdeşleşmiş markaların mağazaları önünde sloganlar attı.

“Ağaca, hayvana, gezegene, özgürlük”, “Hayvan yenen devrim, devrim değildir”, ”Devlet sistem erkek şiddet mezbahalardan yükseliyor”, Mutlu inek yok, katliam var! Katliam varsa direniş var” sloganlarını atan grup, “Arama arama başka yerde arama, Özgürlük son kafesin kırıldığı yerdedir” şarkısını söyledi.

Yaptıkları basın açıklamasında vegan olmanın hayvan sömürüsüne ve tahakkümüne son vermesinin yanı sıra, iklim değişikliğini durdurmak içinde önemli bir adım olduğunu, hem su ve gıda adaletsizliğinin çözüm yolu hem de fiziksel / ruhsal olarak sağlıklı bir yaşamın koşulu sayılması gerektiğini vurgulayan grup, hükümetin ODTÜ’de yol, üçüncü havalimanı, üçüncü köprü gibi projeler sebebiyle sürdürdüğü doğanın yıkıma uğratıldığı projeleri de protesto etti.

Vegan aktivistler basın açıklamasını şu sözlerle sonlardı: “Gezegeni ve hissedebilir canlıları sömüren ve yıkıma uğratan türcü politikalara ve pratiklere karşı mücadele sürüyor, bu daha başlangıç! Direnişi sadece sokaklarda bırakmamak ve yaşamın her alanına taşımak adına “Mutfak ve gardırop da bir direniş alanıdır” diyoruz ve herkesi vegan olmaya davet ediyoruz.”

(Yeşil Gazete)

Vizyonda bu hafta

1 Kasım’da Vizyona Girecek olan 8 ve Başka Sinema Alternatif Film gösterim ağının göstereceği 2 film (Frances ha ortak gösterilecek yapım) sinemaseverlerle buluşacak.

Vizyona giren yapımlar arasında 3 yerli yapım(Behzat Ç: Ankara Yanıyor, Sen Aydınlatırsın Geceyi ve Aziz Ayşe  ve 2 Animasyon(Kahraman İkili, Acemi Gladyatör) yapım yer alıyor. Diğer filmler ise Frances Ha, Hunt, Last Vegas, Thor: Karanlık Dünya, Son Durak

Sizin İçin Seçtiklerimiz

Kasım ayı ile birlikte sinema salonlarında yıl boyunca merakla beklenen yapımlar gösterime girmeye başlıyor. Öncelikle uzun zamandan beri beklenen yerli yapımlardan bahsetmemiz gerekir diye düşünüyorum..

Siyah Beyaz Vizyon Filmi; Sen Aydınlatırsın Geceyi

Onur Ünlü’nün Altın Lale ödüllü ve her festivalde sinemasever tarafından beğenilen Sen Aydınlatırsın Geceyi adlı filmi nihayet vizyonda. Siyah Beyaz olduğu için sinema dağıtım karteli tarafından vizyona alınmayan başarılı yapım Alternatif Film Gösterim Ağı olan Başka Sinema projesi ile İstanbul ve Ankara’da seans ve gün kaygısı olmadan 1 ay boyunca izleyiciyle buluşacak..

Filmin Konusu; Anadolu’da bir kasabadaki aşk hikayesini konu alan filmin kahramanlarının ise işe yaramasa da farklı doğa üstü güçlere sahipler. Fakat işlerine yaramıyor. Gerçeklik ile hayatın absürd taraflarını bir araya getirmekte usta olan Onur Ünlü, anlattığı dram hikayesini ajite etmeden aksine absürd anlatımla birleştirdiği özgün senaryosu farklı bir filmin ortaya çıkmasındaki en önemli unsur. Yılın en başarılı yerli yapımı diye nitelendirebileceğimiz Sen Aydınlatırsın Geceyi, Beyoğlu Beyoğlu, Altınuzade Capitol, Kadıköy Rexx, Ankara Büyülü Fener sinema salonlarında  bir günde 3 farklı seansta izleyebilirsiniz..

Behzat Ç: Ankara Yanıyor

Behzat komiserim karakteri ile dizi dünyamızın unutulmayacak karakterinden biri haline gelen Erdal Beşikçioğlu’nun rol aldığı Behzat Ç: Ankara Yanıyor filmi haftanın önemli yapımlarından bir tanesi. Behzat Ç dizisinin son bulmasından sonra çekilen Ankara Yanıyor adlı filmin yönetmen koltuğunda ilk filmde olduğu gibi Serdar Akar oturuyor.

Geniş ve kaliteli bir oyuncu kadrosuna sahip olan Behzat Ç: Ankara Yanıyor filmi aksiyon sahnelerinin yanı sıra, başta sonra devam eden temposuyla izleyicinin hoşuna gidecek bir içeriğe sahip.

Hunt / Onur Savaşı

Danimarka sinemasının ve Dogma 95’in kurucularından yönetmen Thomas Vinterberg,  bol ödüllü filmi Hunt/ Onur Savaşında gelişmiş toplumlarda toplumsal sorunları çözme, algılama ve linç kültürünü masaya yatırıyor. Kreş’te çalışan Lucas’ın yakın arkadaşının küçük bir kızını taciz etmedi iddiasıyla hayatının yaşanmaz hale gelmesini ve bu durumun toplumsal anlamda çözümsüzlüğünü başarılı bir şekilde sinema aktaran bir yapım. Mads Mikkelsen’in göstermiş olduğu performansla 2012 Cannes Film Festivalinde En İyi Erkek Oyuncu ödülüne layık görülmüştü.

Hunt/ Onur Savaşı Başka Sinema etkinliğinde Beyoğlu Beyoğlu, Altınuzade Capitol, Kadıköy Rexx, Ankara Büyülü Fener sinema salonlarında  bir günde 3 farklı seansta izleyebilirsiniz..

 

Fruitvale Station/ Son Durak

Sundance film festivalinden ödülle dönen Fruitvale Station/ Son Durak adlı yapım başarılı senaryo ve kurgusuyla Oscar’a aday olarak gösterilen yapımlardan bir tanesi. Yönetmen Ryan Coogler’ın ilk uzun metrajlı filmi olma özelliği taşıyan “Fruitvale Station / Son Durak” yaşanmış bir olaydan esinlenen bu yapım, polis şiddetini anlatan bir film olarak dikkat çekiyor.

 

Frances Ha

İlk olarak İf İstanbul Film Festivali daha sonra Altın Koza Film Festivalinde gösterilen Frances Ha konusu ve başrol oyuncusu Greta Gerwig’in performansıyla akılda kalıcı bir  film olarak sinemaseverlerin beğenisi kazanacak bir yapım.

Filmin senaryosunu yönetmen Noah Baumbach’la birlikte kaleme alan Gerwig’in filmin içinde canlandırdığı karakterin insanlara güç verecek nitelikte olmasının yanısıra Greta Gerwig’in akıldan çıkmayacak doğaçlama anlarla dolu performansı, Frances Ha’yı senenin en büyüleyici seyirliklerinden biri yapıyor. Siyah beyaz görüntüleri ile izleyicilerde  nostalji duygusunu yaşatan Frances Ha doğal sahneleriyle New York’un aşinalık yaratan görüntülerini beyazperdeye aktarmayı başaran bir film.

Filmin konusu , Frances bir dans kumpanyasında çırak olarak çalışsa da bir dansçı değildir. Büyük ve teferruatlı hayalleri olmasına rağmen, New York’ta yaşamanın ekonomik zorluklarından o da payını almaktadır. Oda arkadaşı Sophie’yle de araları bozulduğunda, henüz adım attığı yetişkinler dünyası Frances için iyice şaşırtıcı bir hal alır.,. Frances’in yersiz yurtsuzluğunu vurgulamak için sürekli değiştirdiği ev adreslerinin etrafında kurulan bu gösterişsiz başyapıtın yaratıcılığı hiç tükenmiyor.

Frances Ha hem vizyon filmi olarak hemde Başka Sinema organizasyonu tarafından gösterime girecek. Sadece 4 kopya ile sinemaseverle buluşacak Frances Ha Başka sinema organizasyonu sayesinde Kasım ayı boyunca Beyoğlu Beyoğlu, Altınuzade Capitol, Kadıköy Rexx, Ankara Büyülü Fener sinema salonlarında  bir günde 3 farklı seansta izleyebilirsiniz..

 

Haber: Muhittin Kurban

(Yeşil Gazete)

 

Yolun Öğrettikleri

“Bisiklet; ellerinizi bırakıp kollarınızı kanat gibi açtığınızda, gerçekten uçtuğunuzu sanmanızı sağlar”

Çoğumuz; işle ev arasında sıkışmış, televizyonla renklendirilmeye çalışılmış, avmlerle hareketlendirilmiş, satın aldığımız oranda mutlu olduğumuzu zannettiğimiz, hep aynı sıkıcı pazartesiyi yaşıyoruz. Sonraki güne bile geçemeden, farkında olmadan bir ömür tüketiyoruz. Cumalara cumartesilere ulaşanları ise hiç sevmiyoruz, çünkü onlar bizim bahanelerimizin gerçek olmadığını yüzümüze vuran aynalar. Küçük dünyalarımız, bahanelerimiz, iç sıkıntılarımız, hantallıklarımız ve duvarlarımızla mutlu olduğumuza kendimizi inandıracağız inandırmasına ama yüzümüze ayna tutanlar işi bozuyor. İnci Sarıhan ve Soner Sarıhan da rahatımızı kaçıranlardan.

Bisiklet sevdalısı iki öğretmen yaz tatillerinde, bir haftalığına gidilip yıl boyunca taksitleri ödenen, hepsi birbirinin aynı etkinlikler yapılan, sadece yemek yenilip, gün boyu uyunan paket tatillerden birini yapmak yerine, kendi tatillerini yaratmışlar. 2005 senesinde Denizli – Muğla – Antalya ile başlayan seyyahlıkları ertesi sene Karadeniz kıyılarıyla devam etmiş. Yolların haylaz cini içlerine kaçtığından olacak, 2007 yılında artık yurtiçi kesmemiş; Türkiye’de bindikleri bisikletlerinden İran, Pakistan, Hindistan ve Nepal’ın tozlu yollarında tekerlek çevirdikten sonra inmişler. Bu ülkeleri gezmekle de kalmamışlar üstüne bir de Pedalımda 5 Ülke isminde keyifli bir gezi kitabına imza atmışlar. Diğer gezi kitaplarından farklı olarak kronolojik ya da ülkesel bir sıra izlememişler, belirledikleri başlık altında ülkeleri anlatmışlar. Ülkeleri birbirleriyle karşılaştırıp, kıyaslamaktan ziyade; olanı, yaşadıklarını ortaya koymuşlar. 5 İnanç, 5 Teknik Sorun, 5 Sınır, 5 Kötülük, 5 Sabah gibi yirmi üç bölümde ülkeleri anlatmışlar. Her ülke için farklı bir renk belirlemeleri, ülkelerarası geçişi ve fark edilişi kolaylaştırıcı bir yöntem olmuş. “Bu epeyi minimumda tutulmuş bir bütçe aslında. Bunu aşacağımız şimdiden garanti. Olsun. Kendimizi ve toplumun daha çocuklukta tımar edilmiş kıt anlayışını aşmaya çalışırken bütçemizi aşmışsak ne gam. Varsın böyle olsun. İnsanlara tüm masraflarını bizim karşılayacağımızı söylesek ve üzerine de tonla para versek böyle bir yolculuğa çıkmaya ikna edebilir miyiz acaba? Sevdiklerinden, evlerinden, rahat yataklarından ayırabilir miyiz? Sanmıyorum. Önümüzde Taliban tehlikesi, çöller, sıcak, binlerce kilometrede çevrilecek milyonlarca pedal, onlarca hastalık tehlikesi ve daha bilmediğimiz olumsuzluklar yok değil. Ama bunun yanında Altın Tapınak, Tac Mahal, Persepolis, Himalayalar da var.” (5 Akşam – Türkiye) “Kapısında ve duvarlarındaki resimlerde, sıralara oturmuş öğrenci çizimleri olan binalar görüyoruz arada sırada. Kocaman demir kapıları kapalı. Yaz olduğu için bu normal zaten. Her yerde olduğu gibi geleneksel tuğla duvarlar çok yüksek yapılmış. Kendi okuduğum okullardaki yüksek duvarlar geliyor aklıma. Hapishane ya da akıl hastanesi duvarı kadar yüksek duvarlar. Bedeni değil, beyinleri hapseden sözde eğitim kurumları. Bazı ülkelerdeki çağdaş okullardan ne kadar farklı. Yok bunlara duvar denmez. Sur desek yeridir. Bu duvarların içinde özgürlük, bilim, aydınlanma öğretilebilir mi, şüpheliyim. Halbuki Batı ortaçağ karanlığını yaşarken bu topraklarda nice yüksek kültürler ve sanat anlayışı hâkimdi.” (5 Okul – İran) “Biz gezginiz. Oraya da bakayım, bunu da çekeyim, şuna da şahit olayım diye önümüze gelen yere dalmadık hiçbir zaman. Çünkü bu kendi ülkemizde bize karşı yapılsaydı hiç hoşumuza gitmezdi. Bazen bir tapınakta, içeride ibadet eden yerel halktan fazla turist görüyoruz Hindistan’da. Turistler çevreye neredeyse yabanice saldırıyorlar. Dokunmadıkları bir şey, çıkmadıkları bir yükseklik, çalmadıkları bir kapı, ellemedikleri yerel bir şey kalmıyor. Onlar bunu yaptığında o “şey” artık yerel ve ilginç olarak kalamıyor zaten.” ( 5 İnanç – Hindistan) “Bu kadar toz toprağın içinde bembeyaz giyinmek konusunda nasıl bu kadar hassas olabiliyorlar, sürekli bunu düşünüyorum. Renklerin statüyle ilgili bir durumu olsa gerek. Daha gri ve daha koyu giyenlerin geliri daha düşük. Çünkü daha gri renk bir kıyafet daha uzun süre yıkanmadan giyilebilir. Beyaz kıyafetin belki de her gün değiştirilmesi gerekir. Ayrıca ütü derdi de var.” (5 Giysi – Pakistan) “Kafamda bin türlü düşünce dolaşırken, ilk günden bu yana bir türlü alışamadığım alüminyum ayaklığı tamir imkânı kalmayınca Hindistan’da bir yerlerde attığım geliyor aklıma. Nereden nereye diye düşünüyorum; Doğubeyazıt’ta bir bisikletçiden alınan parça şimdi, Agra yakınlarında bir çöplükte. Belki oradan hurdacılar tarafından alınacak, eritilip yeniden başka bir kalıba dökülecek ve kim bilir hangi ülkeye ihraç edilecek, kim bilir ne iş için kullanılacak, kimlerin eline geçecek, nereleri görecek? Ruhu, hayalleri, duyguları olmayan bu metal parçasının serüvenini düşününce insan olarak bizim hayat döngümüzün nerede başlayıp, nasıl devam edip, nerede biteceğini düşünmeden edemiyorum. Ne idik, ne olduk, ne olacağız? Kim bilir?” (5 Teknik Sorun– Nepal)

 

Kitap genel olarak Soner Sarıhan’ın günlük notlarından oluşuyor. Yazar sonradan bu notların üzerinde çok az düzeltme yaptığı -neredeyse olduğu gibi bıraktığı- için çok samimi, akıcı, doğal, kolay okunan bir kitapla karşı karşıyayız. Bu kitap sayesinde, bize en yakın ama en uzak ülke İran’la ne kadar benzediğimizi, bir ülkeyi tanımak için ‘Jive Pakistan’dan fazlasına ihtiyaç duyduğumuzu, Hindistan’da sayısız inanç ve on binlerce tanrıya rağmen insanların saygı içinde birlikte yaşabildiklerini, Nepal’da insanların olumsuzlardan şikâyet etmek yerine tevekkülle geçip gitmesini beklediklerini öğreniyorum. Pedalımda 5 Ülke’de pek çok fotoğraf var ama insan gene de keşke daha fazla yerel yer ve portre fotoğrafı olsaymış demeden edemiyor. Özelikle insan fotoğrafları çok güzel ve dikkatlice bakana hikâyesini fısıldıyor.

 

Yazarın, kitabın başlarında maceralarına ses vermeyen, desteklemeyen dostlarına sitemi ve ‘onlara neyi hatırlatıyoruz, gerçekten bilmiyorum,’ sorusu var. Ben aslında dostlarının neden böyle davrandıklarını tahmin edebiliyorum. Sarıhan çifti maceralara atıldığı zaman içimizdeki özgür ruh başarmalarını deli gibi arzularken, tutsak yanımız hasetle lastiklerinin taşa takılmasını istiyor. Onlar; hayatımızın çok sıkıcı olduğu halde bunu değiştiremiyorum çünkü para yok, zaman yok, destek yok, yok oğlu yok bahanelerimizi elimizden alıp, yepyeni ufuklar açıyor. Ancak konfor tutkunu hayatımız bizi o kadar hamlaştırmış ki; perdeleri kapalı salondan ötesine adım atmaya korkan kendimize değil, dışarıdaki masmavi gökyüzünü gösterenlere kızıyoruz. Ben karanlığa küfretmek yerine mum yakacağım, dostlarına da tavsiyem bu yönde. Herkes Sarıhanlar gibi bisikletle kilometrelerce yol gidemez ama herkes gidebilir. Bir dağın tepesine, bir derenin kenarına, bir denizin kıyısına, bir ormanın içine, bir parktaki ağacın altına, herkes gidebilir. Herkese iyi yolculuklar…

İnci Sarıhan / Soner Sarıhan, Pedalımda 5 Ülke, Optimist Yayım Dağıtım, Gezi / Yaşam Kültürü, 184 S., Haziran 2013

Not: Yazarların bisikletleriyle yaptıkları dünya turunu güncel olarak takip etmek için internet adresleri: www.minikgezgin.com

 

Mehmet Fırat Pürselim

Kozmetik hayvan deneyleri Türkiye’de de yasaklansın!

Türkiye Vegan&Vejetaryenler Derneği 1 Kasım Dünya Vegan gününde change.org’da başlattığı imza kampanyası ile Sağlık Bakanlığı’na Kozmetik ürünlerin geliştirilmesi deneylerinde hayvanların kullanılmasının yasaklanması çağrısı yaptı.

11 Mart 2013’de Avrupa Birliği’ni oluşturan tüm ülkeleri kapsayacak şekilde  hayvanlar üzerinde denenen her tür kozmetik ve kişisel bakım ürününün satışı yasaklandı. Bu yasağın kapsamı daha da genişletilerek Avrupa Birliği’nin dışındaki ülkelerden ithal edilen ürünler için de geçerli hale getirildi.

Vegan&Vejetaryenler Derneği Türkiye’nin başlattığı imza kampanyasında Sağlık Bakanlığı’nın da bu yasağı geçerli hale getirmesi için tüm hayvan hakları savunucuları imza atmaya çağırılıyor.

Dernek tarafından hazırlanan metinde her yıl yeni ürünlerin denenmesi amacıyla AB ülkelerinde yaklaşık 38 bin hayvan gereksiz bir biçimde çeşitli acılara maruz bırakılarak  öldürülmekte olduğu belirtilirken ülkemizde 5199 Sayılı Hayvanları Koruma Kanunu ile bilimsel araştırmalar için hayvan deneylerine izin verildiği ifade ediliyor.

Bu yasağın tüm hayvan deneylerinin sonlandırılmasının başlangıcı olmasının temenni edildiği Kozmetik hayvan deneyleri Türkiye’de de yasaklansın imza kampanyasına katılmak için: change.org/tr/kampanyalar/kozmetik-hayvan-deneyleri-türkiye-de-de-yasaklansın

(Yeşil Gazete)

Metin Kılıç: “Veganlık etik bir tutumdur. Hayvanlar meta değildir, bizim gibi duygulara sahiptir, candır, dosttur”

Bugün 1 Kasım Dünya Vegan Günü. Veganlar ne istiyor, veganlığı nasıl tanımlıyor ve nasıl bir örgütlenme çalışması yürütüyorlar? Bu konuları Vegan Özgürlük Hareketi aktivisti ve Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi Beylikdüzü ilçe örgütü eşsözcüsü Metin Kılıç‘la konuştuk.

– Vegan olmak ne demek? Vejetaryenlerle farkınız nedir?

– Vegan olmak demek, hiç bir şekilde hayvan sömürüsüne ortak olmamak demektir. Biz veganlar hiçbir canlı hayvanı yemediğimiz gibi hayvanların sömürüldüğü, kullanıldığı gıdaları reddederiz. Bunun yanında kürk, deri, yün, ipek gibi hayvanlardan elde edilen ya da hayvanların ürettiği hiçbir giyim eşyasını kullanmayız. Hayvanlar üzerinde deney yapılarak üretilen kozmetik, gıda ve temizlik maddelerini de kullanmayız.

Vejetaryenlerin veganlardan farkı, hayvan sömürüsünün bir kısmına isteyerek ya da istemeden göz yummalarıdır. Vejetaryenliğin birden fazla çeşidi var. Örneğin kırmızı et ve tavuk yemeyip balık yiyene de vejetaryen denir, deri ya da yün kullanan birine de vejetaryen denilebiliyor. Vejetaryenliği biz veganlığa geçiş olarak kabul ediyoruz. Aksi takdirde biz veganlar için çok fazla da bir şey ifade etmiyor.

– Vegan olmak dinsel bir tercih gibi görülebilir mi? Yoksa etik bir karar mı?

Veganların Kurban Bayramı eyleminden

– Veganlığın dinlerle ya da inançlarla bir alakası yoktur. Bizim vegan gruplarımızın içinde vegan olan müslüman, hırıstiyan, katolik, ateist vb bütün inanç gruplarına ait bireyler var. Veganlık kesinlikle ‘etik’ bir tutumdur, en azından biz işin etik kısmıyla ilgileniyoruz. Hayvanlar aynı bizim gibi duygulara sahiptir, candır, dosttur. Yemek, giyim eşyası, eğlence malzemesi ya da birer meta değildirler.

– Vegan olma tercihinizin iklim degişikligi ile bir ilgisi var mı?

– Kesinlikle bu günkü iklim değişikliğinin ve sera gazı salımlarının gezegenimize verdiği zarar çoktur, istatisliklere  göre et, süt, yumurta, deri, kürk vb. şeylerin üretimi nedeniyle yapılan hayvan yetiştiriciliğinin sera gazlarının salımındaki katkısı resmi rakamlara göre %18, ama resmi olmayan rakamlara göre %51 olduğu ortaya çıkmış durumda.

Bir sloganımız var ‘Vegan ol Gezegeni kurtar’. Zaten vegan olmanın en önemli üç sebebinden biri de gezegeni korumaktır ve dünya üzerindeki açlığın son bulmasıdır. İşin bir de su tüketimi boyutu var ki, su kaynaklarının hızla tükendiği dünyamız için bunun günümüzde yarattığı ve gelecekte neden olacağı sıkıntıları tahmin etmek için kahin olmaya gerek yok. Su tüketimi bilançosu şöyle,

  • 1 kg sığır eti üretimi için 100 bin litre,
  • 1 kg tavuk eti üretimi için 3500 litre,
  • 1 kg buğday üretimi için 900 litre,
  • 1 kg patates üretimi içinse 500 litre su tüketiliyor.

Et üretimi için tüketilen aşırı suyun yanı sıra işin bir de biyolojik atık boyutu var. Endüstriyel hayvancılık, yılda 1,4 milyon ton biyolojik atık oluşmasına neden oluyor. Yani tüm insan nüfusunun bir yılda ürettiği biyolojik atık miktarının neredeyse on üç katı.

Besin üretimi için kullanılan toprak miktarı da önemli bir veridir çünkü dünya üzerindeki tarım arazileri her geçen gün yetersiz hale gelirken yeni araziler için feda edilen ormanlık araziler ve doğa hem insanların hem de pek çok değişik türde hayvanın yaşamını tehdit ediyor. Bu, bindiğimiz dalı kesmekle eşdeğer bir durum. Sayısal oranlara bakacak olursak, bir vejetaryenin 1 yıllık gıdası için 675 m2, et yiyen bir kişinin bir yıllık gıdası içinse 13.150 m2 toprak gerekiyor. Şu an Avrupa’da uygulanan fabrikasyon (endüstriyel) hayvan üretim tarzının, sığır yemi üretimi için (yani kesim hayvanlarının beslenebilmesi için) Avrupa’nın yedi misli büyüklüğünde bir arazi gerektirdiği söylenmektedir.

– Kurbanın önemli bir dinsel ritüel olduğu ülkemizde veganların muhalif tavrına karşı ne tür tepkilerle karşılasıyorsunuz?

-Biz Vegan özgürlük hareketi olarak,  Kurban katliamlarını ilk olarak 2011 yılında protesto ettik. Bu yılla birlikte üçüncü protestomuzu gerçekleştirdik. Zaman zaman dini yobazca yaşayanların sözlü, küfürlü saldırılarına uğrasak da genel olarak, özellikle de aklı başında inançlı kesimler bize hak veriyor. Sonuçta et yemiyoruz, süt içmiyoruz, deri giymiyoruz, tutarlı bir şekilde bu geleneğe de karşı çıkmamızdan daha doğal başka ne olabilir ki… Müslümanların kurban katliamlarına karşı çıktığımız gibi Noellerde ya da Şükran günleri adı altındaki hindi katliamlarına da karşı çıktığımız için kamuoyunda  tutarlılığımızdan dolayı olumlu tepkiler alıyoruz. Hatta zaman zaman da çok destekleniyoruz.

– Vegan olmanın beslenme yetersizliğine ve hastalıklara yol actığına dair görüşler konusunda ne düşünüyorsunuz?

– Vegan beslenme kesinlikle yetersiz değildir ve en sağlıklısı vegan beslenmedir. Yani ette, balıkta, tavukta ya da hayvansal ürünlerde sağlıksızca alınan bütün aminoasitleri biz veganlar sebzelerden, meyvelerden, bakliyatlardan, tahıl ve yemişlerden zaten sağlıklı bir şekilde alabiliyoruz.

Bizim bilgilerimize göre insanların hayvansal süte ihtiyacı yok. Hatta yararından daha çok zararının olduğunu biliyoruz. Hayvan yiyen insanlarla yemeyen insanların karşılaştırmasında etle ya da hayvansal gıdalarla beslenen insanlarda daha fazla hastalık görülür. Örneğin, gut, romatizma, gırtlak, bağırsak ve çeşitli kolon kanserlerinin hayvansal gıdalarla ilişkili olduğu saptanmıştır.

– Ülkemizde ve dünyada veganlar nasıl örgütleniyor?

– Bütün iletişim araçlarını kulanıp örgütlenebiliyoruz ,web siteleri, facebook, twitter vb sosyal medyaları, radyoları, TV’leri ve akla gelebilecek her türlü iletişim araçlarını kullanıyoruz. Mesela en çok facebook üzerinde örgütleniyoruz. Gruplarımız, sayfalarımız ve etkinliklerimizi orada oluşturuyoruz. Gittikçe de kalabalıklaşıyoruz ve ulaştığımız insanların sayısı artıyor, ağımız genişliyor…

– Vegan olmayı tanıtmak, yaygınlaştırmak için ne tür etkinlikler yapıyorsunuz?

– Biz Vegan Özgürlük Hareketi olarak bizim gibi hayvan özgürlüğünü savunan diğer bazı gruplarla birlikte çalışıp, son 3 yılda ülkemizde çok güzel işler başardık ve gözle görülür ilerlemeler kaydettik. Bu yıl ilk defa 18 Mayıs 2013 tarihinde üç farklı grup olarak biraraya gelip Kadıköy’de 1. Vegan – Vejetaryen onur yürüyüşü yaptık. Resmi olarak Türkiye Vegan ve Vejetaryenler Derneği’ni de kurduk. Düzenli olarak Kasım ayını Dünya Veganlar Ayı ve 1 Kasım gününü de Dünya Veganlar Günü olarak kutluyoruz. 1 Mayıs’larda hayvan özgürlüğü korteji oluşturuyoruz. Son üç yıldır ‘Bayram’a Evet, Kurban’a Hayır!’ etkinlik ve protestoları yapıyoruz. Bu yıl ikincisini yapacağımız ‘Noellerde/Şükran günlerinde hindi katliamları istemiyoruz’ etkinliğimiz de gelenekselleşti.

Her fırsatta hayvanların da insanlar kadar yaşama hakkına sahip olduğunu, hayvansal yiyeceklerin zararlarını ve vegan beslenmenin yararlarını vurgulayan el ilanları dağıtıyoruz. Ayrıca Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi’nde hayvan özgürlüğü adına siyaset yapıyoruz ve şu an ben de YSGP Beylikdüzü ilçe örgütünün eş sözcüsüyüm.

– Bu sene 1 Kasım Dünya Vegan Günü’nde neler yapacaksınız?

– 1 Kasım Dünya Vegan Günü’nü bu sene Kadıköy boğa heykelinden başlayarak  Bahariye’ye kadar devam edecek bir yürüyüşüyle kutlayacağız. Diren Vegan ile birlikte biz VEGAN Özgürlük Hareketi de oradayız ve tüm veganları dayanışmaya 1 Kasım Cuma günü saat 19:00’da bizimle yürümeye ve akşamında bir şeyler  yiyip, içip sohbet etmeye davet ediyoruz. Vegan ve Vejetaryenler Derneğimiz bu kutlamayı 27 Ekim 2013 tarihinde Kadıköy İskele Meydanı’nda yaptı, biz de grupça oradaydık… Ayrıca derneğin 16 Kasım cumartesi saat: 11:00 da Taksim Galatasaray’da  ‘Vegan mutfak’ diye bir etkinliği daha olacak.

– Eklemek istedikleriniz?

Vegan ol, sağlıklı ve mutlu ol…

Röportaj: Savaş Çömlek – Yeşil Gazete

Ama ya ‘insan’ iseler? – Sibel Yerdeniz

Bir süredir bilmediğim bir dili öğrenmeye çalışıyorum. Bana her şeyiyle çok yabancı gelen bir dili. Ama aynı zamanda çok tanıdık da gelen.

İyi tarafı beni gündelik hayatın karmaşasından, yaşadığım ülkenin çarpıtılmış gerçeklik algısından, politik ve popüler kültüründen uzaklaştırması.

Kötü tarafı, ana dilimde okuyup-yazma eylemlerinden bir süreliğine uzak durma ihtiyacı.

Hayatın gerçekliğine ayak uydurmanın bin bir yolu var. Uyduramamanın da. Dehşete düştüğüm zamanlarda, umarsızca yazmaya oturmam bundan.

“Var oluşun anlamı ne?” Artık kendinize bu soruyu sormuyorsanız -ya da hiç sormadıysanız- benden çok ileridesiniz demektir. Benim bilmediğim birşeyi biliyorsunuz.

Edebiyat hocasının “Yaşamınızın en güzel ve en kötü deneyimini anlatınız” sorusuna, genç Traffaut “Yaşamın kendisi hüzünlü bir deneyimdir”  diye yanıt verir. “Benim hayatım bu. Ne neşeli, ne hüzünlü. Benim maceram yaşam. Çok uzun süre gökyüzüne bakmam, çünkü gözlerimi yere indirdiğimde dünya bana korkunç görünüyor…”

Uzun uzun gökyüzüne bakın. Uçsuz bucaksız ve sonsuz olana bakın…

Gözlerinizi yere indirdiğinizde ne görüyorsunuz?

Bugün, bu ülkede, hemen yanı başımızda -bütün o şatafatlı cumhuriyet, milliyet, ileri demokrasi, medeniyet, adalet ve kalkınma söylemlerinin arkasında- neler görüyorsunuz?

Manşetlere, üçüncü sayfa haberlerine, her gün ekranlardan evlerinize boca edilen onlarca habere bir gözatın. Nasıl bir coğrafyada yaşıyorsunuz? Memleketinizin ruh hali nasıl?

Dönüp bir de kendi içinize bakın. Nasılsınız?

Yalnızca geçtiğimiz hafta içinde önümüze düşen haberler karşısında neler hissettiniz?

Kafanızın içindeki çekmeceleri açıp, her bir haberi işaret edilen yerlerine koyup, hemen unuttunuz mu? Ya da hâlâ dehşet içinde misiniz?

“Tartıştığı nişanlısını –sevdiği kadını- kafasını kayalıklara vura vura öldürdü…” Namus cinayeti.

“Eğitim sırasında kalp krizi geçirdiği için yere düşen bir askeri, tekmeleyerek ölümüne neden olan komutanları ‘onar ay’ hapis cezası aldı…” Eğitim zayiatı…

“Tatile giderken annesinin evde yalnız bıraktığı iki aylık bebek, açlık ve susuzluk tan öldü…” Canavar anne!

Bir keresinde Yusuf, gözaltında maruzkaldığı ‘insanlık dışı’ işkencelerle ilgili şöyle söylemişti:

“İyi ki gözlerimizi bağlıyorlardı. İşkence sırasında en büyük korkum bir şekilde gözbağımın açılmasıydı. İşkencecilerin, bu dünyaya ait olmayan vahşi yaratıklar, birtakım ‘canavar’lar olduğunu hayal ediyordum. Bana dayanma gücü veren tek şey buydu. Ama ya ‘insan’ iseler? Bu ihtimal beni dehşete düşürüyordu. Düşünsene, eğer bize bunu yapanlar insansa, nasıl devam edebilirdik yaşamaya?”

Hepimiz dehşete düştük. Nefes alamadık. İçimiz kıyıldı. Ama hiçbirimizin gözbağı yok. Karşımızdaki insanı ‘canavar’ olarak hayal etmek bizi kurtarmayacak. O yüzden tekrar tekrar soruyorum kendime;

İki aylık bebeğini, dokuz gün boyunca yalnız bırakmayı göze alarak ölüme terk eden anneyi; on beş günlük bebeğini, depremde, devasa bir beton yığınının altında sıkıştıkları yerde, iki koca gün ve gece boyunca tükürüğü ile beslemeye çalışan anneden daha çaresiz kılan ne?

İçinde ürkütücü derecede yalnızlık barındıran bir ruh? Paramparça bir akıl? Ölümcül korkular? Ya da hepsi birarada… Ne biliyoruz hakkında?

Dış görünüşü ile ilgili hikâyemiz çok. Ya içi? Önyargılar ve varsayımlardan öte ne var elimizde?

Dünyaya vaktinden önce gözlerini açmış, birkaç aylık yaşamında çokça yalnız kalmış, açlık, susuzluk ve ilgisizlikten kuruyarak ölmüş bir bebeğin morg çekmecesindeki ‘sahipsiz’ yalnızlığının anlamı ne ise, annesinin yalnızlığının anlamı da odur.

Kelimelere sığmayan, devasa, canavar bir yalnızlık…

Aramızda bunca insan kalabalığı, bizi ayıran ve çarpıtan bunca şey; topluma şekil ve yön verenlerin rant, şiddet, tehdit ve saldırganlığa dayanan politikaları olmadan birbirimizin içini görebilseydik ne olurdu?

Bize diğer cinayetleri ‘sıradan, kabul edilebilir, alışıldık’ vakalar olarak kodlayan ama –muhtemelen şizofren- bir anneyi ‘canavar’ olarak işaret eden ‘erkek medya’ olmadan ve gözlerimizi kaçırmadan yaşadığımız toplum ile yüzleşebilseydik?

Daha mı çok dehşete düşerdik? Daha mı az şaşırırdık? Daha mı yabancı gelirdik birbirimize? Yoksa daha mı tanıdık?

Biz insanlar birbirimiz hakkında ‘gerçekte’ ne biliyoruz? En yakınımızdakileri ne kadar tanıyoruz?

Bütün o ‘ötekiler’ aslında bize ne kadar yabancı?

Daha önemlisi biz, kendimize bu kadar yabancı olmaya nasıl katlanıyoruz?

Medyanın görevi nedir? Yargıçlık mıdır? Öğretmenlik midir? Akıl hocalığı mıdır?

Halkların, iktidarlar ve medya aracılığı ile zihinsel olarak sakatlanmalarının bedeli nedir?

Toplumda artan şiddet eğilimleri ile ilgili ‘otorite’nin tespiti ve bulduğu çözüm şöyle:

“Bu asırda kötülüklerden ancak evlilikler yoluyla kurtulabileceğimizi düşünüyoruz. Çünkü toplumda öylesine yanlış işler yapılıyor, öylesine tüylerimizi kabartan yanlışlıklar, kötülükler görüyoruz ki bunların ilaçlarından biri de insanların nikâh altında beraber olmasıdır.”

Eğer bugün içinde bulunduğumuz toplum sıklıkla ‘insanlıkdışı’nda bir yerlere savruluyorsa bu; hayatı, insanlar için yaşamaya değer kılanın ne olduğuyla değil, bize dayatmaya çalıştıkları sistemin/inançların kurallarıyla açıklamaya çalışan muktedirlerin eseridir.

Hayatın gücünün sığındığı yer ‘akıl’dı ama biz onun üzerinde ölüm uykusuna yattık.

Cehennem kapıları açıldığında ilk gördüğünüz şey, korkunun ve çaresizliğin zehirlediği akıl ise, sorumluları çok uzakta aramayın.

Eğer ‘kötülükler’ tüylerimizi ürpertiyorsa nedeni, bu denli sahteliği, samimiyetsizliği, iki yüzlülüğü ve çifte standartı içinde barındırma kabiliyetine sahip egemen sistemdir.

Her şeyi bir anda hasmı ve hedefi yapabilecek kör bir öfkeyle ezilen, çürüyen toplum artık kendini sağaltma yeteneğini de hızla yitiriyorsa bunun sonuçları elbette ağır olacak.

Ne bekliyorduk ki.

Asghar Farhadi’nin ilk izlediğim filmiydi ‘Bir ayrılık’. Sonradan birkaç kez daha izledim, diğer filmleriyle birlikte. Her seferinde, üstümde bıraktığı etkiyi ifade etmem güç.

Birkaç hafta önce ‘Geçmiş’ isimli son filmini izledim. Sinemadan çıktıktan sonra bir süre sokakta, kaldırımın kenarında oturdum. Lucie’nin, pencerenin ardında kalan, içimi ürperten yalnızlığını üstümden atmaya çalıştım.

Bana göre edebiyatta Dostoyevski ne ise, sinemada da Asghar Farhadi odur.

Hikâyelerinde ‘canavar’lar yok. Sadece ‘insanlar’ var.

İtaat, teslimiyet, adanmışlık, mesleki başarı, toplumsal ideallerden daha derin bir şey  var. Şiddet ve zulümden uzak bir şey. Bizi ürkütmeyen ve korkutmayan bir şey. Gözlerimizi kaçırmadan bakabileceğimiz bir şey.

Ama yine de ‘trajik’ bir şey…

Klasik trajedi, ‘kötü ile iyi’ arasındaydı ve biz iyinin kazanmasını istiyorduk. Modern trajedi, ‘iyi ile iyi’nin arasında geçiyor ve kazananı yok…”  diyor.

Bambaşka bir coğrafyadan, bambaşka bir kültürden seslenen bir adam; zamanı, mekânı, uzamı ve yeryüzünün tüm sınırlarını paramparça ederek ellerini uzatıyor ve –bir kuşun yuvasından yumurta alır gibi- yüreğimi avuçlarının arasına alıveriyor.

Dilini öğrenmezsem öleceğimi düşünüyorum. Beni, ‘anla ya da öl’ ikilemine hapsediyor.

Geçenlerde bir yazısına “İyi filmler dünyayı değiştirir” diye başlık atmıştı Ercan Kesal.

Bugün, bizim toplumumuz için hâlâ geçerli olan ‘klasik trajedi’ çağında; hayatı dönüştürecek, ‘kötülükler’ ve ‘canavarlar’dan uzakta, bizi gözlerimizi kaçırmadan bakabileceğimiz ‘insan’a bir parça daha yakınlaştıracak, üstümüzdeki ölü toprağını silkeleyecek en önemli şey ‘sanat’ değilse ne, bilmiyorum…

Çünkü benim de Yusuf’un sorusuna verilebilecek bir cevabım yok, hâlâ.

Şimdilerde, çok uzun süre gökyüzüne bakmamaya çalışıyorum. Kendime sıklıkla ‘başka bir hayat mümkün’ diye hatırlatıyorum.

İranlı şarkıcı Mohsen Namjoo, Asgar Farhadi’nin ‘Eli hakkında’ filminin görüntüleri eşliğinde söylüyor:

Söyle ey bahar yeli, nedir bu bahçenin hali?

http://www.youtube.com/watch?v=42JRfrNTqGY

Sibel Yerdeniz  www.t24.com.tr

 

‘Darbeciler bile bunu yapmamıştı’

Bakanlığın yardımı kestiği Dostlar Tiyatrosu’nun kurucusu Genco Erkal: Darbeciler bile bunu yapmamıştı.
Kültür ve Turizm Bakanlığı’nca “Gezi eylemlerine destek verdikleri ve katıldıkları” gerekçesiyle bu yıl destek yardımlarında üstü çizilen Dostlar Tiyatrosu’nun kurucusu Genco Erkal, “Kenan Evren döneminde bile destek yardımları kesilmedi. Böyle bir sonuca şaşırdık mı, hayır. Bundan sonra bize düşen hukukla hakkımızı aramak olur” dedi. Erkal, “Gezi eylemlerine destek verdikleri ve katıldıkları” gerekçesiyle bazı tiyatrolara Kültür ve Turizm Bakanlığı’nca destek yardımı yapılmamasına ilişkin Cumhuriyet’e açıklama yaptı. Bakanlık tarafından henüz kendilerine “resmi bir sonuç bildirilmediğini” dile getiren Erkal, yıllar önce Ankara Sanat Tiyatrosu’na da (AST) “sudan sebeplerle” yardım yapılmadığını ve bunun sonucunda AST’ın dava açtığını ve haklı çıktığını kaydetti. Bakanlık tarafından her yıl özel tiyatrolara yapılan yardımın “hükümet
yardımı değil, devlet yardımı” olduğunun altını çizen Erkal, sözlerini şöyle sürdürdü: “Ben hâlâ böyle bir sonuca inanmak istemiyorum. Kendi özelimizde belirtmek isterim ki, biz hakkımız olan destek için başvuruda bulunduk ve hiçbir belge, bilgi eksiğimiz yok. Yıllardır da tiyatro olarak Anadolu’nun pek çok yerinde oyunlarımızı sahneliyoruz. Bu nedenle hangi gerekçeyle yardım alamayacağız, bakanlığın bu
durumu, gerekçeyi bize açıklaması gerekir. Açıklama yapsınlar ki, biz de bilelim. Ona göre de hakkımızı arayalım. Çünkü bu sonuçtan sonra bize düşen hukuk çerçevesindehakkımızı aramaktır. Bu yardımlar her şeyden önce halkın vergileriyle sanata yapılan yardımlardır. Ancak biz böyle bir sonuca şaşırdık mı, hayır. Bugün nasıl medyayı susturdularsa, tiyatroları da susturmak istiyorlar.” Gezi Parkı eylemlerine katılan oyuncuların rol aldıkları dizilerin bile bugün iktidar tarafından yayından kaldırıldığını anımsatan Erkal, “Hatta bu eylemlere katılan, destek veren bazı oyuncu arkadaşlara yeni projelerde rol bile vermiyorlar. Bu nasıl bir anlayış, anlamak mümkün değil. Söz konusu destek yardımı bu ülkede 30 yıldır var. Biz de 30 yıldır bu yardımlar için başvuru yaparız. Bugüne değin iktidarlarca pek çok kez oyunlarımız sansürlendi, sahnelerimiz kapandı ama hiçbir zaman, Kenan Evren döneminde bile ‘Destek olmayalım’ denilmedi. Amaç muhalefeti susturmak, tiyatroları itibarsızlaştırmak.Ancak bilinmelidir ki, biz destek almasak da bildiğimiz yoldan yürümeye devam edeceğiz. Bugüne değin nasıl  davranıyorsak, öyle davranacağız” diye konuştu.

Gökçek’e bornozlu eylem: İsyan-Leğen-Temizlik

Ankara’da Yüzüncü Yıl Mahallesi’nde Ankara Büyükşehir Belediyesi tarafından yapılan yol çalışmasıyla birlikte yaşanan su kesintisi protesto edildi.
Kesintinin yaşandığı Çukurambar ve Yüzüncü Yıl mahalle sakinleri tarafından gerçekleşen eyleme katılanlar, beraberlerinde getirdikleri bornozları giyerek su kesintisini protesto etti. Mahalleliler, getirdikleri leğenlerin içine oturarak su olmadan banyo yapılamayacağını anlatmaya çalıştı. Üzerlerinde bornozları, ellerinde leğen ve banyo malzemeleriyle yürüyüşe geçen eylemciler, sloganlar atarak, olaysız şekilde dağıldı.