Ana Sayfa Blog Sayfa 4131

Gözü çıkan öğrenci plastik mermileri yasaklattı

İtalyan öğrenci polis şiddeti sonucu bir gözünü kaybetmesi üzerine plastik mermi kullanımını yasaklattı.

İspanya’nın Dünya Kupası’nı kazanması üzerine 11 Temmuz 2010’da Barselona sokaklarında yapılan kutlamalara katılan 24 yaşındaki Nicola Tanno isimli bir İtalyan öğrenci polis şiddeti nedeniyle bir gözünü kaybetti.

Nicola Tanno, Roma’daki La Sapienza Üniversitesi’nde siyaset bilimi okuduktan sonra, yüksek lisans eğitimi için Barselona’daki Pompeu Fabra Üniversitesi’ne henüz bir ay önce girmişti.

Yaşadığı şoku atlatır atlatmaz olayın peşine düşen Tanno, 3 yıl sonra Katalan Parlamentosu’nun plastik mermi kullanımını yasaklamasını sağladı.

İspanyol mahkemelerinde açtığı davalarda sorumluluğun polise ait olduğu hükmü kesinleşse de, Tanno’nun gözünün çıkmasının baş sorumluları hala tespit edilemedi.

Fakar, Tanno’nun esas “zaferi”, diğer polis şiddeti kurbanlarıyla birlikte bir dernek kurup kampanya yapmasıyla geldi. “Stop Bales de Goma” (Plastik Mermiye Hayır) derneği, gösteriler ve toplantılar düzenledi. Ve sonunda Katalan Bölge Parlamentosu, olayın incelenmesi için bir komisyon kurdu.

Nicola Tanno ve diğer mağdurları da dinleyen Katalan Parlamentosu, nihayetinde Katalan polisinin (Mossos d’Esquadra) plastik mermi kullanmasının yasaklanmasına karar verdi.

İtalyan medyasında yer alan haberlere göre, parlamentonun kararı uyarınca Katalan polisi 30 Nisan 2014’ten itibaren plastik mermi kullanamayacak.

Şu anda 27 yaşında olan ve hala Barselona’da yaşayan Nicola Tanno, kararı yorumlarken “Bu başarı, yarattığımız halk hareketinin ürünü. Hareketimize en alt kademelerden katılım sağladık ve resmi kurumlara güçlü bir baskı yapmayı başardık” dedi.

Tanno, hukuk mücadelesini ise sorumlular bulununcaya kadar sürdüreceğini söyledi ve “Mermiyi atanın da emri verenin de tespit edilmesini istiyorum. Özür bekliyorum. Ondan sonra belki bana bunu yapanları affedebilirim” diye ekledi.

(BBC Türkçe)

Kızlı Erkekli ortaya karışık; Sevişmesinler yeter!

Son dönem Başbakan tekrar midesinden konuşmaya başlayınca ve demokratlığı kalmayan muhafazarlığını dökünce gerildim.

Kızlı erkekli evlere müdahale etme emri verip ardından da gelen itirazlara; gayet seviyesiz cevaplar verince; bu ülkede gençlerin çektikleri aklıma geldi.

Bu ülkede; ne kötü gidiyorsa; yapanlar gençler oluyor zaten.

Gezide yurtdışı ajanlara alet oldu, faiz lobisinin gazına geldi sokaklara indi gençler. Akılsız ya genç dediğimiz varlık. Hemen gaza gelir ya…

Geziden önce mi?

Apolitikti o zaman. Ülke elden gidiyor gençlik ise gezip tozuyordu.

Ya da yeri geliyor; korunması gereken zavallı oluyordu gençler.

Devlet gençlik politikasından “aman gençleri koruyalım, içki sigaraya bulaşmasınlar; uyuşturucudan koruyalım” dışında birşey anlamaz bu coğrafyada.

Gençlik ve Spor Bakanlığı var sporu çok genci az.

Gençlerin bir araya gelmesi, sosyalleşmesi için belki de tek yaptıkları faydalı iş yaz kamplarıydı. İlk muhafazarkar demokratlığı bu kamplarda gördük aslında. 2012 yılında, Gençlik ve Spor Bakanlığı’nın kamplarını haremlik selamlık yaparak başladılar aslında. Cumaya gider gibi kampa gider oldu gençler.

Sonrasında da konu yurtlara geldi. Sanki yurtlarda karma kalınıyormuş gibi; yurttları ayırdık dediler.

Halbuki kazın ayağı hiç öyle değildi. Aynı yurt yerleşkesinde kadın ve erkeklerin ayrı binaları vardı. Buna da dayanamadılar.

Malum, erkekler dişi sinek görünce azıyor, kadınlar ise erkek sineğe denk geldiğinde iffetsizleşiyor ya.

Biz insanların, sevişmesini bırak, birbirini görmesine bile ses çıkaran bu bağnazlık nereye kadar derken, yetişkin bireylerin evlerini “öğrenci evleri” diye işaretleyip, bize aileleri bu insanları emanet etti, seviştirmeyiz kabadayılığı geldi.

Gelen tepkiler mi?

Onlar da bir komik. Sevişmiyorlar ki zatenler filan duyuyoruz.

Ya da; tabi kızlı erkekli kalınmasın ama devlet de özel hayata müdahale etmesinler duyuyoruz.

Bu ne?

İki insanın sevişmesinden size ne…

Gençler bireydir ve kendi kararlarını kendileri verirler diyeni de yok.

Çünkü, toplumsal kodlarımıza yerleşmiş; öyle ya da böyle gençler; zavallı, akılsız, korunması gereken varlıklar.

Yöntemler, sınırlar farklı ama herkes bunu böyle biliyor ve belliyor.

Bir de size sorunlu gelmedi mi koca koca yaşı kemale ermiş erkeklerin, gençlerin hayatı hakkında ileri, geri böyle konuşması?

Bırakın gençler kendileri karar versin diyen bir hükümet temsilcisi yok tabi. Zaten beklemiyorduk da; muhalefet ne yapıyor? Kafa aynı, genç onlar için de aynı şeyi ifade ediyor; yine gençliğin kendisi mevzu, ama kendi hakkındaki mevzuya genç dahil değil.

MHP’nin seçme seçilme yaşının 18e indirilmesi tartışmasında yaptıklarını bir hatırlayın derim.  Utanmadan; MHP Ankara Milletvekili Özcan Yeniçeri’nin Meclis’te yaptığı basın açıklaması esnasında sağına ve soluna birer 18 yaşındaki genci alarak “Bunlar mı vekil olacak?” diyerek hem o gençleri hem de o gençlerle aynı yaş grubunda bulunanları rencide ettiğini bir hatırlasak iyi olur.

Biri kızlı erkekli ortaya karışık bir tartışma atıyor. Fil zihniyetliler de gençleri çim gibi ezmeye devam ediyor.

İş oy istemeye gelince ise, siz bu ülkenin geleceğisiniz palavrası başlar. Bu Atatürk bu ülkeyi size emanet etti gazı devam eder.

Gençlik işsizliği mi? kimin umrunda.

Aynı işi yapıp genç olduğu için daha az maaş alanlar mı? lutfettik iş verdik, söylenmesin canım.

Parasız eğitim mi? Başbakan derse olur yoksa hapiste çürüsünler anarşistler.

Örğütlenme özgürlüğü mü? Bizim istediğimiz öğrenci topluluğunda takılsınlar, öyle kafalarına göre kurmasınlar topluluk mopluluk.

Burs mu? Cemaat var ya; devletin burs vermesine ne hacet?

Barınma sorunu mu?  Sevişmesinler yeter.

 

Binlerce kişi İran’ın en kirli şehrindeki asit yağmurundan etkilendi

İran’ın Khuzestan şehrinde 1 Kasım’da başlayan yağmur sonrası yaklaşık 6,000 kişi nefes darlığı şikayetiyle hastanelere başvurdu.

Khuzestan şehrinin çevre koruma direktörü Ahmad Reza Lahijanzadeh’e göre, asit yağmuruna havadaki yüksek miktarda nitrat neden oldu. Sağlık Bakanı Yardımcısı Lahijanzadeh, metereoloji uzmanları ve diğer yetkililerle birlikte “daha önce rastlanmayan solunum yolları rahatsızlıklarındaki bu artışın sebepleri ve risk faktörleri” üzerine bir soruşturma yürüttüklerini belirtti.

Ahvaz Üniversitesi Tıbbi Yardım ve Sağlık Hizmetleri başkanı ise şunları söyledi: “Tahminlerime göre, Khuzestan bölgesindeki fabrikalarda kimyasal maddelerin yağmurla yeryüzüne inmesi bu durumun sebeplerinden biri olabilir; fakat, şu anda olayın sebebini tam olarak bilemediğimiz için kesin konuşamayız.”

Dünya Sağlık Örgütü’nün yayınladığı son rapora göre, İran’ın Ahvaz şehri, dünyanın en kirli şehri unvanını taşıyor. Dünyanın en kirli on şehri sıralamasında İran’daki diğer şehirler Sanandaj 3. , Kermanshah 6. ve Yasouj 9. sırada yer alıyor.

İran’da Khuzestan bölgesinin başkenti olan Ahvaz,  ülkedeki petrol ihtiyacını büyük ölçüde karşılıyor. En kirli diğer şehirlerde olduğu gibi kuzeybatı bölgesi de çok sayıda fabrika ve ağır sanayiye ev sahipliği yapıyor.

İslami Cumhuriyet Haber Ajansı’na göre, hastaneye sevkedilen yaklaşık 6,000 kişinin %90’ı Ahvaz’lı. Ahvaz Jundishapur Üniversitesi Tıp Bilimleri başkanı Dr. Muhammet Hüseyin Sarmast semptomları taşıyan fakat hastaneye gitmeyen daha çok sayıda hastanın olabileceğini belirtti. Evde tedavi olan ya da hastaneye ve sağlık ocağına gidip de kayıt yaptırmayan kişiler düşünüldüğünde resmi olarak verilen rakamın %20 ila %30 arttırılması gerektiğini de sözlerine ekledi.

Ahvaz Jundishapur Üniversitesi Tıbbi Bilimler Bölümü Halkla İlişkiler Müdürü Ali Rıza Najafi yaptığı bir röportajda petrol kuyuları ve diğer ağır sanayi kollarının kirliliğin yanısıra “çöplerin, lastiklerin ve çiftliklerin yakılması” gibi diğer faktörlerin de kirliliğe yol açtığını belirtti. Hastaların, astımdan muzdarip olanların, yaşlı ve çocukların dışarı çıkmamalarını ya da maske takmaları tavsiyesinde bulundu.

Khuzestan Sağlık Merkezi direktörü Muhammet Alavi, bölgedeki tüm hastanelerin tetikte olduklarını söyledi.

Asit ağmuru, sağlık sorunlarına yol açmakla kalmayıp bina, köprü ve altyapılara da  zarar veriyor.

 

Yazı: Arash Karami – iranpulse.al-monitor

Çeviren: Özde Çakmak – Yeşil Gazete

(Yeşil Gazete, iranpulse.al-monitor)

 

Joel Salatin: “Gıda için devletlere bel bağlamayı bırakın!”

ABD’deki ünlü PolyFace Çiftliği’nden Joel Salatin, sağlıklı gıda üretimi, yerellik, büyük ve endüstriyel gıda devleriyle mücadele ve çiftçilerin itibarının iadesi gibi konularda çok iyi tanınan, yeni fikirlere açık ve ama etiği sağlam çiftçiliği kadar politik vizyonu ve hitabeti de güçlü bir isim.

“The Sheer Ecstasy of Being a Lunatic Farmer” (Çılgın bir çiftçi olmanın inanılmaz hazzı) ve Salad Bar Beef gibi kitaplarıyla ve ABD’nin dört bir yanında yaptığı konuşmalarla hem tarım politikaları hakkında, hem de “çiftçi” olmanın toplumda yaratılmış olumsuz algısına karşı şenlikli ve samimi bir mücadele veren Salatin, aynı zamanda çok yenilikçi, kendine yeterliliği ön plana koyan ve yerel ekonomiler konusuna büyük önem veren bir “gurur dolu çiftçi”.

Salatin’in, bugünlerde ABD’de tartışılan yeni düzenleme taslaklarına karşı, özellikle de GDO’lu tohum ve gıdalara devlet tarafından verilen desteğe karşı yazdığı yazıyı, Yeşil Gazete gönüllü çevirmenlerinden Özlem Katısöz‘ün çevirisiyle Yeşil Gazete okurlarıyla paylaşıyoruz. (Durukan Dudu)

***

Bilmiyor olma ihtimalinize karşı, sürdürülebilir tarım / yerel gıda topluluğu ifadeleri 2009 Gıda Güvenliği Modernizasyonu Yasası’na istinaden sunulan Drakon kanunları sonrası ortalıkta dolaşmaya başladı ve oldukça ses getirdi.

Gıda yönetmeliği Obama tarafından atanan Micheal Taylor’ın (kendisi uzun süre Genetiği Değiştirilmiş Organizmaları (GDOlar) dünyaya tanıtan Monsanto’nun avukatlığını yaptı) gözetiminde hayat buluyor. Durum kötü!

Bununla ilgili eylem uyarısını almadıysanız temiz gıda ve benzeri gıda özgürlüğü hareketleriyle bağlantınız yok demektir. Kamu yorumu süresi 15 Kasım’da sona eriyor ve endüstriyel ölçekte üretim yapmayan her bir gıda işletmesi gerçek anlamda deliye dönmüş durumda.

Her öznel düzenleme gibi bunun da tam olarak ne demek istediğini anlamak güç. Yönetmelik, ‘çiftlik’ ve ‘tesis’ kelimelerini birbirileri yerine kullanıyor ki bu da biz çiftçilere “artık çiftçi değil miyiz ve acaba gıda tesisleri olarak mı algılanıyoruz?” sorusunu sordurtuyor. Her bir çiftlik için otlayan tavuk (pastured chicken) sayısı 3000 ile sınırlı (yıllık mı, mülk başına mı, işletme başına mı?) Açık değil, ama aralarından en kısıtlayıcı seçenek geçerliyse bu Polyface Çiftçiliği’nin sonu olur.

Düzenleme sebze üretimi için kompost kullanımını neredeyse yasaklıyor ve yaban hayatına yönelik ve yavaşça çiftliklere yaklaşan yıkıcı politika yaklaşımlarını başlatıyor. Konsantre Hayvan Besleme Operasyonları (KHBO) düzenlemenin favorisi ve karma bitki-hayvan çiftlikleri istenmiyor. Kimyasal gübre kullanımı kolaylaştırılmış; biyolojik aktif toprak iyileştirme pratikte imkansız hale gelmiş. Ne demek istediğimi anladınız. Monsantocudan farklısını bekler miydik?

Ancak bu ileti yalnızca bununla ilgili değil. Anlattıklarım sadece bağlam sağlamak içindi. Tüm bu bilgi notlarında, mesajlarda tekrarlanan temel önermenin etrafında dönen düşüncelerimin en önemli noktası: “Daha iyi denetim gerekli”. Tüm bunların ne kadar çirkin olduğu ile ilgili nutuklar atıp bizi çılgına çevirirken bu adamların söylediği gibi: “Daha iyi denetim gerekli”. Kastettikleri, gıda, en başta, sanırım, endüstriyel, gıda güvenliği ile ilgili devlet denetimi.

“Daha iyi denetim gerekli” derken bu şekilde bir denetime tabi olmak oldukça naif. Food Inc. belgeselinin bana göre en çarpıcı kısmı belgeselin en sonunda endüstri ile ilgili düzenlemeleri yapan örnek birkaç kişinin kartvizitlerinin dönüşleridir. Tüm bu düzenlemeleri yapan bürokrasi aynı telden çalarken daha iyi bir denetimi nasıl sağlayabiliriz? Tek tük farklı sesin dışında, gıda politikalarını üreten idarelerin hepsi düzenlemeleri gereken endüstri ile aynı ideolojik kardeşliği paylaşıyor (ki bu çoğu zaman aynı kolej kardeşliği de). Ne sıcak (ve inanılmaz derecede zararlı) bir aile ortamı!

Olanlara karşı verilecek en makul tepki, elde ettiğimiz denetimin bu şekilde bir denetim olmasının nedeninin hükümet düzenlemelerinin işleyiş biçimi olduğunun farkına varmamız. Her zaman öyle oldu ve bundan sonra da hep böyle olacak. Kamu idareleri büyük oyuncuların önünde el pençe divan ve tüm yapı statükonun lehine şekillenmiş durumda, doğru, toplumcu bir denetimin değil. Köpek, yenilik getiren ve sorun çıkaran tipleri ısırıp ona bisküvi (şaraplı peynirli akşam yemekleri) getiren en büyük oyuncuları yalıyor.

Sorun daha iyi bir hükümet denetimi değil hükümet denetiminin kendisi. Yanıt daha iyi bir hükümet değil; yanıt hükümetin artık gıda işlerine burnunu sokmasına engel olmak. Oyunun bu aşamasında, Beyaz Saray’ın çimine organik bahçe yapan First Lady’nin olduğu bir dönemde, eğer yerelleşme, kırsal çiftçilik ve hayvancılık ve küçük ölçekli işletmeler konusundaki bilimsel kanıtlara dair algının iyileşmesini sağlayamıyorsak, daha iyi denetim inancına sahip olan herkesin bu inancını sorgulamaya başlayacağını umuyorum.

Tam gıda hareketi ve iyileştirici peyzaj sevgisini paylaşan ve hala gıda daha iyi bir denetime ihtiyaç duyduğumuz inancına sahip olan tüm arkadaşlarıma bir sorum var. Lütfen söyleyin, idarelerin çalışma iklimini nasıl kötüden iyiye dönüştüreceksiniz? Monsanto’dan Tyson’a, Bill Gates’e yalakalarıyla beraber kamu idarelerini terk etmelerini nasıl sağlayacaksınız? Mısır yetiştiricileri ittifakı, kimyasal gübre enstitüsü, tarım ilacı ittifakları, ilaç endüstrisinin, kamu idareleri ve tarım okulları ile olan “eski iyi dostlar zincirini” nasıl kıracaksınız? Nasıl? Şimdiye kadar yapamadıysanız ne zaman yapacaksınız? Gelecek sene mi yoksa ondan sonraki sene mi? Bu “daha iyi denetim” ne zaman hayata geçecek?

Millet, size yalvarıyorum, lütfen, lütfen, lütfen gıda sistemimize daha fazla devlet müdahalesi istemeyi bırakın. Şeytanı dönüştüremezsiniz. Biz endüstriyel ortodoksiye inanmayan kafirlerin derdest edilip bi kenara atılmadan önce yerellerin gıda seçimini koruyacak bir çekilme stratejisine ihtiyacımız var. Yoksa, bu bizim kanayan yaramız olacak. Bir şekilde devletin daha iyi denetimin sağlayacağı, naif bir inanç, ki filiz vermiş ‘engizisyonu’ tetikleyen ve güçlendiren bir inanç. Çok insan gıda zorbalarının kompost ve serbest gezen tavuk severlerin yerine alacağına inanıyor.

Böyle olmayacak! Bugün değil, yarın da. Gıdada devlet denetimine ihtiyacımız olduğu fikrini terk etmemiz gerekiyor. Devlet denetimi bize insanlık tarihinin görmediği türden obezite ve tip II diyabet salgınlarını hayatımıza sokan GDOları, deli dana hastalığını, DDTleri, uğursuz 1979 gıda piramidini verdi. Ve bu insanlar gıda güvenliğinin korucuları? Daha neler!

Güvenli gıda temin etmenin ve gıda seçeneklerimizi arttırmanın yolu oyuncularla birebir mücadele etmek. Ben benim hikayemi anlatayım; Monsanto kendininkini anlatır. Şu an şartlar oyun hileli. ABD hükümeti tüm gücüyle benim hikayemi aşağılayıp Monsanto’nun (ya da Tyson’un ya da McDonald’ın ya da Merck ya da Pfizer’in – günün şeytanını seçin) hikayesi üzerine “ONAYLANMIŞTIR” damgasını vurmak üzerine sistemi kurmuş durumda.

Sadece, insanlar gıda seçimlerinden sorumlu olurlarsa, hükümet ajanlarının kendilerini kandırmalarına izin vermeden, kendilerini gıda seçimleri ve sonuçları konusunda eğitme sorumluluğunu da alacaklar. Tiranlığı kaldırdığımızda, özgürlük kişisel hesap verebilirliği güçlendirecek. Hesap verebilirlik de bilgiye dayalı ilgi/çıkarı güçlendirecektir. Bir anda insanlar Kardashianlarla ilgilendikleri gibi gıdaları ile de ilgilenmeye başlayacaklar. Sizce de bu heyecan verici bir toplumsal evrim değil mi?

Gıda endüstrisi, devletin gıda güvenliği idarelerinin eteklerinin arkasına sığınıp “ben tüm devlet ruhsatlarına uygun davrandım” demek yerine, zarar verdikleri insanların açtıkları davalarla onlara paralarının son kuruşuna kadar ödeyecek. Ruhsat ne demektir? Eğer kardeşlik zincirine katılırsan, mahkeme seni suçsuz bulacak. Anladınız mı?!

Bu hareket içindeki arkadaşlarıma yalvarıyorum: Lütfen devletin gıda kandırmacalarına artık prim vermeyin. Şu an bu noktada olmamızın nedeni bu. Burada, Polyface’te, daha ne kadar bu “daha iyi denetim” muhabbetine dayanabileceğimizi bilmiyoruz. Çocuklarınıza bakın. Gözlerinin içine bakın ve onların güvenliği için bir bürokrata bel bağladığınızı söyledin. Eğer yapabiliyorsanız, endüstriyel gıda ortodoksisine inancınız benden fazla demektir. Ben, kendim ve yuvam için, güvendiğimiz işletmelere, tanıdığımız insanlara ve çiftliklerine “Girilmez” işareti koymayan, koyunlarını ilaçlamayan, uzaylı kılığında (tehlikeli madde takımları içinde) gezmeyen çiftçilere inanmaya devam edeceğim.

Kabullenen yetişkinler için, gıdanı seçme hakkı, ibadet hakkı, vurma hakkı (çev: Freedom to Shoot Act’e atıfta bulunulmuş) ya da dua etme hakkı kadar önemlidir. Görülen o ki ülkemiz, kendi toprakları dışında, dünyada nerede olursa olsun direnişçileri seviyor. Burada kendi yurdumuzda ise, suçlanıyoruz, çiftliklerimiz ve özgürlüğümüz uğruna çocuklarımızı tıbbi-kimyasal-endüstriyel ortodoksinin kölesi olmaktan kurtarmak için korku ve dehşet içinde yaşıyoruz. İhtiyacımız olan “daha iyi denetim” değil, özgürlük.

 

 

Yeşil Gazete için çeviren: Özlem Katısöz

Yazının özgün hali

(Yeşil Gazete)

 

İklim felaketi Filipinler’i yıktı geçti: En az 10 bin ölü

İklim felaketleri Asya kıtasını yıkıp geçmeye devam ediyor. Filipinler’de yaşanan tarihin en büyük tayfun felaketlerinden biri olan Haiyan tayfununda en az 10 bin kişi öldü.

Geçen ay Hindistan’da 1 milyon kişinin evlerinden tahliye edilmesine neden olan Phailin tayfunundan sonra bu kez de Filipinleri vuran tayfunun bıraktığı yıkım çok ağır oldu.

Yetkililerin yaptığı açıklamada, sadece Leyte bölgesinde ölü sayısının 10 binin üzerinde olduğunu belirtildi. Altyapının yüzde 80’ine yakın bir bölümünün ise kullanılamaz duruma geldiği ifade edildi. Çok sayıda tayfun kurbanının sular altında kalarak hayatını kaybettiği sanılıyor.

Haiyan tayfununda en az 10 bin kişi ölürken 800 bin kişi evsiz kaldı

Saatteki hızı 300 kilometreyi aşan tayfunun bir tsunamiyi andıran büyüklükte dalgalara yol açtığı belirtiliyor. Filipinler hükümetinin verdiği bilgiye göre, tayfundan 4 milyon 300 bin kişi zarar gördü. 800 bin kişi evini terk etmek zorunda kalırken, mağdurların çoğu tüm varlığını kaybetti.

Afet bölgesinde incelemelerde bulunan İçişleri Bakanı Manuel Roxas, “Korkunç bir durumla karşı karşıyayız. Kıyı bölgelerinden içerilere kadar neredeyse her şey yıkılmış. Tıpkı bir tsunami gibi” diye konuştu.

Görgü tanıklarının verdiği bilgilere göre, yiyecek ve içme suyu sıkıntısının baş gösterdiği afet bölgesinde, evler, dükkanlar, hatta para çekme otomatları yağmalanmaya başlandı. 200 bin nüfuslu Tacloban’da Kızıl Haç’a bağlı bir yardım konvoyunun da yağmalandığı belirtildi. Tacloban kentinde tayfun nedeniyle yıkılan evlerin ve ağaçların yolları kapattığı, bu nedenle sağ kalanlara yardımların zorlukla ulaştırıldığı kaydedildi. Birleşmiş Milletler Doğal Afetler Değerlendirme Komisyon Ekibi Başkanı Rhodes Stampa, “Bu büyüklükte bir felaketi en son Hint Okyanusu’ndaki tsunamide görmüştüm” dedi.

İki gün önce başlayan Haiyan Tayfunu, hızını düşürerek Vietnam’a ilerledi. Vietnam’da tayfun nedeniyle evlerinden tahliye edilen halk, tehlikenin ortadan kalkması üzerine evlerine geri döndü.

İklim bilimciler tayfun, kasırga ve benzeri iklim felaketlerinin sıklığının ve şiddetinin iklim değişikliği nedeniyle arttığını, bu tüür sıradışı fekaletlerin doğrudan iklim değişikliğine bağlı olduğunu belirtiyor.

Bu felaket yarın Polonya’nın başkenti Varşova’da başlayacak Birleşmiş Milletler 19. iklim zirvesi öncesinde büyük bir uyarı çığlığı olarak değerlendiriliyor.

(Yeşil Gazete, DW)

Savaş Ay hayatını kaybetti

Gazeteci Savaş Ay tedavi gördüğü İstanbul Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde vefat etti. Yaklaşık iki aydır hastanede tedavi gören Savaş Ay, uzun bir süredir gırtlak kanseriyle mücadele ediyordu. 59 yaşındaki Savaş Ay’ın boğazında son dönemde yeni bir tümör oluştu. Doktorların acil ameliyat talebine izin vermeyen Savaş Ay, bugün öğlen saatlerinde fenalaştı. Kalbi duran Ay’ı hayata döndürmek için doktorlar uzun süre uğraş verdi. Ünlü gazeteci saat 15.00 sıralarında yaşamını yitirdi.

Savaş Ay, 1954 yılına Gaziantep’te ünlü sanatçı Şükran Ay ve Turan Ay’ın oğlu olarak dünyaya geldi. Marmara Ticari Bilimler Akademisi’nde eğitimini tamamladı. Gazeteciliğe 1974 senesinde Dünya gazetesinde muhabir olarak başladı. Tercüman, Vatan, Milliyet, Sabah gazetelerinde ve Akajans’ta görev aldı. Emin Çölaşan’la birlikte 12 Eylül askeri darbesinin ardından idam edilen Erdal Eren’le son görüşen iki gazeteciden biriydi. atv, TGRT, Kanal D, Kanal 6, Show TV, Flash TV, tekrar atv, Star TV ve Kanal 1’de A Takımı adlı tartışma programını yaptı. İngilizce bilen Savaş Ay, 2000 yılında Beyazıt Öztürk ve Kerem Alışık’ın da oynadığı Dansöz filminin yönetmenliğini ve senaryo yazarlığını yaptı. Ses sanatçısı Ulaş Can Ay ile Sanem Ay’ın babası olan Savaş Ay, bazı programlar yapıp yoksullara yardımcı oldu. Son yıllarda A Haber’de muhabirlik yapmakta olan Savaş Ay, gırtlak kanseri ile mücadele ediyordu.

 

Bu ülke sizin değil Sayın Başbakan! – Can Dündar

Hemen ekleyeyim:

Bizim de değil.

Birbirimize (“alışarak” diyemiyorum artık) katlanarak yaşamak zorunda olduğumuz bu ülke, hepimizin…

Ve siz – tahammül sınırlarını zorlayarak- bu gökkuşağının üstüne, kendi siyah takımınızı giydirme konusunda kararlı görünüyorsunuz.

Gerekirse evlere müdahale ederiz çıkışınız, bu ülkenin tarihine bardağın taştığı nokta olarak kaydedilmeye adaydır.

Şakşakçılarınız, ellerini en görünür şekilde çırpma hararetinde fazla gürültü yaptığı için ne söylediğinizi tam işitememiş olabilir. Ama Vallahi öyle demek istemedi diye düzeltme telaşına düşen bakanlarınız, ateşle oynadığınızı fark etti.

Ama siz, o koltukta fazla oturmanın getirdiği Dedimse dedimböbürlenmenizle, sadece onları hiçleştirmekle kalmadınız, kendinizi de onlardan ayırdınız.

Şimdi fark etmeseniz de aslında bu intihar dalışında yalnızsınız.

 

* * *

 

Ne yalan söyleyeyim; panik halinde imdat kolunu çeken dalkavuklara aldırmadan, duvara bodoslama koşan tavrınızı seviyorum ve destekliyorum aslında…

Takiyeden iyi böylesi…

Bağnaz kitleleri yanınıza çekme uğruna, Devleti yatak odalarına kadar sokan adamnamını üstlenmeye hazır görünüyorsunuz.

O zaman bir itirafta bulunayım:

Öğrenciyken (ve kimi arkadaşımız polis takibindeyken) kızlı erkekli aynı evde kaldık biz…

Yani sizin gözünüzde suçluyuz.

Ne var ki halimizden memnunuz.

Hayatımıza karışma hakkını ana babamıza vermemişiz; size mi vereceğiz?

28 Şubat’ta Aczmendi liderinin evini basan askere karşı çıkmışız, aynı kafayla kapımıza dayanan size mi çıkmayacağız?

Değil siz, her köşe başına diktiğiniz polisiniz, “Fuhuş yapıyorlardiye bıyık buran vekiliniz, talimatınızla bekâr evlerine dalmaya hazır valiniz, ihbarcılığa sevk ettiğiniz Fazilet teyze”leriniz, dedikoduyla harekete geçecek ahlak zabıtalarınız gelse yaşam tarzımıza karışamaz.

Hem bir şey tavsiye edeyim:

O cam kenarında fısıldaşan dedikoduculara da çok güvenmeyin.

Bir gün tebdili kıyafetle aralarına karışıp sizin için ne dedikodular yaptıklarını duysanız dudağınız uçuklar.

 

* * *

 

Ana babaların Devlet neredediye feryat ettiğini söylüyorsunuz ya; bizim için tersine:

Biz çocuklarımızı sizin ve devletin elinden nasıl kurtaracağımızı düşünerek feryat ediyoruz.

Sizin muhafazakâr demokrat” olduğunu söylediğiniz, aslında ne muhafazakâr ne de demokrat olan o otoriter kimliğinizle derdimiz…

Hukuk”un yerine günah”ı koyan, dindar bir nesil hayalinizle…

Oy oranınızın, size hayatlarımızı zapturapt altına alma hakkı verdiğini sanıyorsunuz; tarih kitaplarının dehşetle hatırladığı, öncülünüz olan diğer despotik liderler gibi…

Yanılıyorsunuz.

Yanıldığınızı Gezi Parkı söyledi size…

Bize karışma” diye uyardı.

Anlamadınız.

Çevrenizde Mesajı aldık” diyenlere de, -tıpkı şimdiki gibi- lafını yutturdunuz.

Fırça yeme korkusuyla size iniş için alçalmaya başladığınızı söyleyemeyen yandaşlarınıza kanmayın.

Geçen yaz ne yaşandığını bir daha sorgulayın.

Özeti şuydu:

Çok sıkarsanız, bu toplum patlar.

 

* * *

 

Kısacası Sayın Başbakan; istediğiniz kadar tehdit savurun, bizi sokmaya çalıştığınız o daracık kara elbiseye sığmayacağız.

Devlet diye keyfimize kâhya aramıyoruz biz, sizin tabirinizle hizmetimize garsonistiyoruz.

Gerekirse yaşam tarzımızı, (kızlı-erkekli) hayatımız pahasına savunuruz.

Sonunda bu ülkede, -tıpkı Gezi’deki gibi- türbanlısı mini eteklisi, dövmelisi seccadiyelisi, namaz kılanı içki içeniyle her rengin yan yana durduğu, birbirine saygı duyduğu, kardeşçe bir yaşam kuracağız.

Size rağmen…

Bu yazı ilk olarak candundar.com.tr/ de yayınlanmıştır.

 

Can Dündar

[email protected]
http://twitter.com/candundaradasi

 

“Evde yemek yapmak yasaklanıyor” – Tayfun Özkaya

Tarım, Gıda ve Hayvancılık Bakanlığı ile Sağlık Bakanlığı tarafından kurulan bir ortak komisyonun, nüfusu on bini geçen kentlerde ‘evlerde yemek yapmayı’ yasaklamak için bir yasa taslağı üzerinde çalışmalar yaptığını öğrendik. Komisyon üyelerinden bir uzman “evde yapılan yemeklerde sağlık koşullarına yeterince dikkat edilmediği için gıda zehirlenmeleri olduğunu ve tasarının halkın sağlığını korumayı amaçladığını” söylüyor.

Vatandaşlar yemeklerini ‘fast food’ ve normal restoranlarda, yemek şirketlerinde yiyebilecek veya eve ısmarlayabilecekler. Tasarıyı öğrenen çeşitli kuruluş ve kişiler tepki vermekteler. Tanığım bir uzman, büyük bir ‘fast food’ firmasının Türkiye’deki yatırımlarını neden arttırdığını şimdi anladığını belirtti. Ziraat Mühendisleri Odası, GDO’ya Hayır Platformu, Tüketiciler Derneği ve Ekoloji Platformu tasarıya sert tepki göstermekteler. Bu kuruluşların sözcüleri, amacın aslında halka ithal GDO ürünleri, zararlı trans yağları ve tarımsal ilaçlı, hormonlu gıdaları yedirmek olduğunu belirtiyorlar. Sözcüler; restoran sahiplerinin hiç sevinmemeleri, çünkü ‘fast food’ zincirleri ve yabancı yemek şirketlerinin kısa zamanda tekelci bir hegemonya kuracaklarını vurguluyorlar. Tasarıda, yemek şirketleri için getirilen minimum kapasite koşullarının bu amaca yönelik olduğu belirtiliyor. Bu konuda ilginç bir açıklama da ‘ikinci cumhuriyetçi’ bir yazardan geldi. Yazar “kapsama köylerin de alınmasını, böylelikle bu gerici katmanın dağılma yoluna gireceği, bunun da Türkiye’nin demokratlaşmasına katkı sağlayacağını” söyledi.

Yukarıda yazdıklarımın tamamen tarafımdan uydurulduğunu söyleyeyim. Adına açıklama yaptıklarımdan özür dilerim. Umarım; aceleci bazı okurlar yazının gerisini okumadan, ona buna göndermeye kalkmazlar!

Neden bunları yazdım? Türkiye’de birçok kamu kuruluşu özelleştirildi. Birçok kişi sanıyor ki, özelleştirilecek pek bir şey kalmadı. Çok yanılıyorlar. Daha çok şey var. Akarsular, barajlar, metro işletmeleri, ormanlar, parklar hatta cezaevleri. Neo-liberallerin özelleştirme konusunda vizyonları çok güçlü. Sağlık sektörü adım adım özelleştiriliyor.

Yazımın ilk paragrafını okuyanlar “Yok artık, bu kadarı da olur mu!” demişlerdir. Bir düşünelim. Henüz evde yemek yapmak yasaklanmadı ama ‘Tohum Yasası’ ile köylülerin tohum veya fidan satmaları yasaklandı. Bu da, kaliteyi arttırma gerekçesi ile yapıldı. Pazarlarda köylü fideleri kesiliyor. Kuş gribi bahane edilerek, köy tavukçuluğu yok edilmek istendi. Epeyce köyde köylü tavuğu katledildi. Aslında, kuş gribinin dünyada endüstriyel tavuk işletmelerinden çıktığı biliniyordu. Sağlık gerekçeleriyle, az kalsın köy tavukçuluğu tümden yok edilecekti.

Evet, henüz restoranlara büyüklük sınırlaması getirilmedi ama ‘Tütün Yasası’ ile yeni sigara fabrikaları veya atölyelerinin kurulmasını engellemek için, kapasite sınırlamaları veya yeni makine kullanma zorunlulukları getirildi.

Artık sadece özelleştirme silahı kullanılmıyor. Kamulaştırma da kullanılmakta. İzmir’in Efemçukuru Köyü’nde, arazilerini ‘altın’cı firmaya satmak istemeyen köylülerin toprakları kamulaştırılıyor ve şirkete veriliyor.

Neo-liberalizmin yapmak istediğinin bir çeşit köleliğe geri dönüş olduğu açık!

Tayfun Özkaya -http://www.yurtgazetesi.com.tr

Ahmetler Kanyonu’nda silah sesleri

Hafta başından beri süren ve yaklaşık 200 köylünün katıldığı HES karşıtı direnişte dün akşam çadırların yakınında 7-8 el silah sesi duyuldu.

Antalya Isparta Burdur Denizli Kaş Platformu’ nun yaptığı basın açıklamasında HES inşaatını yapan şirketten olduğu anlaşılan kişilerden ikisinin yakalanıp karakola götürüldüğü, diğer 4 kişinin de jandarma eskortuyla alandan çıkartıldığı; çadır bölgesinde yaşanan bu gerilim sonrasında köylülerin oturma eylemi gerçekleştirdiği ve askeri araç desteği ile alana malzeme götürülmeye çalışıldığı sırada jandarmanın halka zor kullanması ile 2 kadının baygınlık geçirdiği belirtildi.

Yapılan açıklamada “Bugün Manavgat, Kızılot, Fersin, Güçlüköy halkının da katılacak olması ile büyüyen direniş ile haklı mücadelerini sürdürmeye, suları, ormanları, köyü korumaya kararlı olan halk, hukuk mücadelerini sürdürmeye de devam ediyor” dendi.

ÇED raporu olmayan projenin, hukuki süreç devam ederken başladığını belirten Ahmetler köylüleri internet sayfalarından Vali’ye,  Enerji Bakanı’na ve  devlete seslendi;

“Bir an önce ellerindeki silahlarla köylülere saldıran şirket yetkilileri hakkında işlem yapılsın, elleri silahlı kanyon ve köy çevresinde dolaşan bu saldırganlardan köylülerin korunması için önlem alınsın!

Nerde bu devlet? Sesimizi duyacak kimse yok mu?”

HES mücadelesine destek olmak için imza kampanyasını buradan imzalayabilirsiniz.

(Yeşil Gazete)

Homofobiye Karşı Yerel Buluşmalar’ın ev sahibi bu haftasonu Mersin, Adana ve Antakya

Kaos GL tarafından bu yıl 9.su düzenlenen Homofobi Karşıtı Buluşma’nın yerel ayağı durumundaki Homofobiye Karşı Yerel Buluşmalar’ın ilk durakları 8 – 10 Kasım tarihleri arasında Mersin, Adana, Antakya.

“Eşcinsel Gettolar Değil Kentin Tamamını İstiyoruz” başlığı ile gerçekleşen Homofobiye Karşı Yerel Buluşmalar’da bu haftasonu Mersin, Adana, Antakya’da homofobi ve transfobi karşıtları ile buluşacak.

Kanada Yerel Girişimler Fonu, Norveç Büyükelçiliği ve Rainbow Solidarite tarafından desteklenen Homofobiye Karşı Yerel Buluşmalar’ın kendi yaşadığı yere de gelmesini; kampüsünde, şehrinde buluşmaya ev sahipliği yapmak isteyenler [email protected] adresinden Kaos GL Derneği ile irtibata geçebilirler.

Mersin, Adana, Antakya’daki etkinliklerin programı şu şekilde:

Mersin: 8 Kasım Cuma, 13.00; Benim Çocuğum Filmi Gösterimi ve Söyleşi

LİSTAG ailelerinden Pınar Özer, Şule Ceylan, Günseli Dum ve Kaos GL Derneğinden Evren E. Çakmak ile Mersin Yedi Renk’ten Yağmur Arıcan’ın konuşmacı, Baki Uguz’un moderatör olacağı paneller ve film gösterimi Akdeniz Belediyesi Konferans Salonu’nda gerçekleşecek. Adres: İhsaniye Mah. Zeytinlibahçe Cad. No : 92

Facebook etkinlik sayfası

Adana: 9 Kasım Cumartesi, 13.00: Benim Çocuğum Filmi Gösterimi ve Söyleşi

LİSTAG ailelerinden Pınar Özer, Şule Ceylan, Günseli Dum ve Kaos GL Derneği Danışma Kurulundan Doç. Dr. Gülşah Şeydaoğlu ile Queer Adana’dan Alican Kalan’ın konuşmacı, Seçin Tuncel’in moderatör olacağı panel ve film gösterimi Adana Tabipler Odasında gerçekleşecek. Adres: Reşatbey Mahallesi, 62005 Sk. No. 10/2 Seyhan (Adana Büyükşehir Belediyesi Yeni Binası Sokağı)

Facebook etkinlik sayfası

Antakya: 10 Kasım Pazar, 13.00: Benim Çocuğum Filmi Gösterimi ve Söyleşi

LİSTAG ailelerinden Pınar Özer, Şule Ceylan, Günseli Dum ve Kaos GL Derneğinden Seçin Tuncel’in konuşmacı, Evren E. Çakmak’ın moderatör olacağı panel ve film gösterimi Ritim Sanat Merkezi’nde gerçekleşecek. Adres: Sümerler Mah. Mehmet Horoz Sk. No: 2 (Doğuş Okulu Yanı)

Facebook etkinlik sayfası

(Kaos GL, Yeşil Gazete)