Üsküdar Kuleli Emek Mahallesi’ne geçtiğimiz yıl ‘taşınan’
İstanbul Tohum Takas Şenliği’nin 4’üncüsünün tarihleri belirlendi. Şenlik 14
Nisan Pazar günü saat 14.00 ile 18.00 arasında, mahalle meydanında
gerçekleştirilecek.
Köylünün tohum satmasının yasaklanması üzerine bir alternatif
olarak ilk kez Seferihisar’da başlatılan tohum takası, Türkiye’nin pek çok
noktasına yayıldı ve benimsendi. Yerel belediyelerin de desteğini alan takas
etkinlikleri zaman içinde şenliklerle desteklendi.
Yeryüzü Derneği ve Kuleli Emek Mahallesi Derneği’nin birlikte
organize ettiği Üsküdar’daki etkinlikte katılımcılara ücretsiz olarak atalık
tohumlar hediye edilecek; tohumların hikayesi, ekme, dikme, büyütmenin
incelikleri anlatılacak. Tohumun önemine dair bir panelin de
gerçekleştirileceği 4’üncü İstanbul Tohum Takas Şenliği’nde sirke,turşu, ekşi
mayalı ekmek atölyeleri, çocuklar için özel etkinlikler yapılacak, küçük
üreticilerin ürünlerini satabileceleri tezgahlar kurulacak, müzik grupları
sahne alacak.
2 Buçuk yılı aşkın süredir cezaevinde bulunan eski HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın cezaevinde kaleme aldığı 14 öykünün yer aldığı ikinci öykü kitabı ‘Devran’ İletişim Yayınları’ndan çıktı.
Toz duman kenarlardan,
taşradan ve kuytulardan, memleketten yoksulluk halleri. Utananlar, üzülenler,
âşıklar, yevmiyeciler, küçük kasabalar, hazin ve uzakta kalan hayatlar.
Devran, inatçı neşesiyle
geçip giden zamanın çarpıklığını anlatıyor. Umut umut, cümle cümle… Evvela
mahsus selam ediyor doğan güne.
Selahattin Demirtaş,
yaralıların, umarsızların, kalbi hızla çarpanların hikâyecisi. Sofrasında konuk
ağırlayan, durup durup konuşan…
“…Doksanların başı, ziraat fakültesini yeni bitirmişim,
iş güç yok henüz. Günün çoğunu evde iş projeleri ve gelecek planlarıyla
geçiriyorum. Dile kolay, her gün elli tane iş kuruyorum kafamda. Hemen para
kazanmaya başlamam lazım diyorum. Acayip zengin olasım gelmiş, yerimde
duramıyorum. Fakirlik içinde büyümüşüz, fakir fakir okuyup üniversiteyi de
bitirmişiz. Ama her şeyin bir sonu olduğuna göre fakirliğin de bir sonu var
değil mi?..”
Kitaptan tadımlık bir bölümü buradan okuyabilirsiniz. (Yeşil Gazete)
Artık büyük ölçüde yitirilen İstanbul kültürünün ve coğrafi zenginliğin henüz var olduğu zamanlardan günümüze ulaşan nebati devlerin hikayesini Volkan Yalazay yazdı.
Bekir Bolat
İstanbul’un
Anıtsal Ağaçlarını konu edinen bir çalışma “Eski İstanbullu Ağaçlar”. Kırsal
Çevre ve Ormancılık Sorunları Araştırma Derneği’nin bir yayını olarak çıkan,
480 sayfalık, bol resimli ve metinleriyle zengin içerikli bir kitap. Yazarı
Volkan Yalazay’la kitap üzerine söyleştik.
-Kitabın ismiyle başlamak istiyorum;
alt başlığı İstanbul’un Anıtsal Ağaçları, öne çıkan başlık ise Eski İstanbullu
Ağaçlar. Eski İstanbullulara bir atıf mı var?
“Eski İstanbullu Ağaçlar”
Kitabın ismi böyle. Her ne kadar literatüre “Anıt Ağaç” olarak giren ağaçları
anlatıyorsam da İstanbul söz konusu olduğunda işin içine “Eski İstanbullular”
gibi zihnimizde ve imgelemimizde saygıdeğer, kültürlü, görmüş geçirmiş
ihtiyarlar şeklinde beliren sözcükleri bu şehrin anıt ağaçlarıyla birleştirmek
sanki doğru oldu. Onlar, yani İstanbul’un anıt ağaçları artık büyük ölçüde
yitirdiğimiz bir İstanbul kültürünün ve coğrafi zenginliğinin henüz var olduğu
zamanlardan günümüze ulaşan nebati devler.
Çınar/Cendere
-Anıt ağaçlarla ilgili merak edilen şeyler varsa da
kitapta ilgimi çeken başka bir şey var; anıt ağaçların yanı sıra İstanbul’un
kültürü ve coğrafi yapısı hakkında da pek çok bilgi mevcut. İstanbul
ormanlarıyla veya Boğaziçi ile ilgili şaşırtıcı görüşlere ve bulgulara da bir
hayli yer verilmiş. Bir ara çok konuşulmuş ve söylenmişti “Boğaziçi hep
çıplaktı” diye; öyle değil miymiş?
“Boğaziçi zaten çıplakmış,
ağaçsızmış.” Geçtiğimiz yıllarda eski fotoğraflara bakarak tarih yazanların
söyledikleri böyle. Oysa geçmişten gelen coğrafi bilgileri, gözlemleri bugünün
işaretleriyle birleştirdiğimizde hiç de öyle boş ve ağaçsız bir Boğaziçi çıkmaz
karşımıza. Geçmişten gelen pek çok veri, bilimsel bulgular ve nihayetinde de
eski tasvirler var ve hepsi Boğaziçi’nin ormanlarla kaplı geçmişine işaret eder;
bilhassa Kırım savaşı yıllarında, sonra Birinci Dünya Savaşı yıllarında, daha
da sonra şehirleşme etkisiyle yok edilen koru ve ormanların epey kaydı var. Boğaziçi’nin
ilk çıplak fotoğrafları bu kayıplardan sonra çekiliyor ve nostalji
fotoğraflarına bakarak tarih yazanlar da işi burada devralıyorlar. Ama, bahsi
geçen kanıtların hiç biri olmasa da iklim verilerini doğru yorumlayan biri
hızlıca aynı sonuca ulaşır. İstanbul’un bulunduğu enlemlerde hemen her yanı
denizle çevrili olan, yılda 800 mm yağış alan, yıllık sıcaklık toplamı ve
alt-üst seviyeleri buradaki gibi vejetasyon için gayet uygun olan bir yerin
ormanlaşmaktan başka bir şansı zaten yok. Bu durum coğrafyanın bir lütfu.
Ancak, böyle bir coğrafi lütuftan nasiplenmek isteyen insanlar da İstanbul
dilemmasını inşa eder. Boğaziçi gibi hemen her yanı insan etkisiyle çıplaklaşan
bir şehir İstanbul.
-Hemen her yanı diyorsunuz ama Belgrad Ormanı veya
Alemdağ ormanları gibi hatırı sayılır ormanlardan da bahsediliyor kitabınızda.
Evet; günümüzde
Kuzey Ormanları diyerek andığımız, kuzeye sıkışmış ve yaralanmış ormanlar
onlar. Her yeni gün yeni yaralar açılıyor; kuzey oto yolu, hava limanı inşaatı
en can alıcı örnekler. Mesken mahalleri ki son zamanlarda bu bölge TOKİ’nin
rezerv konut alanı ilan edildi; sonra mangallı ve çöplü piknik kültürü ve daha
başka pek çok şey de var.
Her iki yakanın daha çok
kuzey kesiminde yoğunlaşan ormanlar Boğaz onları ayırmasaydı kesintisiz tek bir
orman olurlardı; Boğaz açılmadan önce de muhtemelen öyleydiler; aralarında yalnızca
bir ırmağın olduğu ve Karadeniz çukuruna doğru aktığı biliniyor.
Anadolu Yakası ormanlarının
doğuya devam eden varlığı gibi Belgrad Ormanı da batıya doğru uzanırmış bir
zamanlar. Istrancalar’ın boylu poslu ormanlarıyla birleşir ve kimi büyüklü
küçüklü açıklıklar önemsenmezse bu ormanlar Bulgaristan, Romanya, Macaristan ve
sonrasında devam eder, nihayetinde okyanus kıyılarına ulaşırmış. Başka bir
şekilde ifade ediyorum: Avrupa’nın batısında başlayan serin ve nemli orman
kuşağı Anadolu -veya Asya- Yakası’na geçerek Karadeniz’den Gürcistan’a ve
İran’a uzanan tek bir ormanmış aslında. İstanbul ise bu ormana geçit vermiş bir
köprü.
Evet, muhtemelen zamanında
kesintisiz bir kuşaktı ama biliyoruz ki şimdi öyle değil. Yolun başından sonuna
kadar pek çok yerde kesintiye uğrayarak devam eden, doğası gereği de
farklılaşan ve aynı zamanda da ortaklıklar taşıyan sayısız parçadan oluşan tek
bir orman. Belgrad Ormanı da bütünden kopmuş uzuvlardan yalnızca biri ama
İstanbul için kuşkusuz en değerlisi.
Volkan Yalazay araştırması sırasında, bir anıt ağacın gölgesinde.
-Haliç kıyısına inen geyiklerden de bahsediyorsunuz; ne
kadar eskilerde kaldı onlar?
Çok eskilerde. Kış vakti
ormandan çıkarak Kâğıthane Deresi’nin Haliç’e döküldüğü civarda sazlıklardan
beslenen geyikler, bugünkü Kasımpaşa dolaylarında yaban domuzlarına kurulan tuzaklar…
MS 3. veya 4. Asırda yaşadığı düşünülen coğrafyacı Bizanslı Dionysios’un
gözleriyle gördükleri ve yazdıkları bunlar. Günümüzde göçlerden ve sanayiden
yorulmuş Haliç’in bilhassa kuzey kıyıları, o sıralarda orman içindeki ünlü
kaynak sularıyla bilinirmiş.
-İstanbul’un doğal orman
varlığı veya yokluğu üzerine daha pek çok şey var kitabınızda, bu detayları
okuyuculara bırakarak asıl konuya, anıt ağaçlara gelmek istiyorum. Beklenen
soru: Anıt Ağaç Nedir?
Günümüzde kabul gören
tanımlar var; eksikleri veya fazlalıklarıyla irdelenmeye açık tanımlar bunlar.
Kitapta bu tanımlar açılıyor ama “Kökler” başlıklı bölümde üzerinde durduğum zamanlardan
ve mekanlardan bahsetmek istiyorum çünkü günümüzün anıt ağaçlarının kökleri
oralarda. Kutsal ağaçlar; hemen her kültürde sıklıkla rastlanan bir arketip.
Hayat Ağacı veya Kozmik Ağaç imgesini hatırlatan görkemli ve ulu ağaçlar,
yaratıcı dişi özelliği görülen kovuklu ağaçlar, göğün katlarını temsil etmesi
muhtemel yedi, sekiz, dokuz dallı veya gövdeli ağaçlar, kutsal mahallerde
olduklarından dolayı kutsal görülen ağaçlar, yalnız ağaçlar, altlarında kabir
olan ya da olduğu düşünülen ağaçlar, şamanların veya toplum tarafından önemli
zatların dikmiş oldukları ağaçlar… Diğerlerinden ayrıcalıklı bir saygı gören,
kutsal kabul edilen ağaçlar ve onların saydığım özellikleri de sanıyorum en
belirleyici yanları. Günümüzde “Anıt Ağaç” ismi ile tescillenen ve koruma
altına alınan ağaçlarla aynı ağaçlar onlar. Kültür yozlaşmaya, kimi değerler
solmaya, yok olmaya başladığında yasalar ortaya çıkar ve bu yitip giden ama
halen değer verilen şeylere bir tür koruma sağlamaya çalışırlar. Günümüzde olan
şey bu.
-Bu yasaların yeterli bir koruma sağladığını düşünebilir
miyiz?
Kanunlarla koruma çift başlı
bir iş. Bu doğal değer ve zenginlikler o yörede yaşayanlarca kabul görmediği
sürece kanunlar boş beklentilerin ve güç gösterilerinin yuvası olur ancak.
Böyle ağaçlara saygının canlı olduğu kimi coğrafyalarda bu varlıkların hiçbir
bilimsel tanımlamaya, kavramsal altyapıya ve yasalara ihtiyaç duyulmadan da
korunabildiğini görüyoruz. Anadolu’da da öyle. Yüksek ve sarp yerlerde
oldukları için kesilmemiş ve yaşlanabilmiş olan ağaçları geçersek geriye kalan
anıtsal ağaçların hemen hepsi bu ağaçlara beslenen duygu ve hislerle, zengin kültürel
aktarımlarla korunmuş ağaçlar.
Kestane/Şile
-Korunmuş olanlar hep böyle anıtsal ağaçlar mı? Diğer ağaçların korunmadığını
söyleyebilir miyiz?
Korunmadığını söyleyemeyiz
ama büyük oranda yok edildiğini söyleyebiliriz. İstanbul ve tüm Anadolu’nun son
buzul çağı ardından türlü karakterli ormanlarla kaplandığı biliniyor. Günümüzün
kalıntı ormanları veya bozkır ortasında üç beş ağaçtan ibaret orman kalıntıları
incelendiğinde kayıpların ne denli büyük olduğu ortaya çıkıyor yavaş yavaş. Anadolu
insanlarla ve uygarlıklarla münasebeti çok olan ve eskiye dayanan bir coğrafya.
Demir Çağı’nda ergitilen demirler için dahi tarifi imkansız ormanlık alanlar
yok olmuş. Hayvancılık, tarım açmaları, yakacak, yapacak derken giden gitmiş.
Yağışlı bölgeler kendini kolay toplamış ve yenileyebilmişken yağışı ve nemi
yetersiz olan veya insan baskısı artarak devam eden yöreler bozkıra dönüvermiş.
-Böyle bir süreçten sağ çıkabilen ağaçların bir kısmı da
anıt ağaç özelliği gösterenler oluyor sanırım. Yani ayrıcalıklı görülmüş
ağaçlar mı onlar?
İnsan türünün ağaçlarla olan
bin türlü ilişkisi içerisinde ağaçları sevmek ve kesmek; kabul edelim, her
zaman yan yana ve hatta iç içe. Ağaçların, yalnızca oldukları yerde durarak ve
oldukları gibi var olarak insanlara yaşattığı keyif inkar edilemez; tıpkı
yapacak ve yakacak hallerinin de inkar edilemeyeceği gibi. Ağaçların yeşilini
sevmeye ve ateşiyle ısınmanın keyfini almaya devam eder dururuz.
Ve böylece ormanları değil,
“kimi orman parçalarını”, doğal alanları değil, “kimi doğal alanları” ve
ağaçları değil, “kimi ağaçları” korumak şeklinde gelişen bir ara yola sapıverir
korumacılık. Anlaşıldığı üzere yaşlı, devasa ve muazzam yapılı kimi ağaçlar da
binlerce, on binlerce yıldır diğerlerinden ayırdığımız varlıklar olarak bu ara
yolda ilk korunanlardan olmuşlar.
Ayrıcalıklı görülene, önem
verilene eğilen koruma güdüsü kimi ağaçları evvel zamandan itibaren
koruyabilmiş. Kesenlerin kötürüm kalacağına dair korkularla veya sevgiyle ama
bir şekilde bu ağaçlar inançlarla korunabilmişlerdi. İnançların da bir ömrü var;
en eski ve güçlü olanlar dahi tozlanıyor, toza dönüyor. Sonraki zamanlardan ise
yeterince bahsettik; yasalar, kanun maddeleri… Hemen her zaman büyük
kayıplardan sonraki uyanışın ürünleri.
Kırsal İstanbul’da köy
meydanlarından tarla ortalarına ve dere boylarına kadar muhtelif yerlerde
rastlayabiliriz ama yoğunlaştıkları asıl yerler eski İstanbul sınırları ve
yakın civarı yani Tarihi Yarımada, Haliç, Boğaziçi ve bir kısım Marmara
kıyıları. Bu yerlerde tarihi, kültürel veya dini yönlerinden dolayı korunan
saraylar, cami ve kilise avluları, çeşme ve ayazma başları, korular, eski
mesire yerleri, mezarlıklar, türbeler… En sık rastlandıkları yerler kabaca bu
yerler. Tarihi dokuyla birlikte saydığım sebeplerle birlikte korunmuşlar ve
günümüze ulaşabilmişler.
-Birkaç örnek verseniz?
Saraylardan Topkapı Sarayı,
camilerden Sultanahmet Camii, korulardan Yıldız Korusu, eski mesire yerlerinden
Beykoz Çayırı… Örnekler hayli fazla ama birkaç örnek için ilk akla gelenleri
saydım. Ve Bilezikçi Çiftliği’ni de eklemeliyim ve Florya’da Atatürk Ormanı’nı
ve böyle devam eder gider.
Sakız/Salacak
-İstanbul’un anıt ağaçlarını türlere ayırarak ele
almışsınız ve bu ağaç türleri arasında çok iyi bildiğimiz çınar, ıhlamur gibi
ağaçlar var ama bir de pek iyi bilmediğimiz sakız veya mamut ağacı gibi türler
de var. Çınarları her İstanbullu bilirken diğerlerini niye öğrenemedik?
Çınar üzerine çok yazıldı,
söylendi haklı olarak. Heybet deseniz onlarda, boy deseniz öyle, yaş da öyle.
Bu şehrin doğal türlerinden biri olmasının yanında Osmanlı kültüründe de yeri
büyük. Ihlamur deseniz daha başka bakımlardan yer etmiş İstanbullularda. Gerçi
o da yörenin doğal ağaçlarından ama korulara, parklara, yollara da çok sık dikilmiş;
her an karşılaştığımız, yaz başlarında kokusuyla, kış aylarında çayıyla
birlikte kendini unutturmamış bir ağaç.
Verdiğiniz diğer örnekler
üzerinden yürüyelim. Sakızlar mesela. Eski İstanbullular için tanıdık bir yüz
ama sonradan unutulmuş. O da İstanbul’un yerlilerinden. Aslına bakılırsa
İstanbul’da aynı cins ağacın üç türü var ve Atlas sakızı dediğimiz tür yaş ve
heybet söz konusu olduğunda diğerlerini çok geride bırakıyor ve bu nedenle de
kitabın konusu gereği epey bir sayfada kendine yer buluyor.
Mamut ağacı demiştiniz bir
de. Dünyanın en cüsseli ağaçları kabul edilen devler onlar. İstanbul’la olan hikayeleri
de hayli ilginç. Buzul çağları öncesinde o da İstanbul ormanlarının, daha
doğrusu nemli kuzey orman mıntıkalarının doğal bir türüymüş. İklimlerdeki büyük
değişikliklerle birlikte hem bu bölgeden ve hem de tüm Avrupa ve Asya’dan elini
eteğini çekmiş. Günümüzde doğal olarak yalnızca Kaliforniya içlerinde Sierra
Nevada’da yaşıyor. Osmanlı’nın son zamanlarında yeniden İstanbul’a girmiş
milyonlarca yıl sonra; tabii ki insan ilgisi ve merakı ile ama çok sınırlı
sayıda, kimi köşk ve saray bahçelerinde nadir örnekleri var. Yani, böyle
olmasaydı, iklimler değişmeseydi ve bizler bir şekilde yine burada olsaydık,
dev sekoya da denilen mamut ağaçlarını mangal dumanları arasında
görebilecektik. İyi mi olurdu, kötü mü bilemem.
-O halde söyleşimizi burada bitirelim; benim için keyifli oldu ama kitabınızı kitapçılarda göremiyoruz; edinmek isteyenler nereye başvurabilir?
Kırsal Çevre ve Ormancılık
Sorunları Derneği’nin e-mail adresine ([email protected]) kitabı
edinmek istediklerini yazanlara dernekteki arkadaşlar yardımcı olurlar.
Açık Radyo çeyrek yüzyıldır yanı başımda. Hayatımın yarıya yakını onunla geçti. İlk kez Muammer Ketencoğlu’ndan adını duymuştum: “Ercü, yeni bir radyo açılıyor, ben de orada bir müzik programı yapacağım” demişti.
Radyoyla çocukluğumdan beri haşır neşirim. Çocukluğum, 1960’lı yıllarda İstanbul’un taşrası sayılabilecek bir köyde geçmişti. Altınşehir Köyü, Küçükçekmece Gölü’nün kuzeyinde yer alan, içerisinden tren geçen bir köydü. Bir de pilli radyomuz vardı evde. Halkalı istasyonundan hareket edip, köyün içerisinden geçip batıya doğru, uzaklara giden trenler ve radyodan yayılan sesler, müzikler her zaman çocukluk düşlerimi tetikleyen, besleyen, dünyaya açılan pencerelerim oldular.
57 yıl sonra bugün de yaşadığım köyümün üç tarafında artık beton bloklar yükseliyor, ‘fiziksel yaşam alanlarımız’ giderek daralıyor ama hala köyümün içerisinden trenler geçiyor ve hala Açık Radyo’m başucumda kâinatın bütün seslerini bana ulaştırıyor ve ‘düşünsel yaşam alanımı’ sonsuza doğru genişletmeye devam ediyor.
Birçok mesele gibi iklim meselesini de ilk kez radyomdan duydum. Bugün Atlas Sarrafoğlu ve arkadaşları da konuşmalarına “Açık Radyo’dan ilk kez duydum…” diyerek söze başlıyorlar. Yani Açık Radyo geçen 25 yılda birkaç kuşağı etkileme becerisini gösteren, her gün kendisini yenileyen bir radyo olmayı başardı.
Yeşil Düşünceyle de radyom aracılığıyla tanıştım. 2015’te İklim Korosu kurulması için önce radyoma gittim, koroyu kurduk ve bir de konser yapabildik.
100 haftadır da “Babil’den Sonra” programıyla radyoma emek vermeye çalışıyorum. Her hafta pazartesi günleri radyonun güneşli avlusunda kedilerle içiçe, program saatinin gelmesini bekliyorum. Her program biter bitmez önümüzdeki haftanın programını düşünmeye başlıyorum. Bir saatlik program için hafta içerisine yayılan 8-10 saatlik bir mesai işin en keyifli tarafı oluyor benim için.
Bir taraftan Açık Radyo’yu dinlemenin ve program düşünmenin-yapmanın keyfini yaşarken, bir radyonun bağımsız ve özgün yapısını korumasının hiç kolay bir iş olmadığına da bu süre içerisinde tanık oldum. Radyonun teknolojik alt yapısının güncellenmesi, çalışanların ücretleri, elektrik, su, telefon vs. giderleri, resmi kurumlara karşı maddi yükümlülükler… Hiçbir sermaye grubuna, siyasi yapıya yaslanmadan, sadece radyoyu 7/24 yayında tutan emekçileriyle, gönüllü programcılarıyla çok zor bir iş kotarılıyordu. Üstelik bunu sadece dinleyicilerinin desteği ile yapmakta ısrarcıydılar.
Geçen hafta 16. kez dinleyici destek özel yayını başladı ve bu pazar akşamı sona erecek. Aslında Açık Radyo senenin 365 günü, 24 saati desteği hak eden, destek olabileceğimiz bir radyo. Son iki günde 0212 343 41 41’den veya buradan desteğimizi verelim elbette. Ama aylık bütçemizde yer alan su-elektrik-cep telefonu… ödemeleri listemize “Açık Radyo’ya destek” ibaresini de ekleyelim derim.
Bugün Atlas Sarrafoğlu ve arkadaşları konuşmalarına “Açık Radyo’dan ilk kez duydum…” diyerek söze başlıyorlar, radyonun koridorları onların sesleriyle şenleniyor artık. Yani Açık Radyo geçen 25 yılda birkaç kuşağı etkileme becerisini gösteren, her gün kendisini yenileyen bir radyo olmayı başardı. Açık Radyo’nun hep açık kalması bizim desteklerimize bağlı.
Açık Radyo’ya ve Babil’den Sonra programıma bugün- yarın ve senenin diğer günlerinde de desteklerinizi bekliyorum.
“Dew du şar heft mesel” projesi Bülent Çatalkaya’nın yaklaşık on yıl boyunca yüreğinde-aklında demlediği bir kültür projesi. “12 Yazma (veya Kadın) 7 Mesel” adıyla da anılabilecek proje, Anadolu’da, Dersim-Koçgiri kültüründe tarihi 5 bin yıl öncesine giden bir ozanlık geleneğini kadın bakış açısıyla günümüze taşıyan, kadının Alevi inancındaki yerine vurgu yapan, Dersim- Koçgiri kültüründeki anaerkil yapıya atıfla, kadının yok olan dergâh geleneğinde kendisini yeniden yaratma çabası olarak da anlam bulan bir proje.
Bedestan Müzik Topluluğu kadın sanatçılarının bir yıldan uzun bir zamandır Bülent Çatalkaya’nın yönetiminde sürdürdüğü bu çalışma, 14 Nisan Pazar günü Şişli Cemil Candaş Kent Kültür Merkezi’nde, saat 17.00’de, buğdayla yapılan ilk kutsal yemekler olan kömbe, helva, hedik gibi geleneksel tatların sunumuyla başlayacak.19.00’da Bedestan Müzik Topluluğu “Dew du şar heft mesel” projesinin ilk gösterim konseri için sahne alacaklar.
Afişte, Alevi kültüründe önemli yeri olan zümrüdü anka ve şahmaran görselleri kullanılmış. Yeniden doğuşu simgeleyen zümrüdü ankanın tüylerinde bulunan 12 tane göz ‘dew du şar’ı yani 12 kadını simgeliyor. Zümrüdü anka ise kendi başına 13’üncü kadın rolüne giriyor. ‘Dev su şar’ zümrüdü ankanın küllerinden doğan 12 kadını simgeliyor. bir tarafı kadın bir tarafı yılan olarak tasvir edilen şahmaran ise vücudunda bilgeliği, zehri ve şifayı barındırıyor.
Şar, Dersim- Koçgiri’de özellikle yaşlı dergâh kadınlarının başlarına bağladıkları, gökkuşağının renklerini içeren bir yazmanın adı. Alevi inancına göre Ana Fatma’nın başına bağladığı yazma barışın da simgesiymiş. Aileler, aşiretler, köyler arasındaki kavgalarda, kan davalarında kadının başındaki yazmayı ortaya atmasıyla kavga biter, barış sağlanırmış.
Bir buçuk yıldır projenin
provalarını sürdüren Bedestan Müzik Topluluğu çalıştıkları 20’den fazla eserden
16’sının canlı performansını gerçekleştirecek. Topluluk, proje için popüler
olan deyişler yerine unutulmaya yüz tutmuş deyişleri seçti.
Bülent Çatalkaya konserde bağlamasıyla yer alacak ve aynı zamanda 7 miti anlatacak.
Projenin koordinatörü olan Bülent Çatalkaya projeleriniPİRHA’ya anlatırken“Bu proje uzun yılların birikimleri, araştırmaları sonucu oluşmuş bir çalışma. Sanat hayatımızda kurduğumuz hayallerin birikimlerle ve becerimizle birleşip ortaya çıkmış hali. Gördüğümüz rüyayı anlatacağız belki de. Aslında bu çalışma toplumun hikâyesidir. Anadolu’da Mezopotamya’da Dersim-Koçgiri özgülünde özellikle Kızılbaş geleneğine mensup toplumun hikâyesidir bu. Biz diyoruz ki bu toplum önce kendileri sonra çocukları sonra ise torunları kendi özgün inanç ve dil değerlerini unuttular. Toplumumuzun içinde bir inanç 5 bin yılda oluşuyor ve icra edilmediği zaman iki kuşak sonra kayboluyor. Özellikle dinsel ve ideolojik atmosferin, baskıların yoğun olduğu bu dönemde bu tür özgün çalışmaların hem özgün anlamda inançlara hem de dillere hizmet edeceğini düşündük. Bu çalışmanın bir ayağıyla topuma bunu hatırlatmak istedik. İkinci ayağı ise bu bir eğitim çalışması” diyordu.
Gülseven Medar ise projede 13’üncü kadın olarak çıkıyor karşımıza. 12 kadının yürüttüğü ritüelin sonunda 12’yi birlemek için ritüele katılan Medar, bir süre 12 kadınla birlikte ritüeli yürüttükten sonra 12’yi sırlıyor. Medar, sahnede Türkçe, Kürtçe ve Zazaca üç dilde unutulmaya yüz tutmuş deyişleri okuyacak.
Projeyle ilgili PİRHA’ya verdiği röportajda, projenin Alevilikte kaybolan kadın kimliğini hatırlattığını, Anaerkil dönemden ataerkil döneme geçişte anaerkil duyguların yanı sıra doğanın ve yaşamın temel duygusundan da uzaklaşıldığını kaydeden Medar, anaerkil ruhu, doğanın ve yaşamın temel prensiplerini tekrar hatırlatmak için bu çalışmanın oluşturulduğunu söylüyor. Son zamanlarda sanat dalında kadının varlığına, anaerkil döneme atıfta bulunan çalışmaların olduğuna işaret eden Medar, ‘dew du şar’ın bütünleyici bir çalışma olduğunu da ekliyor. Medar, “Biz kafamızda olabildiğince doğru yerlere oturtmaya çalıştık. Umarım seyirciye de doğru bir şekilde ulaşır. Ne kadar doğru bir ifadede vereceğiz tabi ki tartışılır çünkü bunlar ne olursa olsun bazı bilgileri de içinde barındırdığı için olabildiğince doğruya, estetik olana, yaşamın temel prensiplerine uyum sağlamaya çalıştık. Kültürümüze hizmet etmeye çalışıyoruz. Umarım karşı tarafa da iyi niyetimiz doğru olarak geçer ve insanlar da güzel etkileşimler yaşar bizimle, kültürle başka türlü bir bağlantı kurmuş olur” diyordu.
Bülent Çatalkaya, Gülseven Medar ve Bedestan Müzik Topluluğu’nun 11 kadın sanatçısı hepimizi “Dew du şar heft mesel” projesinin ilk konserine hepimizi davet ediyorlar. Proje daha sonra farklı mekânlarda izleyicisiyle buluşmaya devam edecek.
İlk fırsatta Bülent Çatalkaya ve Gülseven Medar’ı Açık Radyo’da “Babil’den Sonra” programıma konuk etmeyi düşünüyorum.
Ercüment Gürçay
Kaynak: Bülent Çatalkaya & Bedestan Müzik Akademisi PİRHA www.pirha.net
AKP, Mardin Belediye Başkanlığı’nı kazanan ancak mazbatası verilmeyen Ahmet Türk için, “hasta ve yaşlı olduğu”, bu nedenle de belediye başkanlığı yapamayacağı gerekçesiyle İl Seçim Kurulu’na başvuru yaptı.
AKP Mardin İl Örgütü, başvurusunda Halkların
Demokratik Partisi’nin (HDP) 31 Mart yerel seçimlerinde yüzde 56,24 oy alarak
Mardin Büyükşehir Belediye Eşbaşkanı seçilen Ahmet Türk’ün “KHK ile görevinden
alındığını” yazdı. AKP Mardin İl Örgütü, mazbatanın ikinci en fazla oyu alana
yani yüzde 38,53 oy alan AKP’nin Adayı Mehmet Vejdi Kahraman’a verilmesini
istedi.
Birgün’ün haberine göre; İl Seçim Kurulu, başvuruyu reddetti; ancak Türk’e mazbatasının verilip verilmemesi konusunda kararı YSK’ye bıraktı.AKP, YSK’yi beklemeyerek bu sefer de Ahmet Türk’ün “hasta ve yaşlı olduğu, belediye başkanlığı görevini yapamayacağı” gerekçesiyle İl Seçim Kuruluna başvuru yaptı.
İstanbul LGBTİ+ Onur Haftası, bu yıl 24-30 Haziran tarihlerinde gerçekleştirilecek. Çağrı komitesi, etkinliklere katkı çağrısı yaptı
Açık çağrılarla bir araya gelen gönüllü grubunun kolektif katkılarıyla
hazırlanan 27. İstanbul LGBTİ+ Onur Haftası, bu yıl 24-30 Haziran tarihlerinde yapılacak.
Çağrı Komitesi, ortaklık ve işbirliklerinin önemli olduğunu belirterek; hafta
etkinliklerini programlarken panel, atölye, film gösterimi, sunum vb.
formatlarda içerik, fikir, öneri, etkinlik katkıları konusunda çağrıda bulundu.
Etkinlik önerisi olan kurum/ dernek/ oluşum/ örgütlenmelerin konuşmacı
bilgisi, metni ve tarihine dair planlanan bilgileri en geç 5 Mayıs tarihine
kadar[email protected] adresine iletmeleri
gerekiyor.
Metin, konuşmacı ve tarih planlarının bu tarihten önce yollanması halinde
süreçlerin kolaylaşacağını bildiren komite, bütçeye dair belirsizlik olması
sebebiyle şehir dışından etkinlik düzenlemek için gelecek katılımcıların bu
detayı göz önünde bulundurmalarını istiyor.
İlk kez fotoğrafı çekilen kara deliğe, Hawaii dilinde “Derin, süslü karanlık oluşum” anlamına gelen “Powehi” adı verildi.
Hawaii’de yayımlanan Star Advertiser
gazetesinin haberine göre dünyanın farklı bölgelerindeki sekiz gözlemevi
arasında bağlantı kurularak oluşturulan Event Horizon teleskop dizgesi
tarafından fotoğraflanan kara deliğin isim babası Hawaiili dil profesörü Larry
Kimura oldu. Projede görev alan gökbilimciler, kullanılan teleskoplardan
ikisinin Hawaii’de olması nedeniyle dev kara deliğe Hawaii dilinde bir ismin
verilmesini uygun gördü.
Powehi sözcüğü Hawaii’de 18’nci
yüzyıldan beri söylenen ve yaratılış hikayesini anlatan Kumulipo adlı bir
ilahideki “Po” ve “Wehi” sözcüklerinin birleşiminden
oluşuyor. Po, “Sonsuz yaratımdaki derin karanlık kaynak”, Wehi de
“süslenmiş, bezenmiş” anlamına geliyor.
Sudan’da göstericiler, darbe yaparak Ömer el Beşir’i iktidardan indiren Askeri Geçiş Konseyi’nin de aynı rejimin bir parçası olduğunu söyleyerek sokakları terk etmeyeceklerini belirtiyor.
Başkent Hartum’da yasağa karşı çıkan protestocular ise gece boyunca sokaklardaydı.
Sudan Savunma Bakanı Orgeneral Avad Muhammed Ahmed bin Avf’ın, Devlet Başkanı Ömer el Beşir’in görevden alındığını ve tutuklandığını açıklamasının ardından ülkede 1 ay boyunca akşam 22:00’den sabah 04:00’e kadar sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Başkent Hartum’da yasağa karşı çıkan protestocular ise gece boyunca sokaklardaydı.
Sudan’da aylardır süren hükümet karşıtı
gösteriler sonucu Perşembe günü el Beşir ordu tarafından görevden alındı. Savunma
Bakanı Orgeneral Avad Muhammed Ahmed bin Avf ve Korgeneral Abdul Murof Al-mahi,
Askeri Geçiş Konseyi’nin liderleri olarak yemin etti.
Savunma Bakanı Bin Avf devlet
televizyonundan yaptığı açıklamada, silahlı kuvvetlerin yönetiminde iki yıl
sürecek bir geçiş döneminin ardından seçimlerin yapılmasının planlandığını
belirtmiş, ülkede üç ay boyunca olağanüstü hal ilan edildiğini ve 2005
anayasasının yürürlükten kaldırıldığını açıklamıştı. Bin Avf çatışmaların
yaşandığı Darfur da dahil olmak üzere ülkede ateşkesin geçerli olacağını
söylemişti.
Ancak göstericiler yeni kurulan Askeri
Geçiş Konseyi’nin de aynı rejimin bir parçası olduğunu söyleyerek sokakları
terk etmeyeceklerini belirtiyor.75 yaşındaki el Beşir’in tutuklandığının
açıklanması ardından sokaklarda yaşanan sevinç havasının kısa sürdüğü, sokak
gösterilerini düzenleyenlerin protestocuları Genelkurmay Başkanlığı önünde
oturmaya çağırdığı kaydediliyor. BBC
Dünya Servisi’nin Afrika editörü Will Ross’unda aktardığına göre Protestoların
devam etmesi halinde ordu ile göstericilerin karşı karşıya gelmesinden ya da ordu
içindeki farklı grupların ve milislerin birbirlerine yönelik güç mücadelesine
girmesinden endişe ediliyor. Göstericiler, yönetimin
bir an önce sivillere devredilmesini istiyor.
Protesto eylemlerini düzenleyen ana
örgütlerden birisi olan Sudan Profesyoneller Birliği’nden (SPA) Sara Abdulcelil
“Yapmamız gereken şey mücadeleye ve barışçıl direnişe devam etmek”
dedi
Ömer el Beşir hakkında Sudan’ın
batısındaki Darfur’da 2003’te yaşanan iç savaşta insanlık ve savaş suçu işlemek
suçundan Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından çıkartılmış yakalama kararı
bulunuyor. Gözaltındaki el Beşir’e ne olacağı henüz bilinmiyor.
Sudan halkı yönetimin bir an önce sivillere devredilmesini istiyor.
Dünyadan tepkiler
Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri
Antonio Guterres’in, “Sudanlıların demokratik isteklerinin uygun ve
kapsayıcı bir geçiş süreci ile gerçekleşmesini” beklediği açıklandı. BM
Sözcüsü Stephane Dujarric de, Genel Sekreter’in “BM’in Sudanlılara ileriye
dönük yollarını planlamada desteklemeye hazır olduğunu” teyit ettiğini
aktardı.
Türkiye Dışişleri Bakanlığı’ndan yapılan
açıklamada ise “Bu sürecin anayasal demokrasi ve ulusal uzlaşı
çerçevesinde halkın beklentilerini karşılayacak, barışçı bir şekilde
yürütülmesini temenni ediyoruz” denildi.
ABD ve Avrupa Birliği de orduyu yönetimi sivillere “hızlı” bir şekilde devretmeye çağırdı.
22 yaşındaki Alaa Salah, direnişin simgesi haline geldi.
‘Kadının yeri devrimdir’
Ülkede hayat pahalılığına
karşı geçtiğimiz aralık ayında başlayan ve El Beşir’in istifası talebiyle
tırmanan protestoların liderliğini, en başından itibaren kadınlar yaptı. Eylemlerde çekilen bir video ise sosyal
medyada yüz binlerce defa paylaşıldı.
Videoda çalışan kadını simgeleyen geleneksel beyaz giysileri içinde
“Kadının yeri evidir” deyimi yerine “Kadının yeri devrimdir” sloganını atan 22
yaşındaki Alaa Salah, direnişin simgesi haline geldi. Salah’ın yüzlerce kişi
tarafından kaydedilip sosyal medyada yayılan görüntüleri, Sudan’ın Nübye
bölgesinde yaklaşık 4 bin yıl önce hüküm sürmüş antik hanedanlığın savaşçı
kraliçeleri için kullanılan ‘Kandaka’ göndermesiyle viral oldu.
Hartum Üniversitesi’nde Mühendislik okuyor
Bir aracın üzerinde ‘Thowra! (Devrim!)’ sloganıyla eylemcileri coşturan
Salah’a Buzzfeed sitesi ulaştı. Salah, Uluslararası Hartum Üniversitesi’nde
mühendislik okuduğunu söyledi.
Sudan’da geçen aralık ayından beri sürdürülen gösterilerde kadınlar başı çekiyor.
Dünya medyasındaki haberlere göre, Sudan’daki eylemcilerin yaklaşık yarısı kadınlardan oluşuyor. Ülkenin cinsiyetçi ve ataerkil toplum yapısına karşı binlerce kadının da sokakta olduğu, yerel medyanın da onları ‘Kandaka’ diye nitelediği belirtiliyor.
WWF- Türkiye (Doğal
Hayatı Koruma Vakfı) yardıma muhtaç yaban hayvanlarıyla karşılaşanlara müdahale
konusunda danışmanlık vermek üzere “Türkiye Yaban Hayatı İlkyardım Hattı”nı
hizmete açtı. Bu hat üzerinden, tür tayini, tür hakkında
bilgilendirme, yaban hayvanlarına doğru şekilde yaklaşım, tutma, nakletme,
barındırma, besleme, yasal mevzuat, temasa geçilecek kurum ve hayvanın teslim
edileceği merkezler konularında bilgi edinilebilecek.
Evcil hayvanlar kapsam dışı
Zengin biyoçeşitliliğe sahip ve birçok farklı yaban hayvanı türüne ev
sahipliği yapan Türkiye’de her yıl birçok yaban hayvanı ateşli silahlarla
vurulma, zehirlenme, araç çarpması, bina camlarına çarpma ve evcil hayvan
saldırıları sonucu yaralanıyor ya da hastalanıyor. Yavrulama dönemlerinde ise
birçok yavru yaban hayvanı ebeveynlerini kaybederek öksüz kalıyor.
Hat bu nedenle sadece yaban hayvanlarına yönelik hizmet sunulması için
açıldı. Kedi, köpek gibi sokak hayvanları ile koyun, at, güvercin gibi evlerde,
çiftliklerde bakılan evcil hayvanlara yönelik bilgilendirme ve hayvanların
teslim alınması hattın hizmet kapsamına girmiyor
Türkiye Yaban Hayatı
İlkyardım Hattı için: (0850) 203 09 93