Hafta SonuManşetRöportaj

İstanbul’un en eski sakinleri: Anıt ağaçlar

0

Artık büyük ölçüde yitirilen İstanbul kültürünün ve coğrafi zenginliğin henüz var olduğu zamanlardan günümüze ulaşan nebati devlerin hikayesini Volkan Yalazay yazdı.

Bekir Bolat

İstanbul’un Anıtsal Ağaçlarını konu edinen bir çalışma “Eski İstanbullu Ağaçlar”. Kırsal Çevre ve Ormancılık Sorunları Araştırma Derneği’nin bir yayını olarak çıkan, 480 sayfalık, bol resimli ve metinleriyle zengin içerikli bir kitap. Yazarı Volkan Yalazay’la kitap üzerine söyleştik.

-Kitabın ismiyle başlamak istiyorum; alt başlığı İstanbul’un Anıtsal Ağaçları, öne çıkan başlık ise Eski İstanbullu Ağaçlar. Eski İstanbullulara bir atıf mı var?

 “Eski İstanbullu Ağaçlar” Kitabın ismi böyle. Her ne kadar literatüre “Anıt Ağaç” olarak giren ağaçları anlatıyorsam da İstanbul söz konusu olduğunda işin içine “Eski İstanbullular” gibi zihnimizde ve imgelemimizde saygıdeğer, kültürlü, görmüş geçirmiş ihtiyarlar şeklinde beliren sözcükleri bu şehrin anıt ağaçlarıyla birleştirmek sanki doğru oldu. Onlar, yani İstanbul’un anıt ağaçları artık büyük ölçüde yitirdiğimiz bir İstanbul kültürünün ve coğrafi zenginliğinin henüz var olduğu zamanlardan günümüze ulaşan nebati devler.

Çınar/Cendere

-Anıt ağaçlarla ilgili merak edilen şeyler varsa da kitapta ilgimi çeken başka bir şey var; anıt ağaçların yanı sıra İstanbul’un kültürü ve coğrafi yapısı hakkında da pek çok bilgi mevcut. İstanbul ormanlarıyla veya Boğaziçi ile ilgili şaşırtıcı görüşlere ve bulgulara da bir hayli yer verilmiş. Bir ara çok konuşulmuş ve söylenmişti “Boğaziçi hep çıplaktı” diye; öyle değil miymiş?

“Boğaziçi zaten çıplakmış, ağaçsızmış.” Geçtiğimiz yıllarda eski fotoğraflara bakarak tarih yazanların söyledikleri böyle. Oysa geçmişten gelen coğrafi bilgileri, gözlemleri bugünün işaretleriyle birleştirdiğimizde hiç de öyle boş ve ağaçsız bir Boğaziçi çıkmaz karşımıza. Geçmişten gelen pek çok veri, bilimsel bulgular ve nihayetinde de eski tasvirler var ve hepsi Boğaziçi’nin ormanlarla kaplı geçmişine işaret eder; bilhassa Kırım savaşı yıllarında, sonra Birinci Dünya Savaşı yıllarında, daha da sonra şehirleşme etkisiyle yok edilen koru ve ormanların epey kaydı var. Boğaziçi’nin ilk çıplak fotoğrafları bu kayıplardan sonra çekiliyor ve nostalji fotoğraflarına bakarak tarih yazanlar da işi burada devralıyorlar. Ama, bahsi geçen kanıtların hiç biri olmasa da iklim verilerini doğru yorumlayan biri hızlıca aynı sonuca ulaşır. İstanbul’un bulunduğu enlemlerde hemen her yanı denizle çevrili olan, yılda 800 mm yağış alan, yıllık sıcaklık toplamı ve alt-üst seviyeleri buradaki gibi vejetasyon için gayet uygun olan bir yerin ormanlaşmaktan başka bir şansı zaten yok. Bu durum coğrafyanın bir lütfu. Ancak, böyle bir coğrafi lütuftan nasiplenmek isteyen insanlar da İstanbul dilemmasını inşa eder. Boğaziçi gibi hemen her yanı insan etkisiyle çıplaklaşan bir şehir İstanbul.

-Hemen her yanı diyorsunuz ama Belgrad Ormanı veya Alemdağ ormanları gibi hatırı sayılır ormanlardan da bahsediliyor kitabınızda.

  Evet; günümüzde Kuzey Ormanları diyerek andığımız, kuzeye sıkışmış ve yaralanmış ormanlar onlar. Her yeni gün yeni yaralar açılıyor; kuzey oto yolu, hava limanı inşaatı en can alıcı örnekler. Mesken mahalleri ki son zamanlarda bu bölge TOKİ’nin rezerv konut alanı ilan edildi; sonra mangallı ve çöplü piknik kültürü ve daha başka pek çok şey de var.

Her iki yakanın daha çok kuzey kesiminde yoğunlaşan ormanlar Boğaz onları ayırmasaydı kesintisiz tek bir orman olurlardı; Boğaz açılmadan önce de muhtemelen öyleydiler; aralarında yalnızca bir ırmağın olduğu ve Karadeniz çukuruna doğru aktığı biliniyor.

Anadolu Yakası ormanlarının doğuya devam eden varlığı gibi Belgrad Ormanı da batıya doğru uzanırmış bir zamanlar. Istrancalar’ın boylu poslu ormanlarıyla birleşir ve kimi büyüklü küçüklü açıklıklar önemsenmezse bu ormanlar Bulgaristan, Romanya, Macaristan ve sonrasında devam eder, nihayetinde okyanus kıyılarına ulaşırmış. Başka bir şekilde ifade ediyorum: Avrupa’nın batısında başlayan serin ve nemli orman kuşağı Anadolu -veya Asya- Yakası’na geçerek Karadeniz’den Gürcistan’a ve İran’a uzanan tek bir ormanmış aslında. İstanbul ise bu ormana geçit vermiş bir köprü.

Evet, muhtemelen zamanında kesintisiz bir kuşaktı ama biliyoruz ki şimdi öyle değil. Yolun başından sonuna kadar pek çok yerde kesintiye uğrayarak devam eden, doğası gereği de farklılaşan ve aynı zamanda da ortaklıklar taşıyan sayısız parçadan oluşan tek bir orman. Belgrad Ormanı da bütünden kopmuş uzuvlardan yalnızca biri ama İstanbul için kuşkusuz en değerlisi.

Volkan Yalazay araştırması sırasında, bir anıt ağacın gölgesinde.

-Haliç kıyısına inen geyiklerden de bahsediyorsunuz; ne kadar eskilerde kaldı onlar?

Çok eskilerde. Kış vakti ormandan çıkarak Kâğıthane Deresi’nin Haliç’e döküldüğü civarda sazlıklardan beslenen geyikler, bugünkü Kasımpaşa dolaylarında yaban domuzlarına kurulan tuzaklar… MS 3. veya 4. Asırda yaşadığı düşünülen coğrafyacı Bizanslı Dionysios’un gözleriyle gördükleri ve yazdıkları bunlar. Günümüzde göçlerden ve sanayiden yorulmuş Haliç’in bilhassa kuzey kıyıları, o sıralarda orman içindeki ünlü kaynak sularıyla bilinirmiş.

-İstanbul’un doğal orman varlığı veya yokluğu üzerine daha pek çok şey var kitabınızda, bu detayları okuyuculara bırakarak asıl konuya, anıt ağaçlara gelmek istiyorum. Beklenen soru: Anıt Ağaç Nedir?

Günümüzde kabul gören tanımlar var; eksikleri veya fazlalıklarıyla irdelenmeye açık tanımlar bunlar. Kitapta bu tanımlar açılıyor ama “Kökler” başlıklı bölümde üzerinde durduğum zamanlardan ve mekanlardan bahsetmek istiyorum çünkü günümüzün anıt ağaçlarının kökleri oralarda. Kutsal ağaçlar; hemen her kültürde sıklıkla rastlanan bir arketip. Hayat Ağacı veya Kozmik Ağaç imgesini hatırlatan görkemli ve ulu ağaçlar, yaratıcı dişi özelliği görülen kovuklu ağaçlar, göğün katlarını temsil etmesi muhtemel yedi, sekiz, dokuz dallı veya gövdeli ağaçlar, kutsal mahallerde olduklarından dolayı kutsal görülen ağaçlar, yalnız ağaçlar, altlarında kabir olan ya da olduğu düşünülen ağaçlar, şamanların veya toplum tarafından önemli zatların dikmiş oldukları ağaçlar… Diğerlerinden ayrıcalıklı bir saygı gören, kutsal kabul edilen ağaçlar ve onların saydığım özellikleri de sanıyorum en belirleyici yanları. Günümüzde “Anıt Ağaç” ismi ile tescillenen ve koruma altına alınan ağaçlarla aynı ağaçlar onlar. Kültür yozlaşmaya, kimi değerler solmaya, yok olmaya başladığında yasalar ortaya çıkar ve bu yitip giden ama halen değer verilen şeylere bir tür koruma sağlamaya çalışırlar. Günümüzde olan şey bu.

-Bu yasaların yeterli bir koruma sağladığını düşünebilir miyiz?

Kanunlarla koruma çift başlı bir iş. Bu doğal değer ve zenginlikler o yörede yaşayanlarca kabul görmediği sürece kanunlar boş beklentilerin ve güç gösterilerinin yuvası olur ancak. Böyle ağaçlara saygının canlı olduğu kimi coğrafyalarda bu varlıkların hiçbir bilimsel tanımlamaya, kavramsal altyapıya ve yasalara ihtiyaç duyulmadan da korunabildiğini görüyoruz. Anadolu’da da öyle. Yüksek ve sarp yerlerde oldukları için kesilmemiş ve yaşlanabilmiş olan ağaçları geçersek geriye kalan anıtsal ağaçların hemen hepsi bu ağaçlara beslenen duygu ve hislerle, zengin kültürel aktarımlarla korunmuş ağaçlar.    

Kestane/Şile

-Korunmuş olanlar hep böyle anıtsal  ağaçlar mı? Diğer ağaçların korunmadığını söyleyebilir miyiz?

Korunmadığını söyleyemeyiz ama büyük oranda yok edildiğini söyleyebiliriz. İstanbul ve tüm Anadolu’nun son buzul çağı ardından türlü karakterli ormanlarla kaplandığı biliniyor. Günümüzün kalıntı ormanları veya bozkır ortasında üç beş ağaçtan ibaret orman kalıntıları incelendiğinde kayıpların ne denli büyük olduğu ortaya çıkıyor yavaş yavaş. Anadolu insanlarla ve uygarlıklarla münasebeti çok olan ve eskiye dayanan bir coğrafya. Demir Çağı’nda ergitilen demirler için dahi tarifi imkansız ormanlık alanlar yok olmuş. Hayvancılık, tarım açmaları, yakacak, yapacak derken giden gitmiş. Yağışlı bölgeler kendini kolay toplamış ve yenileyebilmişken yağışı ve nemi yetersiz olan veya insan baskısı artarak devam eden yöreler bozkıra dönüvermiş.

-Böyle bir süreçten sağ çıkabilen ağaçların bir kısmı da anıt ağaç özelliği gösterenler oluyor sanırım. Yani ayrıcalıklı görülmüş ağaçlar mı onlar?

İnsan türünün ağaçlarla olan bin türlü ilişkisi içerisinde ağaçları sevmek ve kesmek; kabul edelim, her zaman yan yana ve hatta iç içe. Ağaçların, yalnızca oldukları yerde durarak ve oldukları gibi var olarak insanlara yaşattığı keyif inkar edilemez; tıpkı yapacak ve yakacak hallerinin de inkar edilemeyeceği gibi. Ağaçların yeşilini sevmeye ve ateşiyle ısınmanın keyfini almaya devam eder dururuz.

Ve böylece ormanları değil, “kimi orman parçalarını”, doğal alanları değil, “kimi doğal alanları” ve ağaçları değil, “kimi ağaçları” korumak şeklinde gelişen bir ara yola sapıverir korumacılık. Anlaşıldığı üzere yaşlı, devasa ve muazzam yapılı kimi ağaçlar da binlerce, on binlerce yıldır diğerlerinden ayırdığımız varlıklar olarak bu ara yolda ilk korunanlardan olmuşlar.

Ayrıcalıklı görülene, önem verilene eğilen koruma güdüsü kimi ağaçları evvel zamandan itibaren koruyabilmiş. Kesenlerin kötürüm kalacağına dair korkularla veya sevgiyle ama bir şekilde bu ağaçlar inançlarla korunabilmişlerdi. İnançların da bir ömrü var; en eski ve güçlü olanlar dahi tozlanıyor, toza dönüyor. Sonraki zamanlardan ise yeterince bahsettik; yasalar, kanun maddeleri… Hemen her zaman büyük kayıplardan sonraki uyanışın ürünleri.

Çınar/Bilezikçi Çiftliği

-İstanbul’daki anıt ağaçlara yoğunlaşalım mı biraz? Nerelerde görebiliriz onları?

Kırsal İstanbul’da köy meydanlarından tarla ortalarına ve dere boylarına kadar muhtelif yerlerde rastlayabiliriz ama yoğunlaştıkları asıl yerler eski İstanbul sınırları ve yakın civarı yani Tarihi Yarımada, Haliç, Boğaziçi ve bir kısım Marmara kıyıları. Bu yerlerde tarihi, kültürel veya dini yönlerinden dolayı korunan saraylar, cami ve kilise avluları, çeşme ve ayazma başları, korular, eski mesire yerleri, mezarlıklar, türbeler… En sık rastlandıkları yerler kabaca bu yerler. Tarihi dokuyla birlikte saydığım sebeplerle birlikte korunmuşlar ve günümüze ulaşabilmişler.  

-Birkaç örnek verseniz?

Saraylardan Topkapı Sarayı, camilerden Sultanahmet Camii, korulardan Yıldız Korusu, eski mesire yerlerinden Beykoz Çayırı… Örnekler hayli fazla ama birkaç örnek için ilk akla gelenleri saydım. Ve Bilezikçi Çiftliği’ni de eklemeliyim ve Florya’da Atatürk Ormanı’nı ve böyle devam eder gider.

Sakız/Salacak

-İstanbul’un anıt ağaçlarını türlere ayırarak ele almışsınız ve bu ağaç türleri arasında çok iyi bildiğimiz çınar, ıhlamur gibi ağaçlar var ama bir de pek iyi bilmediğimiz sakız veya mamut ağacı gibi türler de var. Çınarları her İstanbullu bilirken diğerlerini niye öğrenemedik?

Çınar üzerine çok yazıldı, söylendi haklı olarak. Heybet deseniz onlarda, boy deseniz öyle, yaş da öyle. Bu şehrin doğal türlerinden biri olmasının yanında Osmanlı kültüründe de yeri büyük. Ihlamur deseniz daha başka bakımlardan yer etmiş İstanbullularda. Gerçi o da yörenin doğal ağaçlarından ama korulara, parklara, yollara da çok sık dikilmiş; her an karşılaştığımız, yaz başlarında kokusuyla, kış aylarında çayıyla birlikte kendini unutturmamış bir ağaç.

Verdiğiniz diğer örnekler üzerinden yürüyelim. Sakızlar mesela. Eski İstanbullular için tanıdık bir yüz ama sonradan unutulmuş. O da İstanbul’un yerlilerinden. Aslına bakılırsa İstanbul’da aynı cins ağacın üç türü var ve Atlas sakızı dediğimiz tür yaş ve heybet söz konusu olduğunda diğerlerini çok geride bırakıyor ve bu nedenle de kitabın konusu gereği epey bir sayfada kendine yer buluyor.

Mamut ağacı demiştiniz bir de. Dünyanın en cüsseli ağaçları kabul edilen devler onlar. İstanbul’la olan hikayeleri de hayli ilginç. Buzul çağları öncesinde o da İstanbul ormanlarının, daha doğrusu nemli kuzey orman mıntıkalarının doğal bir türüymüş. İklimlerdeki büyük değişikliklerle birlikte hem bu bölgeden ve hem de tüm Avrupa ve Asya’dan elini eteğini çekmiş. Günümüzde doğal olarak yalnızca Kaliforniya içlerinde Sierra Nevada’da yaşıyor. Osmanlı’nın son zamanlarında yeniden İstanbul’a girmiş milyonlarca yıl sonra; tabii ki insan ilgisi ve merakı ile ama çok sınırlı sayıda, kimi köşk ve saray bahçelerinde nadir örnekleri var. Yani, böyle olmasaydı, iklimler değişmeseydi ve bizler bir şekilde yine burada olsaydık, dev sekoya da denilen mamut ağaçlarını mangal dumanları arasında görebilecektik. İyi mi olurdu, kötü mü bilemem.

   -O halde söyleşimizi burada bitirelim; benim için keyifli oldu ama kitabınızı kitapçılarda göremiyoruz; edinmek isteyenler nereye başvurabilir?

Kırsal Çevre ve Ormancılık Sorunları Derneği’nin e-mail adresine ([email protected]) kitabı edinmek istediklerini yazanlara dernekteki arkadaşlar yardımcı olurlar. 

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.