Ana Sayfa Blog Sayfa 2501

Dink davası: 91’inci duruşmada MİT yine sessiz

Hrant Dink’in katledilmesinin üzerinden geçen 12 yılda bir arpa boyu yol alınamadı. Yeniden görülmeye başlanan davada tanıklık yapmaları için yazı gönderilen MİT, yanıt bile vermedi.

Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink cinayeti kapsamında yeniden görülmeye başlanan dava, bugün Çağlayan Adliyesi’deki İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nde başladı. Mahkemenin bir önceki duruşmada dönemin MİT Bölge Başkanı ve iki MİT personelinin tanık olarak dinlenmesi kararı üzerine kuruma gönderilen yazıya MİT’ten yanıt gelmedi. Tanık olarak dinlenilmek istenenler arasında MİT İstanbul Bölge Başkanı Hüseyin Kubilay Günay ve dönemin İstanbul bölge görevlileri Özel Yılmaz ile Handan Selçuk bulunuyor. MİT Müsteşarlığı’na gönderilen yazıda, bu kişilerin halen görevde olup olmadıkları ve ifadelerinin alınıp alınmadığı sorulmuştu.

91’inci duruşmada çağrılan 12 tanık arasında ise döneminin İstanbul Valisi Muammer Güler, MİT İstanbul Bölge Başkan ve MİT görevlileri bulunuyor.

Duruşma öncesi adalet nöbeti 

Duruşma öncesinde Çağlayan Adliyesi C Kapısı’nda adalet nöbeti gerçekleştirildi. Nöbete, HDP milletvekilleri Garo Paylan ve Hüda Kaya da katıldı. Duruşmaya ise tutuklu Mustafa Kuletaş ve Muhammet Çağrı Kırmacı ile  tutuksuz sanıklardan Ali Öz, Reşat Altay, Muhittin Zenit katıldı. .

Sanıklar: Söyledik, dinletemedik

Duruşmada söz alan Zenit, ” Ben Hrant Dink’in Yasin Hayal tarafından her ne pahasına okursa olsun öldürüleceğini 11 ay önceden yazdım ve bildirdim” dedi. Zenit şunları ekledi: “Ben gecemi gündüzüme katarak bu cinayetin faillerinin yakalanması için çalıştım. Halen istihbarat dairesinde çalışıyorum. 25 senedir vatan millet için fedakarca çalışıyorum ve bundan gurur duyuyorum”

Trabzon Emniyeti TEM Şubesi’nden Mustafa Kuletaş da SEBGİS aracılığıyla tutuklu olduğu Çanakkale Cezaevi’nden dinlendi. Kuletaş, “Trabzon TEM şubeye ihbar geldi. Erhan Tuncel‘in ve Yasin Hayal‘in ailesinin ifadesi aldım. Büro memuru olarak teşhis tutanağı yaptım. On yıldan fazla geçti çoğunu unuttum.” dedi. Kuletaş, Trabzon TEM sağ örgütler masasında çalıştığını, Yasin Hayal ile ilgili önceden bir çalışma olmadığını söyledi.

Avukat Hakan Bakırcıoğlu ise, 26-27-28 Ekim 2004 tarihli Trabzon Emniyeti  istihbarat belgelerini okudu. Bakırcıoğlu, “önceden McDonald’s eyleminin hazırlığının ve Yasin Hayal’in bilgisi var. BBP bağlantısıyla Erhan Tuncel’in de adı organizatör olarak geçiyor ve ifadesi var” dedi. Sanık Kuletaş, “İstihbaratçılarla konuşurduk ama bu bilgiler bana hiç intikal etmedi” cevabını verdi. Kuletaş, “Hrant Dink cinayeti izlendiğinde şubedeydim. Haber bize geldi. Kim kiminle ne konuştu hatırlamıyorum” dedi.

Dink cinayeti azmettiricisi Yasin Hayal, Trabzon’da, McDonalds önüne bomba atarak 6 kişinin yaralanmasına neden olmuştu.

Tanıyorum ama ..

Aranın ardından cinayet döneminde Trabzon’da öğrenci olan, Yasin Hayal ile Erhan Tuncel’in arkadaşı tanık Muhammet Çağrı Kırmacı, SEBGİS üzerinden dinlendi. Kırmacı, Mehmet Ayhan’ı, Muhittin Zenit’i veya Memduh ve Ahmet kod isimli polisleri tanımadığını söyledi ancak duruşmada kendisine Muhittin Zenit gösterildiğinde, “tanıdım sanırım” dedi.

Zenit ise,  Muhammet Kırmacı ile telefon görüşmelerim var. Benim istihbaratçı olduğumu bilir. Yasin Hayal için bilgi sordum. Cinayet günü 3 görüşmemiz var” dedi. Kırmacı, Yasin Hayal’i mahalleden, Erhan Tuncel’i ise üniversiteden tanıdığını söyledi. Kırmacı, bazen Alperen Ocakları’na gidip geldiğini ancak Hayal ve Tuncel’i Alperen Ocaklar’ında hiç görmediğini ve kendi evlerinde kalmadığını söyledi.

Hrant Dink cinayeti davası 12 Temmuz 2007’de başlamıştı. Duruşma, yarın sabah  devam edecek

S-400 tasarısı ABD Temsilciler Meclisi’nde oybirliğiyle kabul edildi

Temsilciler Meclisi’nin ‘Türkiye’nin S-400’leri alması halinde yaptırım uygulanması’ yönündeki kararı bağlayıcı değil, ancak yönetimin elini rahatlatıyor.

ABD Temsilciler Meclisi, Türkiye’nin Rusya’dan S-400 füzesi alması durumunda yaptırımlara maruz kalmasını gündeme getiren karar tasarısını onayladı. Dışişleri Bakanlığı karara ‘tehdit dili’ diyerek tepki gösterdi.

‘NATO üyeliği sorgulanır’

Kabul edilen karar tasarısı ‘ABD-Türkiye ittifakına yönelik endişelerin ifade edilmesi’ başlığını taşıyor. Oy birliği ile alınan karar S-400 alınması durumunda Türkiye’ye yönelik ABD düşmanlarına uygulanan CAATSA yaptırımlarının gündeme geleceği ve NATO üyeliğinin de sorgulanacağı yönünde ifadeler içeriyor. Karar Türkiye’de tutuklu ABD vatandaşlarını da gündeme getiriyor. Tasarı ABD yönetimi açısından bağlayıcılık taşımamakla birlikte Beyaz Saray’a yaptırımları uygulama konusunda güçlü bir politik kolaylık sağlıyor.

Dışişleri: Tehdit dili kabul edilemez

Dışişleri Bakanlığı yaptığı açıklamada karar tasarısındaki ifadelerin Türkiye ile ABD arasındaki köklü dostluk ve müttefiklik ilişkileriyle hiçbir şekilde bağdaşmadığı ve Türkiye’nin dış politikası ile yargı sistemi hakkında yer verilen haksız ve temelsiz iddiaların  kabul edilmesinin mümkün olmadığı vurgulandı. Görüş farklılıklarının giderilmesinde diyalog ve saygının en etkili yol olduğunun vurgulandığı açıklamada şöyle denildi: “Bunun yerine, hiçbir bağlayıcılığı bulunmayan ve karşılıklı güvenin artırılmasına hizmet etmeyen kararların alınması, tehdit ve yaptırım dilinin gündemde tutulmaya devam edilmesi ve birtakım suni miatlar konulması kabul edilemez.”

 

Çevre Bakanı: Türkiye’nin yüzde 17’si korunan alan olacak

Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum, 2023 yılına kadar Türkiye’nin yüzölçümünün yüzde 17’sinin “Ekosistem Temelli Planlama” kapsamında korumaya alınacağını söyledi.

Türkiye ve içinde bulunduğu bölgenin ekosistem bütünlüğü ile biyolojik çeşitliliğinin korunması amacıyla 2023 yılına kadar korunan alanlar ülke yüzölçümünün yüzde 17’sine ulaştırılacağı bildirildi. Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum, Türkiye’nin  birçok ülkeye göre çevre koruma ve korunan alanlar bağlamında verilen büyük emekler sayesinde önemli bir noktaya geldiğini öne sürdü. Kurum şöyle konuştu:

“Taraf olduğumuz Barselona Sözleşmesi (Akdeniz’in Kirliliğe Karşı Korunması Sözleşmesi) ve bağlı protokol ile 18 özel çevre, koruma bölgesi ilan edildi. Bu temelde 2009-2014 yılları arasında Küresel Çevre Fonu destekli ‘Türkiye’nin Deniz ve Kıyı Koruma Alanları Sisteminin Güçlendirilmesi Projesi’, Bakanlığımızca yürütüldü ve pek çok eylem planı, yönetim planı ve bölgesel politikalar geliştirilerek koruma-kullanma dengesine ilişkin Akdeniz Havzası’na özel bir ‘korunan alanlar ağı’ oluşturuldu. Türkiye, dünyadaki 37 ayrı bitki coğrafyasından Avrupa-Sibirya, Akdeniz ve İran-Turan olmak üzere üç farklı bitki coğrafyası bölgesinin kesişme noktasıdır. Dünyada biyolojik çeşitlilik açısından zengin ve acil koruma altına alınması gereken 34 sıcak noktanın üçü de (Kafkasya, Akdeniz, İran-Anadolu) yine ülkemiz sınırları içerisinde bulunuyor. Bu özellik ile Türkiye, dünyada Güney Afrika ve Çin ile birlikte üç sıcak nokta barındıran üç ülkeden birisidir. Ülkemizin yaklaşık yüzde 9’u korunan alan statüsündedir. Bakanlığımız her yıl korunan alanlarını yüzde 20 arttırarak 2023 yılı itibariyle korunan alanları ülke yüzölçümünün yüzde 17’sine ulaştırmayı hedeflemektedir.”

Millet bahçeleri çoğalacak

Bakanlığın, Türkiye ve içinde bulunduğu bölgedeki korunan alanların kapasitesini iyileştirmek ve geliştirmek amacıyla bir dizi eylemde bulunacağını ifade eden Kurum, sözlerini şöyle sürdürdü:


“Bölgesel desteklerden ve iş birliğinden yararlanmak amacıyla AB entegrasyon öncesi yatırım fonlarına ‘korunan alanlar, iklim değişikliği ve ekosistem temelli planlama’ çerçevesinde projeler hazırlanmıştır ve karşılıklı değerlendirme sürecine geçilmiştir. Kentlerin içerisinde ve periferinde yer alan korunan alanların sayılarının arttırılması, niteliklerinin iyileştirilmesi yerleşim alanlarının iklime karşı dirençli yaşam ortamları sağlamaları açısından önemlidir. Kentsel ısı adalarının da etkileri bu yöntemler ile azaltılabilir. Bu nedenle oluşturulacak millet bahçelerinin sayısının arttırılması ve ekolojik rehabilitasyona ihtiyaç duyulan alanlar bu bağlamda ele alınmaktadır.”

Korunan alanlar ile ilgili olarak planlama çalışmalarının “Ekosistem Temelli Planlama” olarak yeniden ele alınmasına ilişkin çalışmalar yapıldığını aktaran Kurum, “Korunan alanların yer aldığı Büyükşehir Belediyeleri ile tüm il ve ilçe belediyelerimizin hem planlama hem de uygulama bağlamında yeşil alt yapı ve ekosistem hizmetleri ile ilgili olarak bilgilendirilmeleri ve desteklenmeleri sağlanacak. Korunan alanlarda bisiklet kullanımının arttırılarak emisyonun azaltılması amacıyla Köyceğiz-Dalyan, Fethiye-Göcek, Kaş-Kekova-Patara ve Datça-Knidos Özel Çevre Koruma Bölgeleri ile Bodrum-Milas-Yatağan Doğal Sit Alanları’nda bisiklet yolları yapımı işine başlanılmıştır” dedi.

 

 

Japonya 30 yıl sonra ticari balina avcılığına yeniden başlıyor

Ticari balina avcılığını yasaklayan anlaşmadan çekildiğini açıklayan Japonya, 1 Temmuz’da av gemilerini Japonya sularına gönderecek. Ülkede yıllardır “bilimsel sebepler” adı altında gagalı balina ve minke balinası avlanıyor.

Uluslararası Balina Komisyonu’nun ticari balina avcılığını geçici süreyle yasakladığı anlaşmadan çekildiğini açıklayan Japonya, 30 yılın ardından önümüzdeki ay ticari balina avına yeniden başlayacağını duyurdu. Uluslararası Balina Komisyonu’na 1982’de üye olan ülke, 1986’da bu alandaki ticari operasyonlarına son vermişti.

Ancak Japonya, o zamandan beri görünürde “bilimsel” sebeplerle balina avlamaya devam ediyor.

Japan Times’ın haberine göre, Japon hükümeti yıllar sonra ilk ticari balina görevini gerçekleştirmek üzere beş balıkçı gemisinden oluşan donanmasını 1 Temmuz’da Japon sularına gönderecek. İlk önce Tokyo yakınlarındaki Minamiboso sularında 2 ay boyunca gagalı balina avlayacağını duyuran Japonya, ağustos sonunda ise, donanmanın ülkenin kuzeydoğusundaki Kushiro yakınlarına demir atacağını ve burada da minke balinası avlayacağını açıkladı.

Sadece “bilimsel” nedenlerden ötürü 2017 Kasım’dan 2018 Mart’a kadar balina avladığı bilinen Japonya, bu süre zarfında 122’si hamile olmak üzere toplam 333 minke balinasını öldürdü.

‘Küresel Okyanus Anlaşması’na ihtiyaç var’

Öte yandan, Japonya’da balina etine olan talep tarihin en düşük seviyesinde. Ülkede 1960’larda her yıl yaklaşık 200 bin ton balina eti tüketilirken, bu oranın günümüzde 5 ton olduğu biliniyor.

Japonya’nın, Uluslararası Balina Komisyonu‘nun kuruluşuna bizzat katıldığını hatırlatan Greenpeace’in Japonya Program Direktörü Hisayo Takada, okyanuslar ve ekosistemlerinin iklim değişikliği, endüstriyel balıkçılık ve plastik atıklar,yükselen deniz sıcaklıklarının ve asitleşmenin tehdidi altında olduğunu hatırlattı; “Bu sorunların çözüme kavuşması için zaman gerekiyor ancak aynı zamanda hemen ortadan kaldırılması gereken ticari balina avcılığı gibi tehditler de bulunuyor” dedi.

Takada, ülkesinin aldığı kararla ilgili de şu yorumu yaptı: “Japonya’nın ticari balina avına yeniden başlamasıyla uluslararası toplumun güvenini kaybetmeye devam etmesi çok üzücü. Greenpeace, Japonya hükümetinin uluslararası hukuka uyuması ve uluslararası toplumla dayanışma içerisinde çalışmalarına devam etmesi için çağrıda bulunuyor. Tüm deniz canlılarını iklim değişikliği ve deniz kirlenmesi gibi tehditlerden korumak için her zamankinden daha güçlü bir Küresel Okyanus Anlaşması’na (Global Ocean Treaty) ihtiyacımız var. Bu sayede dünyanın dört bir köşesinde okyanus koruma alanları kurup bunları geliştirerek okyanuslarımızın yüzde 30’unu 2030’a kadar koruyacak uluslararası hedefimize ulaşabiliriz.”

Fırtına Vadisi’nde kaçak yapıların yıkımına başlandı

Fırtına Vadisi’nde, dere yatağına inşa edilen 21 kaçak yapının yıkımı başladı. Vadide geniş güvenlik önlemleri alındı.

Doğu Karadeniz’de, ‘imar barışı’ ile 31 Aralık 2017’den önceki yapılara af getirileceği belirtilen düzenleme sonrasında inşa edilen kaçak yapıların yıkımı devam ediyor. Dünya Doğayı Koruma Vakfı WWF tarafından korunması gereken 200 ekolojik saha arasında gösterilen, yerli ve yabancı turistlerin akın ettiği Çamlıhemşin’deki Fırtına Vadisi‘nde; dere yatağına otel, pansiyon ve restoran inşa edilmeye başlandığı ortaya çıkmıştı. Bunun üzerine harekete geçen Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, kaçak yapılarla ilgili yasal işlem başlattı. Fırtına Vadisi’nde tespit edilen 21 kaçak yapı için yıkım kararı alındı. Dere yatağına inşa edilen 21 kaçak yapının yıkımı için ekipler 15 gün önce polis, jandarma ve iş makineleriyle vadiye geldi.

Yoğun güvenlik önlemlerinin alındığı vadide kaçak yapı sahipleriyle görevliler arasında tartışmalar yaşanmıştı. Tebligatların kaçak yapı sahiplerine ulaşmadığı gerekçesiyle ara verilen yıkımlar için ekipler bu sabah yeniden vadiye geldi. Yıkım ekipleri, iş makineleri ile kaçak yapıların yıkımına başladı.

Ilısu Barajı’nda su tutulması ertelendi

Hasankeyf’i sular altında bırakacak Ilısu Barajı’nda su tutulması için saptanan 10 Haziran tarihi ertelendi. DSİ yetkilileri baraj kapaklarının kapatılmasının fazla yağıştan dolayı yaklaşık bir ay daha ertelendiğini söyledi. Ekoloji örgütleri ertelemede son haftalarda yapılan protestolar ile oluşan kamuoyunun etkisi olduğunu belirtiyor.

Hasankeyf ve Dicle Vadisi’ni sular altında bıracak Ilısu Barajı’nda su tutulması için verilen 10 Haziran tarihi ertelendi. Cumhuriyet’ten Mehmet Kızmaz’a konuşan DSİ 16. Bölge Müdürlüğü’nden bir yetkili şunları söyledi: ”Yağışlar nedeniyle suyun yüksek olmasından dolayı başka bir tarihe erteledik. Kışın yağmur suyu ortalamadan fazla bir hızla yükseldi. Şuan suyun kotası 417 metre civarında, su tutulma, kota 400 metrenin altına indiğinde, su akışı yavaşladığında baraj kapaklarını kapatacağız. Bu yıl kış mevsiminde beklenilmeyen bir durum yaşandı. Civar şehirlerdeki ovalarda kar erimeye başladı ve bölgede yağışlarda devam ediyor. Yaptığımız yeni köy yolları var, bunlar tamamlanmadığı için ve bu yüksek kotadan dolayı ertelendi. Bakanlığımız ve Cumhurbaşkanlığımız 10 Haziran diye tutturdu da olmadı. Ama en yakında tutulacak, gereken yapılacak. Suyun düşmesini bekliyoruz. Belki Haziran sonu da, yada Temmuz ayının sonu da olabilir. Bu da havanın durumuna bağlı.”

Hasankeyf’i Yaşatma Girişimi’nden Ercan Ayboğa ise su tutulmasındaki ertelemeye dair ”Son haftalardaki protesto ve kamuoyu ilgisinin etkili olduğunu düşünüyoruz. Yine Ilısu projesinin teknik-mühendislik açıdan ve sosyal-kültürel olarak ne denli sorunlu olduğunu gösteriyor” dedi.

Onlarca isimden acil çağrı

Ekoloji Birliği ve Hasankeyf’i Yaşatma Girişimi’nin  7 Haziran’da  #HasankeyfİçinGeçDeğil hashtag’ı ile başlattığı kampanyaya çok sayıda ünlü isim katkı vermişti. 7-8 Haziran’da da, 3. Hasankeyf Küresel Eylem Günü kapsamında ise dünya çapında 33 kentte eylem yapılmıştı.

‘Dicle kendi sularında boğulacak’ ‘

Ekoloji hareketlerinin Hasankeyf kurtarılana kadar devam edeceklerini belirttikleri kampanya çağrısında şu ifadelere yer verilmişti: “Barajda sular tutulması sonucunda kısa bir sürede milyonlarca canlıya ev sahipliği yapan Dicle Vadisi yok olacak. Canlı bir varlık olan Dicle Nehri kendi sularında boğulacak. Milyonlarca canlı ölecek. Yine tarihi kent Hasankeyf ve Hasankeyf ile eş değer tarihi kalıntılara sahip 300’ün üstünde daha kazıları bile başlamamış höyük sular altında kalacak. 200 yerleşim yeri sular altında kalarak 75 bin insan evlerinden yurtlarından göç etmek zorunda kalacak. En az 20 endemik bitki türü, en az 4 balık türü, en az 10 kuş türü yok olacak,ölecek.. 1990’da bir yıl sonra Hasankeyf sular altında kalacak denilirken bugün Hasankeyf ve Dicle Vadisi verilen mücadele sonucu hala ayakta. Ama risk her gecen gün artıyor. Hasankeyf, insanlık tarihi sular altında kalmaması için bize sesleniyor. Bu dayanışma Hasankeyf’e köprü olacak, tarihe umut olarak geçeceğini can gönülden inanıyoruz. Umudumuz Hasankeyf ve Dicle Vadisinin sular altında bırakılarak, doğa, tarih ve hafızayı yok edecek barajı durdurmak.”.

Vali: Bazı şeyleri kaybettik ama göl kazandık

Antik kent Hasankeyf’in karşısında yapılan ”Yeni Hasankeyf Yerleşkesi’‘nin 28 Şubat 2019 tarihli Koordinasyon Toplantısı’nda konuşan Batman Vali Hulusi Şahin ise şunları söylemişti:

“15 Mayıs-15 Haziran tarihleri arasında yeni Hasankeyf yerleşkesine taşınma işlemleri tamamlanmış olacak. Haziran ayının başından itibaren su tutulmaya başlanacak, su hızlı bir şekilde yükselecek. Tanıtma ve algıyı düzeltme operasyonuna başlayacağız. Sonbaharla birlikte mevcut algıyı düzeltmek için ilçede bir turizm hamlesi başlatacağız. Bazı hatalar olabilir, geçti gitti. Bundan sonra biz şehrimizi çok iyi bir şekilde tanıttıracağız.” Şehrin bir ‘göl’e kavuşacağını söyleyen Vali, “Kaybettiklerimizden çok kazandıklarımız var. Bazı şeyleri kaybettik ama ciddi şeyleri de kazandık. Göl kazandık. Böyle bir göl etrafında tarihi eserlerin oluşmuş olduğu bir kültür park, turizm anlamında pazarlanabilir değeri var. Tarihi eserler üzerinden dolaşabileceğimiz bir tekne turu ve tarihi bir doku var. Bunları kullanarak bir senaryo oluşturacağız. Bu senaryo ile şehrimizi tanıtacağız ve şehrimiz bölgenin parlayan yıldızı olacaktır” demişti.

Maliyeti 12,5 milyar TL

Toplam maliyeti takriben 12,5 milyar TL olan Ilısu Baraj projesinin ömrü 50 ile 70 yıl arasında olacağı belirtiliyor.Türkiye’nin, kurulu güç bakımından 4’üncü büyük baraj olması planlanan Ilısu’da su tutulması taktirde ise 12 bin yıllık tarih sular altında kalacak.

İhracattan geri dönen gıda ürünlerine ne oluyor – Bülent Şık

Elbette ihracattan geri dönen bütün gıda ürünlerinin sağlığa zararlı olduğunu söyleyemeyiz. Ama ortada ciddi bir işleyiş zafiyeti olduğu da açıktır.

Çeşitli ülkelere ihraç edilen ama tarım zehri, mikotoksin ya da tarım zararlısı vb. gibi etkenler içerdiği için ülkemize geri gönderilen gıda ürünleri ile ilgili olarak medyada sıklıkla haberler yer alıyor.

Bu ürünlere ne olduğu, ülke iç piyasasına sürülüp sürülmedikleri ciddi bir merak ve kaygı konusu.

İhracattan geri dönen ürünlere ne olduğu sorusunu sağlıklı bir şekilde ele alabilmek için bu konudaki yasal mevzuata ve o mevzuata dayalı olarak yapılan uygulamalara bakmak gerekiyor. Bu yazıda bunu yapmaya çalışacağım. Ayrıca halk sağlığını koruma ve tüketicilerin bilgi edinme hakkını güvence altına alma açısından yasal mevzuatta çok önemli bulduğum bir açığa ya da eksikliğe dikkat çekeceğim. Mevzuattaki bu açık bilinçli bir şekilde mi yapıldı bilemiyorum ama eğer o açık giderilirse ihracattan dönen gıda ürünleri iç piyasaya mı sürülüyor sorusuna ve kaygısına tatminkâr bir yanıt üretebilmek olanaklı görünüyor. Tabii ortada böyle bir niyet olduğunu varsayıyoruz.

Yasal mevzuat ne diyor?

İhracattan geri dönen gıda ürünlerine ne gibi işlemler yapılacağını belirleyen mevzuat “Bitkisel Gıda ve Yemin İhracatında Sağlık Sertifikası Düzenlenmesi ve İhracattan Geri Dönen Ürünler İçin Uygulama Yönetmeliği” adını taşıyor. Geri dönen gıda ürünlerinin imhası, başka bir ülkeye sevki, başka bir amaçla kullanılması ya da yurtiçi piyasasına sürülmesi kararı bu mevzuatta belirtilen hükümler dikkate alınarak veriliyor.

İhracattan geri dönen ürünlerin geri gönderilme nedeni, ürünün niteliği, ilgili mevzuat ve olası şüpheler dikkate alınarak kontrol edilmesi gerekiyor.

Örneğin İstanbul gümrüğüne gelen bir iade gıda ürünü İstanbul İl Tarım ve Orman Müdürlüğü bünyesindeki Gıda ve Yem Şube Müdürlüğü’ne bağlı ihracat birimi elemanları tarafından kontrol ediliyor.

Yapılan kontroller sonucu tüketilmesinde sağlık açısından bir sakınca olmadığı tespit edilen ürünlerin iç piyasaya sunulmasına izin veriliyor.

İhraç ürünler ve ihracattan geri dönen ürünlerle ilgili bilgiler bir internet portalı olan Gıda Güvenliği Bilgi Sistemi’ne (GGBS) giriliyor. GBGS sistemi vatandaş erişimine açık değil. Sadece yetkilendirilmiş bakanlık çalışanları sisteme girebiliyor. İhracat ve ithalat ile ilgili her türlü bilgi bu sisteme kaydediliyor.

Gıda Güvenliği Bilgi Sistemi vatandaş erişimine açılmalı

GGBS’ne girilen bilgilerin gerçek durumu yansıtıp yansıtmadığı sorusu kayda değer bir sorudur. Ancak ne yazık ki bakanlık dışından, bağımsız kişiler sisteme girerek kayıtları incelemedikçe yapılan işlerin gerçeğe uygunluğunu söylemek olanaksız.

Dolayısıyla ihracattan dönen ve halk sağlığı ya da tüketici çıkarları açısından sorunlu gıda ürünlerinin iç piyasaya sürülüp sürülmediğini, sürüldüyse hangi gerekçe ile sürüldüğünü GGBS kayıtları gözden geçirilmedikçe söylemek olanaksız. Bu zor ve kapsamlı bir iş. Örneğin sadece 2018 yılında Rusya’dan karantina ihlali nedeniyle ülkemize geri gönderilen ihraç meyve ve sebze ürünü partisinin sayısı 1426 olarak belirtiliyor. Bu sayıya, pestisit veya mikotoksin kalıntısı, patojen bakteri veya ağır metal vb. gibi kalıntı çıktığı için geri gönderilen gıda ürünlerini katınca ve sadece Rusya’yı değil de ihraç yapılan tüm ülkeleri dikkate alınca meselenin büyüklüğü daha net anlaşılacaktır.

Meseleye ihraç edilen ve bir problem tespit edildiği için ülkemize geri gönderilen gıda ürünleri ile ilgili işleyişe düzenleme getiren ‘Bitkisel Gıda ve Yemin İhracatında Sağlık Sertifikası Düzenlenmesi ve İhracattan Geri Dönen Ürünler İçin Uygulama Yönetmeliği’ndeki kritik bir noktaya dikkat çekerek açıklık getirmeye çalışacağım. Böylece yasal mevzuattan kaynaklanan ve kanımca çok ciddi bir soruna da işaret etmek mümkün olacak. Öyleyse sistem nasıl işliyor biraz yakından bakalım.

İade gıda ürünleri gümrüklerde bekletiliyor

İhracattan geri dönen gıda ürünleri sınır gümrüklerindeki antrepolarda bekletiliyor. Ülke iç piyasasına sokulmadan önce bu ürünlerin sağlık açısından zararlı olup olmadıklarının kontrol edilmesi gerekiyor. Bu kontrol Tarım ve Orman Bakanlığı tarafından yapılıyor.

İade ürün ülkemiz gümrüğüne geldiğinde ihracatçı firma Tarım ve Orman Bakanlığı’na bağlı il müdürlüklerindeki ihracat işleri ile ilgili birime yazılı bir başvuru yapıyor. Firma başvurusunda ürünün neden iade edildiğine dair bir beyanda bulunuyor. Ve o beyana göre ürünler kontrol ediliyor. Kanımca meselenin en kritik noktası da burada yatıyor.

Sadece ihracatçı beyanını dikkate almak kontrol zafiyeti yaratır

Meselenin odak noktası iade edilen gıda ürünlerinin iade nedeninin sadece ihracatçının beyanına tabi olması. Gıda ürününü gerekli şartlara uygun bulmadığı için ülkemize geri gönderen ülkeden herhangi bir resmi evrak istenmiyor.

Yani ihracatçı firma gerekli şartları taşımadığı için geri çekmek zorunda kaldığı gıda ürününün iade nedenini bakanlığa verdiği beyanda ne olarak belirtiyorsa o beyan geçerli oluyor.

Dolayısıyla pestisit veya aflatoksin gibi sağlığa çok zararlı zehirli kimyasal maddeler içerdiği için geri gönderilen bir ürünün iade nedeni olarak firma tarafından bakanlığa verilen beyanda “üründe haşere tespit edildiği için iade edildi” ya da “uygunsuz ambalaj kullanımı nedeniyle geri gönderildi” ya da “ürünler istenilen boyutlarda değildi” gibi gerçek durumla uyuşmayan nedenler belirtilmesi mümkün.

Özetle söylemek gerekirse iade nedeninin gerçek dışı bir beyana dayanması olasıdır.

İhracatçı firma yetkililerinin doğru söylediğini nasıl bileceğiz, sorusunun ne yazık ki net bir yanıtı yok. Gümrüklerde gıda kontrolü yapan personel herhangi bir şeyden kuşkulanıp detaylı bir soruşturmaya girmediği sürece de bilemeyeceğiz.

İhracatçı firma dışında iade ürünün bekletildiği Gümrük Müdürlüğü de Tarım Bakanlığına resmi bir yazı yazarak ürünün kontrol edilmesini isteyebiliyor.  Ancak o resmi yazıda sadece firma adı, ürün adı, vs. gibi bilgiler var. Ürünün neden iade edildiğine dair bir bilgi o resmi yazıda da bulunmuyor.

Örnek almaya ihracat kontrol şubesine bağlı olarak çalışan gıda kontrol görevlileri gidiyor. Gıda kontrol görevlileri bir şüphe duyarlarsa beyanda belirtilen iade nedeni dışında bir başka neden için de kontrol yapılması amacıyla örnek alabiliyor. Alınan örnekler bakanlığa bağlı kontrol laboratuvarlarına gönderiliyor. Laboratuvarda yapılan analizler sonucunda ilgili ürünün yurda girişine ya da imhasına karar veriliyor. Bazen ürünler gıda mevzuatı uygun bir başka ülkeye de gönderilebiliyor. Yani mevzuata uygun ülke bulunursa ülkeye giriş yapılmadan o ülkeye sevk yapılıyor.

Elbette ihracattan geri dönen bütün gıda ürünlerinin sağlığa zararlı olduğunu söyleyemeyiz. Ama ortada ciddi bir işleyiş zafiyeti olduğu da açıktır.

İhracatçı firmanın beyanının yanı sıra ihraç edilen ülkeden geri gönderilen ürünlerin hangi gerekçe ile geri çevrildiğini belirten ve ihraç edilen ülke tarafından verilmiş bir evrakın da istenmesi yapılan kontrollerin güvenilirliğini artıracaktır. Bu konuda mevzuatta bir düzenleme yapılması gereklidir.

Ancak yapılacak düzenleme ile birlikte GGBS’ne bağımsız denetçilerin de girebilmesini ve bu bağımsız denetçilerin zaman zaman kamuoyuna açıklama yapmalarını sağlayacak bir düzenleme yapmak, sağlığa zararlı olduğu için ihracattan dönen gıda ürünlerinin iç piyasaya sunulup sunulmadığına yönelik kaygıları giderebilecek yöntemlerden biridir.

Bu konuda yapılabilecek başka düzenlemeler de var. Dahası meselenin sadece ihracattan dönen gıda ürünleri üzerinden tartışılması halk sağlığı açısından son derece yetersiz kalıyor. Neden yetersiz kaldığına bu yazıda kısaca değinmem olanaksız. Bu konuları sırasıyla birkaç yazıda ele alacağım.

(Bianet’den alınmıştır.)

 

Şili, enerjide sıfır karbona doğru…

Ülkedeki elektriğin %40’ını üreten kömürlü termik santraller kapatılıyor. Hazırlanan plana göre, 2040’a kadar tüm kömürlü termik santraller kapatılıp emisyonlar sıfırlanacak, 2050’de ise ülke tamamen ‘karbon nötr’ hale getirilecek.

Şili hükümeti ülkenin enerji tüketimi kaynaklı emisyonlarını 2040 yılında tamamen sıfırlamayı, 2050 yılında ise ülkeyi tamamen karbon nötr haline getirmeyi hedefleyen planını açıkladı.

Şili Devlet Başkanı Sebastián Piñera tarafından açıklanan plana göre ülkedeki tüm kömürlü termik santralleri, 2040 yılına kadar kapatılacak. Hedef doğrultusunda ilk etapta en fazla emisyona neden olan ve toplam kurulu güçleri 1 GW olan 8 santralin faaliyeti de en geç 2024 yılına kadar durdurulacak.

Piñera kapatılacak bu santrallerin ‘’stratejik rezerv’’ olarak gelecek beş yılda devrede kalmak ile beraber, yalnızca elektrik üretiminde bir sorun olduğu takdirde kullanılacağını kaydetti.

Kömürlü termik santrallerin elektrik üretiminde yaratacağı boşluk ise yenilenebilir enerji yatırımları ile doldurulacak. Yatırımlar yalnızca yeni santral kurulumları için değil, özellikle ülkenin ana olarak güneş enerjisi kaynaklı elektrik üretiminin yapılacağı kuzey bölgesinden tüketimin yoğun olduğu merkezi ve güney bölgelerine iletilmesi için gerekli iletim hatları için de yapılacak.

Oluşturulacak çalışma grupları ile de kapatılacak diğer santraller için 5 yıllık dilimler halinde takvim belirlenecek.

Halihazırda Şili’de toplam kapasiteleri 5 GW olan 28 kömürlü termik santral bulunuyor. Ülkenin toplam elektrik üretim kapasitesi içinde %21 oranında payı bu santrallerin, ülkenin elektrik üretimindeki payı ise %40 düzeyinde. Ülkenin sera gazı emisyonlarında enerji tüketiminin payı %78 iken, kömürlü termik santrallerin tek başına payı ise %26.

Küresel sera gazı emisyonlarındaki payı %0,25 olan Şili, bu yıl 25’inci kez düzenlenecek Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Zirvesi’ne ev sahipliği yapacak.

Soykırım gibi: Son 250 yılda 600’e yakın bitki türü yok oldu

Britanya ve İsveç’teki araştırmacılara göre, doğal yaşamda bitkilerin nesli beklenenden 500 kat daha hızlı tükeniyor

Britanya’daki Kew Kraliyet Botanik Bahçeleri ile İsveç’teki Stockholm Üniversitesi‘nin ortak araştırmasına göre, 250 yıl içinde 571 bitki türü yok oldu.Araştırmacılar bu sayıların gerçekte çok daha yüksek olduğunu; bitkilerin neslinin beklenenden 500 kat daha hızlı tükendiğini söylüyor.

BBC Türkçe’nin haberine göre, araştırma ekibinden Dr. Eimear Nic Lughadha, “İnsanlar da dahil olma üzere milyonlarca diğer canlı yaşamlarını bitkilere borçlı. Bu gibi araştırmalarla hangi bitkileri nerelerde kaybettiğimizi biliyor ve başka organizmaları da hedef alacak şekilde koruma programlarımızı devreye sokabiliyoruz” dedi. Stockholm Üniversitesi’nden Dr. Aelys Humphreys de bu çalışma ile ilk defa hangi bitki türlerinin hangi bölgede yok olduğunun araştırıldığını ve değerlendirilmesinin yapıldığını aktardı.

 Nesli tükenen bütün canlıların iki katı

Araştırmacılar, tahminlere değil gerçek verilere dayandığını söyledikleri raporlarında doğada yok olan bitki türlerinin sayısının, nesli tükenen kuşlar, memeliler ve amfibik (hem deniz hem karada yaşayan) canlıların toplam sayısının iki katı olduğunu kaydetti.

Tarım ve hayvancılık amaçlı olarak doğal yaşam alanlarının yok edilmesi, bitki soykırımının başlıca nedenleri arasında. Bitkisel yağ üretimi için suistimal edildiği belirtilen Şili Sandalağacı; yaşamının büyük bölümü yer altında geçen Thismia bitkisi; pembe çiçekli Kutsal Helena zeytin ağacı, nesli tükenen bitkilerden bazıları.

Ağaç kesiminin en yaygın olduğu ve bitki çeşitliliği zengin olan tropikal adalar da kayıpların en çok görüldüğü yerler.

Endonezya’daki Sumatra Adası’nda ormansızlaşma büyük bir sorun.

Birleşmiş Milletler (BM) Mayıs ayında yayınlanan bir raporda, bir milyon hayvan ve bitki türünün neslinin tükenme tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu açıklamıştı.

Neden bitkilere ihtiyaç var?

Bitki türlerinin neslinin tükenmesi, onlara bağlı olarak yaşamını sürdüren yeryüzündeki diğer organizmaların da topluca yok olmalarına neden oluyor. Bitkilerden beslenen ya da yumurtalarını buraya bırakan böcekler, bu canlılardan bazıları. Dünya’daki yaşamın devamı, oksijen ve gıda kaynağı olan bitkilere bağlı.

Kanada yunus ve balina esaretini yasakladı

Kanada’da federal hükümet, deniz parkları ve tematik akvaryumlarlada balina ve yunusların esaret altında tutulmasını yasaklayan yasayı onayladı. Yunuslara Özgürlük Platformu, aynı adımı Türkiye hükümetinden de bekliyor.

Kanada, dört yıllık mücadelenin ardından, Pazartesi günü federal hükümet tarafından onaylanan yasal düzenlemeyle ülke çapındaki deniz parklarında ve tematik akvaryumlarda balina ve yunusların esaret altında tutulmasını yasakladı. Senatodan geçtikten sonra federal hükümet tarafından onaylanan yasal düzenleme, yunus ve balinaların doğal yaşam ortamlarından koparılmasını, doğal yaşam ortamlarından canlı yakalanmasını, esaret altında tutulmasını ve esaret altında “üretim” programlarını yasaklıyor. Ancak bu yasak, karaya canlı vuran deniz memelilerinin kurtarılmasını ve deniz memelilerinin tekrar doğaya dönmesini sağlayacak bilimsel rehabilitasyon programlarını kapsamıyor.

“Özgür Willy” olarak da bilinen S-203 no’lu düzenleme, aynı zamanda Ceza Kanunu’nda hayvanlara yönelik zulüm içeren fiillerin kapsamını genişleterek belirli değişiklikleri beraberinde getiriyor. Hayvan ticaretinin engellenmesi amacıyla, yunus ve balinaların ithal ve ihraç edilmesi de, istisnai şartlar dışında tamamen yasaklanıyor.

Halihazırda ülkede yunusları, belugaları (beyaz balina) ve katil balinaları (orka) esaret altında tutan iki tesis var: Marineland ve Vancouver akvaryumu. Her iki tesis de 2015’ten bu yana tasarıya karşı çıkmış, geçtiğimiz yıllarda pek çok hayvanın ölümüne ve hak ihlaline sahne oldukları için pek çok kez davalık olmuştu. Yeni düzenlemeyle birlikte bu tesislere yeni hayvanların getirilmesi yasaklanarak faaliyetlerinin sona ermesi bekleniyor.

Yasayı ihlal eden tesislere ise 200 bin dolara kadar para cezası getiriliyor.

İlk kez 11 Haziran 2015 tarihinde senatoya sunulan tasarı, dünya çapında Jane Goodall Enstitüsü, Animal Justice, Humane Society International, Zoocheck Canada ve üç kişinin ölümüyle ilgisi olan Seaworld‘deki katil balina hakkındaki belgesel Blackfish’in yönetmeni Gabriela Cowperthwaite’in da desteğini kazanmıştı.

‘Türkiye’den de benzer bir karar bekliyoruz’

Dünya çapındaki hayvan hakları aktivistleri ve Kanadalı siyasetçiler, bu adımı hayvan haklarında önemli bir dönüm noktası olarak değerlendirirken, geçtiğimiz günlerde TBMM Hayvan Hakları Araştırma Komisyonu’nda yunus parklarının ve hayvanlı sirklerin yasaklanması taleplerini bir kez daha dile getiren Yunuslara Özgürlük Platformu ise, milletvekillerine seslenerek, Türkiye’nin de aynı kararı alarak dünyaya örnek bir adım atması gerektiğini belirtti.

Kara ve deniz sirklerinin yasaklanması için 2010’dan bu yana mücadele veren Yunuslara Özgürlük Platformu sözcüsü Öykü Yağcı Tonay, son dört yıldır Kanada’daki süreci yakından takip ettiklerini belirterek şunları söyledi: “Bu yasal düzenleme, tasarı aşamasındayken liberallerden demokratlara kadar farklı partilere mensup milletvekillerinden, bilim insanlarından, hayvan hakları örgütlerinden ve en önemlisi Kanada vatandaşlarından da büyük destek görmüştü. Hatta Kanadalılar, tasarının gündemden düşmesini engellemek ve bazı senatörlerin mevcut deniz parklarının açık kalması için yürüttükleri lobi çalışmalarını etkisiz hale getirmek için senatonun e-mail sistemini kilitleyecek kadar tepki mesajı atmıştı.

Ve nihayet Kanada, hayvanların özgürce yaşama hakkı temelinde yükselen bir yasayla Türkiye’ye örnek olacak bir karar aldı. Şu anda Türkiye, hayvan sevgisi, sosyal sorumluluk, eğitim kisvesi altında ve bilimsel etkinliği kabul edilmemiş olan yunus terapisi aldatmacasıyla, deniz memelerini ve farklı hayvan türlerini Antalya, İstanbul, Muğla ve Aydın‘daki 10 farklı ticari işletmede sergilemeye, gösteriye zorlamaya ve tutsak etmeye devam ediyor. Oysa yıllardır yerel ve uluslararası düzeyde sivil toplum kuruluşlarının ve ünlü isimlerin de katılımıyla farklı mecralarda devam eden eylemler, kampanyalar, boykotlar ve yasal başvurular sonucunda, artık hayvan sömürüsünden beslenen bu tür tesislerin istenmediğini kabul etmemiz ve hem hayvanlar hem de insanlar, özellikle de gelecek nesiller için daha iyisini yapabileceğimizi kanıtlamamız gerekiyor.

TBMM ve Türkiye Cumhuriyeti hükümeti, tıpkı Kanada, İsviçre, İngiltere, Avusturya, Yunanistan, Hollanda, Peru, Bolivya, Hindistan, Nikaragua ve Slovenya gibi hayvanlı sirk ve gösterileri ve/veya deniz memelisi ticaretini yasaklayan ülkeler arasında yerini almalı; hayvan haklarını ve gittikçe büyüyen kamuoyu tepkisini göz önünde bulundurarak deniz parkları ve tematik akvaryumlarda hayvan esaretine en yakın zamanda son vermeli. TBMM’nin, ticari ve ekonomik çıkarların gölgesinde değil, etik, bilim ve temel haklar ışığında dünyaya örnek olacak benzer bir yasal düzenlemeyi, bunca yıllık farkındalık ve mücadele sonunda çıkartacağına inanıyoruz.”