Ana Sayfa Blog Sayfa 2498

Küçükçekmece Gölü afet yeri gibi: Ölü balıklar kıyıyı kapladı

Küçükçekmece Gölü’nde toplu balık ölümleri yaşandı.  Göl çevresinde araştırma yapan Prof. Dr. Meriç Albay,  “Hem su kalitesi ve hem de etraftaki biyoçeşitlilik bakımından göl bitmiş durumda. Acilen restorasyon çalışması başlatılmalı ” dedi.

Küçükçekmece Gölü’nde, geçtiğimiz Pazartesi akşam saatlerinde çok sayıda balık ölüsünün kıyıya vurduğu görüldü. Özellikle Mimar Sinan’ın 1560 yılında inşaa ettiği Taş Köprü çevresinde görülen toplu balık ölümleri mahalle sakinlerini tedirgin etti.

Kıyıya vuran cansız balıkların sayısının artması üzerine göle salı sabahı İstanbul Büyükşehir Belediyesi Deniz Hizmetleri Müdürlüğü Kıyı Temizleme Ekipleri sevk edildi. Sabah erken saatlerinde göl kenarında ve tarihi köprü çevresinde ölü balıkları ellerindeki uzun saplı filelerle toplayan ekipler, öğle saatlerinde temizleme işlemini büyük ölçüde tamamlayarak Küçükçekmece Gölü’nden ayrıldı.

Göldeki toplu balık ölümleri üzerine inceleme yapan İstanbul Üniversitesi Su Bilimleri Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Meriç Albay, göldeki sudan numuneler alarak birtakım analizler yaptı. Yapılan analizlerde gölde bulunan ve su içindeki organizmalar için de önemli unsurlardan biri olan oksijen seviyesi en az 7 olması gerekirken 4 çıktı.

Albay, ölen balıkların gümüş, kefal, kaya balığı ve deniz iğnesi gibi türlerden olduklarını söyledi.

Göldeki kirlilik kötü koku ve toplu balık ölümlerine rağmen bazı vatandaşlar gölde olta ve misina atarak balık avlamaya devam ediyor. Göl çevresindeki bazı çocukların da  kıyıya vuran ölü balıkları elleri ile toplayarak bir poşet içine koydukları görüldü.

“Atık deposu yapmışız’  

Artan balık ölümlerinin göldeki kirlilikle ilişkili olduğuna işaret Albay şunları söyledi:  “Küçükçekmece Gölü, Küçükçekmece ve Avcılar ilçeleri arasında yer alıyor ama aslında birçok ilçe atıklarını yıllarca buraya vermiş. Çok ihmal edilen bir göl aslında. Gözümüz gibi bakmamız gereken bir yeri biz atık deposu olarak görmüşüz. Her yıl aşağı yukarı bu ölümler görülüyor. Oksijensizlik ve ne yazık ki atık deposu haline getirdiğimiz göl, bizden öcünü alıyor. Balık ölümleri de gördüğümüz kadarıyla en fazla gümüş balığı. Aslında bu balık, kirliliğe göreceli olarak dayanıklı bir balık. Gümüş balığı öldüğü zaman düşünmeliyiz. Demek ki halk sağlığı açısından gölde cidden bir sıkıntı var. Etraftan balıkları toplayan çocuklar var. Bunları eğer satıyorlarsa büyük önlem almak lazım. Halk sağlığı bakımından da tehdit oluşturabilir. Bu toplanan balıkların halka gitmesi de olası.”

‘Hem su kalitesi hem biyoçeşitlilik bakımından göl bitti’

Kontrolsüzce atıkların göle verildiğine şahit olduklarını belirten Albay şöyle konuştu: “İstanbul’un ortasında bir bomba diyorum ben bunlara. Bu su 4. Sınıf kalitede bir su. İstanbul’un ortasında böyle bir suyu tutmak, restore etmemek risk.  Bizim yaptığımız bir çalışmaya göre, bundan sonra başka atık gelmese bile 30 yıl süresince bu gölü besleyecek miktarda dipte azot fosfor var. Bunu iyileştirmek lazım. Halk sağlığı açısından her yıl tehdit oluşturuyor. Başka bir yerde olsa herhalde bu golün etrafında çok güzel şeyler olur ama biz buna bakamıyoruz. Hem su kalitesi hem de etraftaki biyoçeşitlilik bakımından göl bitmiş durumda. Bakın bitmek üzere demiyorum. Göl bitmiş durumda.  Bu gördüğünüz balıklar da kirli suya dayanıklı türler olduğu için biraz daha tahammül etmeye çalışıyor onları bile öldürüyoruz.”

Kuşlar da burada konaklıyor

Küçükçekmece Gölü’nün ayrıca kuşların göç duraklarından biri olduğuna dikkat çeken Prof. Dr. Albay, kuşların da büyük zarar gördüğünü kaydetti. Su kalitesi bozulunca ekosistemin de çöktüğünü anlatan Albay, “ Oysa ki uçan kuşlar ve yüzen balıkları görmek istiyoruz. Bir restorasyon çalışması ile golü 5 – 10 yıl içinde eski haline döndürebiliriz. Gölde maalesef balıkçılık yapıldığını da görüyoruz. Bunu mutlaka tarım il müdürlüğü önlem alıp balıkçılığı durdurması lazım” dedi.

Her sene oluyor

Semt sakinleri de balık ölümleri nedeniyle tedirgin. Aynur Konakçı, “Gölün kirliliğinden her zaman her sene büyük balık ölümleri oluyor. Genelde temizlikleri yapılıyor ama yine de bu balık ölümlerine kimse engel olamıyor” dedi. Çevre sakinlerinden Necati Sağlam da, “Bizim zamanımızda buradan turna balıkları çıkardı. O balıklar şimdi yok. Bu göl şimdi Avrupa’da olsaydı, süper yaparlardı burayı. Eskiden burada yarışlar yapılırdı. Şimdi hiçbiri yok. Yetkililerden rica ediyoruz. Şu işe bir çare bulsunlar” şeklinde konuştu.

İsviçreli kadınlar yarın grevde

Çalıştıkları iş için 15:24’ten sonra eşit ücret almadıklarını belirten İsviçreli kadınlar, 15.24’te greve çıkıyor. Cenevre’deki Türkiyeli göçmen kadınlardan da greve katılma çağrısı yapıldı.

 Bir patronun, kadın işçilerinin kılık kıyafeti hakkında yorum yapması
normal mi?

“Kamuya açık alanlarda sürekli yan çıplak kadın vücutları görmek normal mi?

“Siyah kadınların ve ailelerinin gündelik olarak ırksal profillemeye maruz
kalması normal mi?

“İsviçre’de her iki haftada, bir kadının dört duvar arasında öldürülmesi
normal mi?”

Bianet’in haberine göre, sorular, İsveçli kadınların “kolektif bir ruhla hazırladık” dedikleri manifestodan. İsviçre’de çok sayıda kadın örgütü bir araya gelerek, önce bir manifesto hazırladı, sonra 14 Haziran’ı grev günü ilan etti. Bu, 28 yıl aradan sonra ülke genelinde yapılacak ikinci kadın grevi.

TIKLAYIN – Greve dair detaylı bilgi

Kadınlar “Eşit ise eşit ücret”,Cinsiyetçilik, eşitsizlik ve kadına karşı şiddete hayır” diyerek, yaşamın her alanında eşitlik talep ediyor. Grevin başlama satti 15:24. Bunun nedeni de, İsviçre’de araştırmalara göre kadınların çalıştıkları iş için 15:24’ten sonra eşit ücret alamaması.

Zürih Kadın Grev Kolektifi tarafından kaleme alınan manifesto özetle şöyle:

TIKLAYIN – Manifestonun tamamı 

“Bir kadının, oturum hakkını güvende tutabilmesi için evdeki şiddete katlanması normal mi? İsviçre’de cinsel saldırıya maruz kalan mağdurların sadece yüzde 20’sinin suç duyurusunda bulunabilmesi normal mi? Kadınların aynı emek gücü için erkeklerden daha az maaş alması normal mi?

“Emek gücünün ücretli ve ücretsiz olarak ikiye ayrılması ve ücretsiz emeğin özelikle kadınlar tarafından üretilmesi (Ev ve bakım işleri, yeniden üretim) normal mi?

“Engeli kadınlar için engelsiz muayenehaneler bulamaması normal mi?”

“Derinden değişim zamanı geldi”

“Biz bu koşulları normal bulmuyoruz. 14 Haziran’da grevdeyiz. Bizler gerici tepkilere ve yaşamla alay eden ‘normalliğe’ tahammül etmiyoruz. Bizler bu sistemin yarattığı farklı ve çeşitli baskıların bilincindeyiz. Bundan dolayı bizim feminizm anlayışımız çok çeşitli, ve bu çeşitlilik ise bizim gücümüz. Derinden değişimin zamanı geldi. Bu değişim sürecini hızlandırabilmek için bir gün boyunca iş bırakıyor ve ‘normal’ işleyiş ritüellerimizi reddediyoruz. Grevdeyiz!

“Aynı 1991’de yaptığımız gibi. Dünya çapındaki kız kardeşlerimizin yaptığı gibi. Feminist mücadelelerle dayanışma içerisinde 14 Haziran’da bu uluslararası harekete katılacağız. Bizim emeğimiz son derece değerli. Biz olmadan her şey durur.

“Şu anda İsviçre’de bakım işlerinin sadece yüzde 10’u ücretlendirilmiş durumda. Geriye kalan yüzde 90’lık bakım işinin üçte ikisi kadınlar tarafından yerine getiriliyor.

“Bizler kendimizi kurumsal ve gündelik hayat içerisindeki cinsiyetçiliğe ve ırkçılığa karşı savunuyoruz.”

İstanbul Antlaşması

“Bizler İstanbul Antlaşması’na hukuksal olarak bağlılık istiyoruz. Bu antlaşma fiziksel, psikolojik ve cinsel şiddete maruz kalmış kişilerin korunmasına ve faillerden hesap sorulmasını içeriyor. Cinsiyetçi şiddet toplum içerisinde daha fazla kabul edilmemelidir. Toplumun bakış açısının değişimi için, propaganda ve kampanyaların fonlara ihtiyacı var.

“Hayır demek hayır demektir. Bizler şiddete maruz kalmış kişiler için hukuki koruma sağlanmasını ve hukuksal olarak cinsiyetçi şiddetin tanınmasını talep ediyoruz. Faillerin korunmasına son verilsin.”

Bir çağrı da göçmen kadınlara 

Ayrıca, Cenevre’deki Albatros Kültür ve Dayanışma Merkezi’ndeki kadınlar da yaptıkları açıklamayla Türkiyeli göçmen kadınları 14 Haziran Kadın Grevi’ne katılmaya çağırdı.

Açıklama özetle şöyle:

“Bizler hem göçmen olduğumuz için, hem de kadın olduğumuz için iki kat sömürüye maruz kalıyoruz. Hem ucuz iş gücü olarak görülen göçmenler olarak, hem de erkek işçilere oranlara yüzde 20-30 daha az maaş alarak. Yerli-yabancı- göçmen ayrımı yapılmadan, tüm kadınlar 14 Haziran grevine katılmalıdır.

“Bizler de Albatros Kültür ve Dayanışma Merkezi’ndeki göçmen kadınlar olarak gün boyu etkinliklere katılıp, alanlarda taleplerimizle sesimizi duyurmaya çalışacağız. Haydi kadınlar sokağa, mücadeleye, özgürleşmeye! Çünkü birlikte daha güçlüyüz.”

Çernobil dizisinin ardından: Nükleer, iklim değişikliğine çare değil

‘Nükleer santrallerin tehlikeli, radyoaktif atıklar meselesinin çözümsüz, kazaların bilançosunun ağır olması ve yeryüzünün gereksiz radyasyona bulanması bir yana, emisyon azaltımının çok azını nükleer santrallerle yapmak için bile 2050’ye kadar yılda 40 yeni reaktör yapılması gerekiyor. Nükleer enerjinin iklim değişikliği tartışmasında hiçbir yeri yok.’

Game of Thrones’u bile tahtından indiren yeni dizi fenomenimiz Çernobil, 33 yıl önceki büyük felaketi bütün detaylarıyla yeniden gündeme getirdi. Böylece bir zamanlar böyle bir kaza olduğunu duymuş olan ama içyüzünü bilmeyen genç kuşakların yaşananlardan haberi oldu. Aslında o yılları yaşayanlar ve iyi kötü bilenler de çok şey öğrendi, hem dramatik anlatının gücü nedeniyle, hem de dizinin çok iyi çalışılmış bir senaryo ile, bence mükemmel bir prodüksiyonla çekilmiş olmasından dolayı. Reaktörün, kontrol odasının, kaza anının ve sonrasının, hatta Pripiyat’ın bu kadar kusursuz yansıtılması etkileyiciydi.

Bu arada diziyi “Amerikalıların” yapmasına ve neticede “sosyalist bir devletin” eleştirilmiş olmasına kızan çok oldu; hatta meseleye “soldan” bakan yazarların bir kısmı işi nükleerci dezinformasyona katılmaya dek vardırdı. Kendi adıma bu tartışmalarla pek ilgilenmiyorum, ama nükleere sempatiyle ya da kerhen de olsa bir zorunluluk olduğunu düşünerek olumlu yaklaşanlar, olayın arka planını iyi araştırmamış iseniz cevaplanması zor sorularla karşı karşıya kalmanıza neden olabilir. O nedenle eski ve yeni nükleerci manipülasyonlara soğukkanlı cevaplar vermek önemli. Son yılarda kullanılan nükleer yanlısı argümanların en önemlisi de iklim kriziyle ilgili.

‘Nükleer Rönesans’

Üstelik bu argüman o kadar önemli ki, 1986’da yaşanan Çernobil felaketinden sonra çöküşe geçen ve 2011’de yaşanan Fukuşima felaketinden sonra işi tamamen biten (hatta bence bu son popüler diziyle tabutuna son çivi de çakılan) nükleer endüstrinin nihai kurtuluş stratejisi iklim kriziyle ilgili(ydi). Dünyada nükleer santral yapan ve işleten, devletlere ait veya devlet desteğiyle yolunu bulmaya devam eden az sayıdaki nükleer enerji şirketi ve bunların güdümündeki uluslararası kuruluşlar son 10-15 yıldır “iklim değişikliğine çözüm biziz” propagandasına dayalı bir “nükleer rönesans” stratejisi uyguluyorlar. Hatta Almanya’da Merkel hükümetinin Fukuşima öncesinde (Yeşiller’in hükümetteki en büyük başarısı olan) nükleerden çıkış kararını geri almaya kalkmasının arkasında bu propaganda vardı. (Ama tabii büyük protestolarla karşılaşınca ve üzerine bir de Fukuşima patlayınca hemen çıkış takvimine geri döndüler.) Nükleer endüstri, nükleer reaktörü iklim müzakerelerinde “temiz enerji” olarak kabul ettirmeye de çok çalıştı, ama neyse ki başaramadılar.

Nükleerin iklim değişikliğinin çözümü olduğu iddialarının ne kadar büyük bir yalan olduğunu anlamak kolay. Sadece birkaç arka plan bilgisini bilmek ve birkaç hesap kitap yapmak yeterli. Aslında nükleere karşı olmak için nükleer santrallerin ne kadar tehlikeli, radyoaktif atıklar meselesinin nasıl çözümsüz olduğu; nükleer endüstrinin yalanlar üzerine kurulduğu; nükleer kazalar nedeniyle hayatını, yakınlarını ve sağlığını kaybeden yüz binlerce, milyonlarca insanın ve onca canlının çektikleri ve neticede yeryüzünün gereksiz yere radyasyona bulanmış olması yeterli, ama şimdilik bunları bir yana bırakarak, adım adım birkaç hesap yapalım:

  • İklim değişikliğiyle mücadele demek küresel sıcaklık artışını 1,5-2 derecede sınırlamak için 2050’ye kadar küresel karbon emisyonlarını sıfıra indirmek demek. Konu nükleer olduğu için sadece enerji üretiminden (dolayısıyla tamamına yakını fosil yakıtlardan) kaynaklanan karbondioksit emisyonlarına bakmak yeterli. Bunu yuvarlak hesap yılda 40 milyon ton olarak kabul edebiliriz.
  • Bu emisyonları 30 yıl içinde sıfıra indirmek için hem enerji üretimini azaltmak (tasarruf ve verimlilik yöntemleriyle) hem de mevcut kömür ve doğal gazla elektrik üretimi tesislerini kapatarak yerlerine yenilenebilir enerji tesisleri açmak gerekiyor. Ulaşım ve sanayi için yakılan petrolü de bir yana bırakırsak (ki tabii katkısı az değil), dünyada sadece elektrik üretimi için kullanılan kaynakların yüzde 38’inin kömür, yüzde 23’ünün doğal gaz (az miktardaki petrolü de katarsak fosil yakıtların toplamının yüzde 65) olduğunu görüyoruz. Nükleerin payı ise sadece yüzde 10. (En iyi zamanında yüzde 17’lere kadar çıkmıştı.)
  • Demek ki nükleerin iklime çözüm olması gerektiğini düşünüyorsanız 30 yıl içinde bu yüzde 65’i kapatıp, yüzde 10’u yüzde 75’e çıkarmanız gerekiyor. Diyelim o kadar da abartmadınız, fosil yakıtların yerini bir yere kadar yenilenebilir alacak, kalan kısmını nükleerle dolduracağız dediniz. 2050’ye kadar kaç olsun nükleerin payı? Yüzde 30? Yüzde 20?

Çalışan 417 reaktörün yüzde 60’ı, 30 yıldan yaşlı

  • Bir reaktörün normal ömrü 40 yıldır. Halen mevcut nükleer reaktör sayısı 417. Bunların ortalama yaşı 30. Dolayısıyla önümüzdeki yıllarda çoğu kapatılacak. Kaza riskinin artmasını göze alarak ömrünü 60 yıla uzattıkları birkaç reaktör varsa da (ABD, İsviçre, Belçika ve bir iki ülkede daha), bu ömür uzatma işi çok yayılmayacak. Ayrıca Almanya, Tayvan, İspanya gibi nükleerden erken çıkış kararı alan bazı ülkeler reaktörlerin ömrünün dolmasını beklemeden önümüzdeki yıllarda mevcut santrallerini kapatacaklar. Bu nedenle ortalama ömür 40 yıl olarak alınabilir.
  • Çalışan 417 reaktörün 254’ü, yani yüzde 60’ından fazlası 30 yıldan daha yaşlı. Bugüne dek 181 reaktör kalıcı olarak kapatıldı (patlayanlar, eriyenler, güvenlik açığı nedeniyle erken kapatılanlar vb. dahil). Emekliye ayrılacak olmaları nedeniyle 2030’a kadar 190 reaktör daha kapatılacak. 2050’de ise geriye sadece 97 reaktör kalmış olacak.
  • Demek ki elektrik üretiminde nükleerin payını yüzde 20’lere, 30’lara çıkarmadan önce yüzde 10’un altına düşmesini engellemeniz, yani kapananların yerine koymak (yenilemek) için önümüzdeki 30 yılda 320 yeni reaktör yapmanız gerekiyor. Yılda 10’dan fazla yeni reaktör yapımı sadece kapananları yenilemek için şart.
  • İklim değişikliğine çare olsun diye kapanacak fosil yakıtların yerine nükleer santral yapmak gibi çılgın bir karar verdiğinize göre, bunun üzerine bir de yenilerini yapmanız gerekli demektir. Enerji üretimi sabit kaldığını varsayarsanız hesabı kolay. Herhalde nükleerin payını yüzde 20’ye çıkarmak için bile önümüzdeki 30 yılda yapmanız gereken reaktör sayısı 750 civarında olmalı. Ama biz kafadan hesap yapmayalım ve literatüre bakalım.
  • İklim değişikliği konusundaki bilimsel katkısı olağanüstü olmakla beraber çözüm önerileri konusunda biraz sabit fikirli olan dünyanın en önemli iklimbilimcilerinden James Hansen, nükleeri çözüm olarak önermek için bir ara hesabı kendisi yapmıştı ve bütün fosil yakıtlı santralleri nükleerle değiştirmek için 2050’ye kadar 2135 reaktör yapılması gerektiğini hesaplamıştı. Yılda 70 tane! (Bu hesabı yapıp nasıl oldu da fikrini değiştirmedi, bilmiyorum.)
  • Başka bir çalışmada fosil yakıtlı santrallerin yerine nükleeri geçirerek önümüzdeki 50 yıl boyunca yılda 25 milyon ton karbon salımından kurtulmak (yani emisyon azaltımının yarısından biraz fazlasını nükleerden karşılamak) için 700 yeni nükleer reaktöre ihtiyaç olduğu hesaplanmıştı. Buna yenileme rakamını da eklerseniz 1000 rakamını geçer. Bu da yılda 35 civarında yeni reaktör eder.
  • En mütevazi hesabı tabii (kendisi de fena halde nükleerci olan) Uluslararası Enerji Ajansı yapıyor. Onların önerisi nükleerin emisyon azaltımındaki katkısının sadece yüzde 6 olması. Bu durumda bile nükleerin elektrik üretimindeki payının yüzde 10’dan yüzde 24’e çıkması gerektiğini ve bunun için de 2050’ye kadar yılda 32 yeni reaktör yapılması gerektiğini hesaplamışlar.
Akkuyu Nükleer Santral inşaatı.
  • Nükleer enerjinin sera gazı emisyonunun sıfır olduğu varsayılarak yapılan bütün bu hesapların (ki ona da geleceğim) ortalamasını alırsak, a) emisyon azaltımına katkısının çok fazla olmayacağını, b) az bir şey katkısı olması için bile mevcutların yenilenmesi dahil yılda 40 civarında yeni reaktörün yapımının bitirilip şebekeye bağlanması gerektiğini görüyoruz.
  • Nükleer enerjinin 60 yıllık geçmişinde yapılıp bitirilmiş nükleer reaktör sayısı 624. Bunların 181’i kalıcı olarak kapatılmış, 26’sı uzun süredir kapalı. Ayrıca yapım halindeyken yarıda bırakılıp terk edilen 94 tane var.
  • Bugün inşaat halindeki reaktör sayısı sadece 48. Bunlara Akkuyu ve yapımı 1985’te başlayan ama hâlâ inşa halinde görünen Slovakya’daki 2 reaktör de dahil. Bu 48 reaktörün en az 33 tanesi planlanan yapım süresini aşmış, gecikmiş durumda.
  • Son 10 yılda açılan 53 yeni reaktörün arasında yapımı 43,5 yıl süren ABD’de bir reaktör, yapımı 33 yıl süren bir Arjantin reaktörü, yapımı 36 yıl süren İran’ın meşhur tek reaktörü ve Rusya’da yapımı 35 yıl süren bir reaktör de var. Onları da dahil edince (ki aslına etmemek gerekir) son 10 yıldır yılda sadece 5 yeni reaktörün açılabildiğini görüyoruz. Ancak bunların bazılarının Çin ve Hindistan’daki küçük reaktörler olduğunu da ekleyelim. Yukarıdaki hesap büyük reaktörlere göre yapılmıştı.
  • Halen tipik bir nükleer reaktör (1 GW) eğer her şey yolunda giderse ve yapımı fazla gecikmezse yaklaşık 10 milyar dolara mal oluyor. Yapım süresi de ortalama 8 yıl. Aslında son 10 yılda yeni açılan 53 reaktörün yapım süresi ortalaması 10 yıldı, ama yapımı çok uzun süren birkaç reaktör ortalamayı yükselttiği için 8 yıl denebilir.

Demek ki nükleerin iklim değişikliğiyle mücadeleye küçük bir katkı sağlayabilmesi için yılda 40 yeni reaktör yapılması gerekiyor. Bu da son on yıldaki yıllık yapım hızının 8’e katlanması anlamına geliyor.

Bankalar kredi vermiyor

Yeni nükleer santrallar bugün neredeyse sadece Çin, Rusya ve Hindistan’da, çoğunlukla Çin, Rusya, Kore ve Fransa devlet şirketleri tarafından yapılıyor. Doğrudan devlet desteği ve finansmanı olmadan yapılabilen herhangi bir özel sektör santrali yok. Çoğu yatırım bankası artık nükleere kredi vermiyor. Çünkü nükleer en pahalı yöntemlerden biri. Yeni bir nükleer santralden elektrik üretmeye kalkmak bugün rüzgârdan, güneşten çok daha pahalıya geliyor. Bu kadar çok sayıda yeni reaktörün sadece finansman bulunamayacağı ve üretilecek elektriğin maliyeti çok fazla olacağı için bile imkansız olduğunu görebilirsiniz. Buna uzun yapım sürelerini da eklerseniz zaten 2050’ye kadar bu kadar çok yeni reaktör yapmak mümkün değil.

Bu resme enerji politikalarını da ekleyebilirsiniz. Bir zamanlar önemli nükleer teknoloji ülkelerinden biri olan Almanya 2022’de tamamen nükleerden arınıyor. Aynı şekilde Belçika, İspanya, Tayvan gibi birkaç ülke daha nükleerden çıkış stratejisi izliyor. Halen elektriğin yüzde 71’ini nükleerden elde eden Fransa bile bu oranı 2025’e kadar yüzde 50’ye indirmeye karar verdi. Çin’in, Rusya’nın ve bir iki hevesli ülkenin nefesinin de parasının da yetmeyeceği açık.

Tabii bir de uranyum ve aslında karbon emisyonunun sıfır olmaması meselesi var. Halen mevcut uranyum rezervlerinin büyük kısmı Kazakistan, Kanada, Avustralya, Nijer, Namibya, Rusya ve Özbekistan’da. Nükleer enerji aslında oldukça marjinal kaldığı için hâlâ rezervler çok fakir değil ve cevherdeki uranyum oranı ortalamada binde 1,5 civarında. Ama yapılan hesaplara göre mevcudun 2-3 katı reaktör çalışır hale gelirse daha fakir cevherlerin de çıkarılması gerekecek, bu da karbon yoğun bir iş olan uranyum madenciliği ve yakıt hazırlama işinin daha karbon yoğun ve daha pahalı hale gelmesine neden olacak. Nükleer endüstrinin kilowattsaat başına 10-30 gram olarak verdiği nükleerin karbon dioksit emisyonunu madenciliği de hesaba katarak 50-100 grama kadar çıkaran hesaplar var. Karşılaştırma için, tipik bir doğal gaz santralinde bu rakam 350 gram. Eğer uranyum ihtiyacı artarsa 2070’e kadar nükleer enerjinin karbon emisyonunun doğal gaza yaklaşacağını hesaplayan çalışmalar var.

Ama bunları bir yana bırakıp nükleer enerjiyi sıfır emisyonlu bile kabul etseniz hesap açık. Doluya koysanız almıyor, boşa koysanız dolmuyor. Nükleer enerjinin iklim değişikliği tartışmasında hiçbir yeri yok. Çernobil dizisi bize nükleer endüstrinin yalanlar üzerine kurulu olduğunu bir kez daha hatırlattı. Nükleerin iklim değişikliğine çözüm olduğu da bu katmerli yalanlardan birisi daha işte. Hepsi bu.

(Yeşil Gazete)

 

RTÜK’ten homofobik ceza

Karardan: Dizi milli ve manevi değerleri hiçe sayıyor, toplumun ahlaki değerlerini yozlaştırıyor.

Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK), eşcinsel ilişkilerin yer aldığı ‘Jane The Virgin’ dizisi nedeniyle Fox Life kanalına en yüksek orandan idari para ve program durdurma cezası verdi. Kurumdan yapılan açıklamaya göre, Üst Kurul’un son toplantısında, Jane The Virgin dizisi ‘milli ve manevi değerleri hiçe sayması, çocuk ve gençlerin fiziksel ve ruhsal gelişimlerine olumsuz etki etmesi’ iddiasıyla ele alındı.

Eşcinsel ilişkilerin ekranlarda görülme sıklığı arttıkça çocuk ve gençlerin bu ilişkileri normalleştirmesine, duyarsızlaşmalarına ve toplumun ahlaki değerlerinin yozlaştığını öne süren Üst Kurul, Fox Life kanalına en yüksek orandan idari para cezası ve program durdurma cezası kesti. Üst kurulun cezası, ‘homofobik’ olarak nitelendi.

Öldüresiye dövülen gazeteci hapse giriyor

Evinin önünde saldırıya uğrayan gazeteci Yavuz Selim Demirağ, bugünkü yazısında ‘Cumhurbaşkanı’na hakaret’ten 11 ay 20 günlük cezasını çekmek üzere bugün cezaevine gireceğini yazdı. Saldırganlar ise tutuksuz yargılanmak üzere serbest.

Geçen ay evinin önünde saldırıya uğrayan Yeniçağ Yazarı Yavuz Selim Demirağ bugün cumhurbaşkanına hakaretten cezaevine giriyor. Demirağ 11 Mayıs’ta evinin önünde altı kişinin saldırısına uğrayıp öldüresiye dövülmüş, gözaltına alınan saldırganlar tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılmıştı.Demirağ bugün Yeni Çağ gazetesindeki yazısında, 11 ay 20 günlük cezasının infazı için hapse gireceğini ‘Mahpus çantası’ başlıklı yazısında anlattı.

“Siz bu satırları okurken ben de kapının arkasında hazır bekleyen çantamı alıp cezaevine girmiş olacağım” diyen Demirağ hakkındaki hukuki durumunu şöyle yazdı:

Daha önce yazdım. FETÖ’cü polislerin kumpası ile tutulan fezleke, konuşma metninin  kaseti bana verilmedi. Montajsız video izletilmedi. Karar gıyabımda verildi. Hakim dinlemedi bile. Talimatla alınan ifadeyi yeterli gördü. İstinaf Mahkemesi de hiç bir işlem yapmadan onayladı. Hasılı 11 ay 20 günlük ceza infaz edilecek. Bu arada devam eden sayısına yetişemediğim başka davalarda var.

250 binden fazla insanımız tutuklu ve hükümlü olarak cezaevinde yatıyor. Aralarında gazeteci arkadaşlarımızda var. Ben biraz daha şanslıyım. Sayılı gün gelip geçer. En azından kısıtlı olmayacağım…Okuyup-yazmaya devam edeceğim. Cezaevlerinin kuralları var. Çantanıza her şeyi doldurup götüremiyorsunuz. Kitaplarınızı bile tek tek kontrol edip “sakıncalı” değilse alabiliyorsunuz. 5 den fazlası da yasak. Mahpus çantamın içinde 4 kitap var. Bir de taslak. Birinci kitap Mustafa Kemal Atatürk’ün “Nutuk”u defalarca okumama rağmen kaynak olarak her fırsatta elimin altında olmalı. Bir nevi güvencemdir. İkincisi Hasan İzzettin Dinamo’nun “Kutsal İsyanı” 5 ciltlik bu dev eserin birinci cildini alıyorum yanıma. Haftalık ziyaret esnasında diğer ciltleri de tek tek gelecek. Üçüncü kitap “İmamların Öcü” bu güne kadar 12 baskı yaptı. Düzeltmelerini yapıp yeni baskıya hazırlamak için alıyorum yanıma. Aynı şekilde ‘Fettullah’a Selam Kumpasa Devam-At izi, it izi’ isimli kitabımda yeni baskı hazırlığını tamamlamayı planlıyorum. Gelelim taslak kitaba. ‘Kumpas Mektupları’nı hazırlayalı çok oldu. Yayın için Eylül ayı bekleniyor. Son okumalarını mahpus damında tamamlayıp yayınevine yollayacağım. Bunları bitirince de belki kendi ‘Hapishane Günlüğü’mü kaleme almaya başlayabilirim.

Mahpus çantamda başka neler mi var? Üç adedi geçemeyen çamaşır. İki gömlek, bir pantalon bir de eşofman. Birer kazak ve hırka… Bir top A-4 kağıt. Üç kalem. Bir çift terlik… Kalp, şeker, tansiyon, kolestrol ilaçlarından oluşan poşetide ekledim. Çantanın fermuarını kapattım.

Bir kaç gün kitap tanıtım yazılarımla idare edin. En kısa zamanda içeriden de yazmaya devam edeceğim.

Hukukun üstünlüğünün yeniden tesis edilmesi, adalete güvenin tazelenmesi dileğiyle… Sevgi ile kalın…”

Britanya, Assange’ın ABD’ye iade talebini onayladı

Britanya İçişleri Bakanı, WikiLeaks’in kurucusu Julian Assange’ın ABD’ye iadesini onaylayan belgeyi imzaladı. Bakan, ‘Assange hapiste olmayı hak ediyor’ dedi. Kararın mahkeme tarafından da onaylanması gerekiyor.

BBC 4’ün ‘Today Programme’ isimli radyo programına katılan Britanya İçişleri Bakanı Sajid Javid,‘‘Assange hapiste olmayı hak ediyor. ABD’nin Assange için çıkardığı resmi iade talebi yarın mahkemeye sunulacak. Fakat ben dün Assange’ın sınır dışı edilmesi için gerekli belgeleri imzaladım bile. Yarın bu belgeler duruşmada görülecek’’ dedi.

Javid, mahkeme sürecine dair açıklamasına şu şekilde devam etti: ‘‘Bu süreç İçişleri Bakanlığı için çok önemli. Adaletin yerini bulduğunu görmek istiyorum. ABD’nin tarafımıza gönderdiği resmi iade talebini bu yüzden imzaladım. Artık son karar mahkemeninJavid’in kararı, Britanya mahkemesinin Assange’ı ABD’ye iade etmesinin önünü açıyor.

İade durumunda 18 suçtan yargılanacak

Assange 2010’da ABD Dışişleri Bakanlığı’nın çok sayıda gizli yazışmasını WikiLeaks aracılığıyla kamuoyunun erişimine açarak büyük tartışmaya neden olmuştu. Eğer ABD’ye iade edilirse, Assange ABD’nin ‘Casusluk Kanunu’ kapsamında 18 suçtan yargılanacak.

Yöneltilen suçlamalar arasında eski askeri istihbarat analisti Chelsea Manning ile birlikte Savunma Bakanlığı’na ait bilgisayarlara sızarak gizli belgeleri çalmak, askeri raporlarları yayımlamak ve belgelerde yer alan gizli kaynakların isimlerini açığa çıkarmak gibi suçlar bulunuyor. Assange’ın duruşması yarın gerçekleşecek.

İsveç iadesini istememişti

Haziran 2012’de hakkında tecavüz ve cinsel taciz suçlamalarıyla açılan davalar için İsveç’e iadesi gündemdeyken, Ekvador’un Londra büyükelçiliğine sığınan WikiLeaks’in kurucusu 11 Nisan’da siyasi sığınmacı statüsünün Ekvador Devlet Başkanı Lenin Moreno tarafından kaldırılmasının hemen ardından ‘kefaletle serbest bırakılma şartlarını ihlal etmek’ten tutuklanmıştı.

İsveç’te 2010’da açılan, ancak Assange’ın Ekvador Büyükelçiliği‘nde sığınmacı olarak kalması sonucu 2017’de zaman aşımından düşen tecavüz davası iki ay önce yeniden açılmıştı. Fakat İsveç Uppsala Bölge Mahkemesi, Assange’ın dava kapsamında İsveç’e iade edilmesi için gıyabında tutuklama emri çıkarmayı reddetmişti.  Kefalet koşullarını ihlal sebebiyle 50 haftalık hapis cezasına çarptırılan Assange, şu anda Britanya’da Belmarsh Cezaevi’nde yatıyor.

 

Çevre mühendislerinden ‘ekolojik yıkıma’ karşı mücadele çağrısı

TMMOB Çevre Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi, ekolojik yıkımla mücadele etmek üzere, yurttaşları doğa için ses vermeye çağırdı. Çağrıda şöyle denildi: “1-5 Haziran Ekolojik Yıkımla Mücadele haftası, 31 Mayıs 2011’de HES karşıtı mücadelede kaybettiğimiz Metin Lokumcu’nun ve yine 31 Mayıs 2013’te Gezi Parkı için direnenlerin bizlere ilham vermesiyle isim bulmuş haftadır. 5 Haziran Dünya Çevre Günü ise bizler için hiçbir zaman kutlanacak bir gün olmamış, ekolojik yıkıma dikkat çektiğimiz ve mücadeleye çağrı yaptığımız gün olmuştur
“Bu yıl bayram haftasına gelmesi sebebiyle etkinliklerimizi 10-16 Haziran haftasına aldık. Kamuoyunu ekoloji sorunlarıyla ilgili bilgilendirmek, toplumda farkındalık yaratmak ve hep birlikte doğa ve yaşam için mücadele etmenin dinamiklerini oluşturmak adına sizleri de etkinliklerimizde bizlerle birlikte olmaya, doğa için ses vermeye çağırıyoruz. ”

Film de var panel de

Etkinliğin programı şöyle:

• 13 Haziran Saat: 19.30 Film gösterimi ve söyleşi: Son Nefeste Artvin / Nisa İdil Varan Yer: Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi
15 Haziran / Saat:15.00 Panel: Çevre ve Adalet/ Katılımcılar: Anayasa Profesörü ve BirGün yazarı İbrahim Kaboğlu, Yeşil Gazete’den Dr. Ümit Şahin, Avukat Bülent Kaçar / Trakya Platformu
16 Haziran Saat: 12.30  Gebze Ballıkayalar/ Kuzey Marmara Otoyolu nedeni ile Gebze Ballıkayalar Tabiat Parkı’nda yaşanacak çevre katliamının boyutlarına ilişkin açıklama.

Kadınlardan itiraz var: Nafakama dokunma!

Türkiyeli 100 kadın, nafaka hakkına saldırıya karşı hazırlanan, “Kadınların Nafaka Hakkına Dokunmayın!” başlıklı çağrı metnini imzaladı. İstanbul Barosu Başkan Yardımcısı Moroğlu da kadını güçlendirmeden nafaka ile ilgili kanunda değişiklik yapılmaması gerektiğine işaret etti

Aralarında Ümit Boyner, Latife Tekin, Zuhal Olcay, Müjde Ar, Leman Sam, Nesrin Nas, Hazal Kaya, Feride Acar, Ufuk Tarhan gibi isimlerin de yer aldığı, farklı çalışma alanlarından 100 tanınmış kadınlara nafaka hakkının hiçbir şekilde kısıtlanmaması için harekete geçti. ‘Nafaka Hakkı Kadın Platformu’nun hazırladığı’ ve  nafaka hakkının değiştirilmemesi veya geri alınmaması gerektiğinin altını çizdikleri bir metin yayımlayan kadınlar, bütün hemcinslerini halkarına sahip çıkmaya ve metni imzalamaya çağırdı.

İMZALAYIN – Nafaka Hakkı Kadın Platformu İmza Metni

Sadece nafaka hakkının değil, kadınların boşanma ve miras hakkı dâhil olmak üzere tüm kazanılmış haklarının da tehlike altında olduğunun vurgulandığı çağrı metni özetle şöyle:

“Kimse kreşin ücretini kimin ödeyeceğinden söz etmiyor”

“Nafaka yerine kadının iş bulup çalışması ya da nafakanın devlet tarafından ödenmesi talep edilmektedir. Oysa ki TÜİK 2018 verilerine göre Türkiye’de kadınların istihdam oranı yalnızca % 29’dur ve bu rakam gerçekte çok daha düşüktür.

“Eğitim ve istihdam konusunda erkeklerle eşitsiz durumda olan kadınlardan asıl olarak ev kadını ve anne olmaları istenmektedir. ‘Ev kadını’ olarak evlilik yaşamı boyunca eş, çocuk, hasta ve yaşlıların bakımı ile uğraşmak durumunda bırakılan bu kadınlardan, boşandıkları anda mucizevi bir şekilde geçinmelerine yetecek ücretlerde işler bulmaları beklenmektedir. Devletin ücretsiz, kaliteli ve güvenilir kreş hizmetleri sağlamadığı koşullarda, çocuklara kimin bakacağından, bakıcının ya da kreşin ücretini kimin ödeyeceğinden kimse söz etmemektedir.”

“Kaygıyla izliyoruz”

Hacettepe Üniversitesi’nce hazırlanan “Türkiye’de Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet Araştırması”nın da hatırlatıldığı çağrı metni şöyle devam etti:

“Boşanmış ya da eşinden ayrı yaşayan kadınların % 75’inin fiziksel ya da cinsel şiddete, % 80’inin ise duygusal şiddet/istismara maruz kaldığını göstermektedir. Kadınlar açısından tablonun bu kadar vahim olduğu bu koşullarda kazanılmış yasal bir hak olan Nafaka Hakkı’nın geri alınması, değiştirilmesi veya sınırlandırılması kadınları güçlendirecek bir adım olamaz. Aksine, evlilik sırasında ve sonrasında başta ekonomik şiddet olmak üzere, tüm şiddet ve ayrımcılık biçimlerini pekiştirip, kadınları daha da güçsüzleştirecektir.

“Biz aşağıda imzası olanlar, nafaka hakkına itiraz edenlerin; ayrıca çocukların velayeti, yasal mal rejimi, kadının boşanma ve miras hakkı, kadını şiddetten koruyan 6284 sayılı yasa ve İstanbul Sözleşmesi’ne karşı yürüttükleri kampanyaları da kaygı ile izliyoruz.”

“Tüm devlet otoritelerini ve siyasetçileri, kadınların kazanılmış haklarına saygı duymaya davet ediyoruz. Özellikle tek seçenek olarak evlilik sunulduğu için meslek sahibi olamamış veya meslek sahibi olsa dahi çalışmasına izin verilmediği ve/veya evin tüm yükü üzerine bırakıldığı için mesleğini icra edememiş kadınların bir nebze de olsa hayata tutunmasına olanak veren yoksulluk nafakasını şu ya da bu biçimde sınırlama girişimlerinden uzak durmaya çağırıyoruz.”

İmzacılar: Arzum Onan, Oyuncu, Aslı Tohumcu, Yazar, Ayça Damgacı, Oyuncu, Aylin Aslım, Müzisyen/Besteci, Aylin Nazlıaka, İş İnsanı/Eski Milletvekili, Arzu Çerkezoğlu/ DİSK Genel Başkanı, Aysel Çelikel, Hukukçu/Eski Adalet Bakanı, Ayşe Sözeri Cemal, İş İnsanı, Ayşe Sucu, Gazeteci/Yazar, Ayşegül Tözeren, Edebiyat Eleştirmeni, Ayşenur Arslan, Gazeteci, Bahar Çuhadar, Gazeteci/Yazar, Banu Güven, Gazeteci, Banu Yelkovan, Gazeteci/Spor Yorumcusu, Birhan Keskin, Şair, Binnaz Toprak, Akademisyen/Eski Milletvekili, Buket Uzuner, Yazar, Burcu Karakaş, Gazeteci/Yazar, Büşra Sanay, Gazeteci/Haber Spikeri, Candan Yıldız/ Gazeteci, Ceren Moray, Oyuncu, Deniz Durukan, Şair/Yazar, Deniz Türkali, Oyuncu/Müzisyen, Ece Temelkuran, Gazeteci/Yazar, Elif Ilgaz, Gazeteci, Fatma Akdokur, Akademisyen, Fatma Bostan Ünsal, Akademisyen/Aktivist, Feride Acar, Akademisyen/GREVIO Eski Başkanı, CEDAW Komitesi Eski Başkanı, Feyhan Güver, Karikatürist, Figen Şakacı, Gazeteci/Yazar, Füsun Demirel, Oyuncu/Yönetmen, Gaye Boralıoğlu, Yazar, Gaye Erbatur, Akademisyen/Eski Milletvekili, Gencay Gürün, Eski Milletvekili/Tiyatro Yazarı, Gila Benmayor, Gazeteci, Gül Abus Semerci, Senarist/Yazar/Oyuncu, Gülay Batur, Karikatürist, Hatice Meryem, Yazar, Hazal Kaya, Oyuncu, Hidayet Şefkatli Tuksal, Yazar/Akademisyen, Işılay Saygın, Eski Milletvekili/Eski Devlet Bakanı, Işıl Özgentürk, Senarist/Yazar, İlkay Akkaya, Müzisyen, İlke Kodal, Balerin, Jale Özgentürk, Gazeteci/Yazar, Kezban Hatemi, Hukukçu/ Akil İnsanlar Heyeti Üyesi, Lale Orta, Hakem, Latife Tekin, Yazar, Leman Sam, Müzisyen, Leyla Selen Uçer, Oyuncu, Mehveş Evin, Gazeteci, Melda Onur, Gazeteci/ Eski Milletvekili, Melis Alphan, Gazeteci, Meral Tamer, Gazeteci/Yazar, Mualla Kavuncu, Akademisyen, Müjde Ar, Oyuncu, Nalan Kuruçim, Oyuncu, Nazan Kesal, Oyuncu, Necla Arat, Felsefeci/Kadın Çalışmaları, Necla Zarakol, İş İnsanı, Neslihan Akbulut Arıkan, Antropolog/Akademisyen, Nesrin Nas, Eski Milletvekili/Anavatan Partisi Eski Genel Başkanı, Nevşin Mengü, Gazeteci, Nilay Yılmaz, Spor Yazarı, Nilhan Antitoros, Hukukçu/ İş İnsanı, Nilüfer Açıkalın, Oyuncu/Yazar, Nur Ger, İş İnsanı/ TÜRKONFED YK Üyesi/ Yanındayız YK Başkanı, Nurcan Akad, Gazeteci, Oya Baydar, Sosyolog/Yazar, Önay Alpago, Hukukçu/Eski Devlet Bakanı, Özge Özpirinçci, Oyuncu, Özlem Yüzak, Gazeteci, Pelin Esmer, Yönetmen, Pınar Öğünç, Gazeteci/Yazar, Ruhat Mengi, Gazeteci/Yazar, Rümeysa Çamdereli, Müzisyen/Aktivist, Selin Şekerci, Oyuncu, Sema Kaygusuz, Yazar, Sena Kaleli, İş İnsanı/Eski Milletvekili, Seray Şahiner, Yazar, Serfiraz Ergun, Gazeteci, Sıla Türköne, Sosyolog, Şebnem Sönmez, Oyuncu, Şenal Sarıhan, Hukukçu/Eski Milletvekili, Şengül Hablemitoğlu, Akademisyen/Yazar, Şirin Payzın, Gazeteci, Tilbe Saran, Oyuncu, Türkan Miçooğulları, Kimyager/ Eski Milletvekili, Ufuk Tarhan, Fütürist/Ekonomist, Ümit Boyner, İş İnsanı/ TÜSİAD Eski Başkanı, Yakın Ertürk, Sosyolog/ BM Kadına Yönelik Şiddet Eski Özel Raportörü, Yasemin Göksu, Müzisyen, Yaşar Seyman, Yazar/BASİSEN Ankara ve İç Anadolu Eski Bölge Başkanı, Yazgülü Aldoğan, Gazeteci/Yazar, Yıldız Ramazanoğlu, Yazar, Zeynep Altıok Akatlı, Yazar/Eski Milletvekili, Zeynep Göğüş, Gazeteci/Yazar, Zeynep Oral, Gazeteci/Yazar, Zeynep Tanbay, Dansçı/Koreograf, Zuhal Olcay, Oyuncu

‘Haklara dokunulmamalı’

İstanbul Barosu Başkan Yardımcısı Nazan Moroğlu da Rusya’nın Sesi Radyosu’nda katıldığı Zafer Arapkirli’nin Seyr-i Sabah programında kadını güçlendirmeden nafaka ile ilgili kanunda değişiklik yapılmaması gerektiğine işaret etti.  Moroğlu şöyle konuştu:

“Nafaka konusu ne zaman ortaya çıktı? 2016 yılında TBMM’de bir araştırma komisyonu raporu açıkladı. Aile bütünlüğünü olumsuz etkileyen sebepler araştırıldı. Sonuç bölümünde kanunlarda değişiklikler öneriliyordu. Öyle bir rapor ki sadece iktidar partisinin oylarıyla geçti. Orada nafaka maddesi değiştiriliyordu. Erkeklerin üstündeki ipoteğinden kurtulması maddesi vardı”

Medeni Kanun’da nafakanın iki maddede düzenlendiğini anlatan Moroğlu, “Boşanma nedeniyle yoksulluğa düşen taraf deniyor. Bu sadece kadına değil erkekler de alabilir. Peki neden sadece kadınlar? Çünkü onların istihdamı durumu düşük, okuma yazma oranı düşük. Bir evlilik bitince yoksulluğa düşen taraf hep kadın oluyor. Kadın yeniden evlenirse, miras kalırsa o takdirde kesilir deniyor. Yani kesilmesi için belli kriterler var. Bunu hayat boyu diye nitelendirmek mümkün değil” dedi.

Moroğlu, nafaka ödememenin yaptırımı olduğunu ancak kadınların bunu kullanmaktan korktuğunu vurguladı; İstanbul Barosu’ndaki kayıtlara göre, nafakaların 200-300 TL civarında olduğunu ve bunların çoğunun da ödenmediğini belirtti.

Erdoğan: Türkiye S-400’leri almıştır, biz bu işi bitirdik

Cumhurbaşkanı Erdoğan, ABD ile kriz yaratan S-400’lerle ilgili “Türkiye S-400 hava savunma sistemi alacaktır demiyorum, almıştır. Biz bu işi bitirdik” dedi. S-400’lerin teslimi önümüzdeki ay tamamlanacak.

AKP Grup toplantısında konuşan Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, “Hiçbir şeyin ve hiç kimsenin milletimize verdiğimiz sözleri yerine getirmemizin önüne geçmesine müsaade etmeyeceğiz. Türkiye’ye ekonomik tuzaklarla diz çöktüreceklerini sananlar bu milleti hiç tanımamışlar. Biz gerektiğinde ‘kan kusup kızılcık şerbeti içtik’ diyen, gerektiğinde istiklali için canını ve malını ortaya koymaktan çekinmeyen bir milletin kendisiyiz” diye konuştu.

Rusya’dan alınacak S-400 savunma sistemleriyle ilgili konuşan Erdoğan, “Türkiye S-400 hava sistemini alacaktır, demiyorum, almıştır. Biz bu işi bitirdik” ifadelerini kullandı. Satın alınan sistemin tesliminin önümüzdeki ay tamamlanacağını belirten Cumhurbaşkanı, “Uygun fiyatla olmanın yanında ortak üretime de geçebilme sözünü alarak sözleşmemizi imzaladık. İnşallah kısa zamanda da geliyor” dedi.

‘F-35 için Trump’la Japonya’da görüşeceğiz’

Erdoğan, ABD ile yaşanan F-35 krizine ilişkin olarak, “F-35 uçaklarının müşterisi değil aynı zamanda üretim ortağıdır. 1 milyar 250 milyon dolar ödeme yaptık. F-35 projesinden hiçbir haklı dayanağı olmayan gerekçelerle dışlanmamızı bütün platformlarda sunacağız” dedi. Erdoğan şöyle konuştu: “Arkadaşlarıma gerekli talimatı verdim, onlarda gerekli görüşmeleri yapıyorlar. Ay sonu Trump’la Japonya’da bir arada olacağız, orada da karşılıklı olarak inşallah görüşeceğiz. Oraya gitmeden burada bu işi telefonlarla görüşelim işi geldiği şu safhadan başladığımız noktaya geri çevirelim” ifadesini kullandı.

ABD, iki ay süre tanımıştı

Washington yönetimi, Türkiye’ye Rusya ile imzaladığı ‘S-400 anlaşmasını iptal etmesi için’ iki ay süre tanıdığını bildirmişti. Washington‘ın Ankara’ya iki seçenek sunduğu, bu seçeneklerin S-400 anlaşmasını Haziran’ın ilk haftasının sonuna dek Rusya ile S-400 anlaşmasını iptal etmesi ya da yaptırımların ve F-35 programının iptal edilmesinin de dahil olduğu uygulamalarla karşı karşıya kalması olduğu belirtilmişti. Geçtiğimiz hafta da yaptırımların ilk adımı olarak, Luke Üssü’nde F-35 eğitimi alan pilotların eğitimi durdurulmuş ve yeni Türk pilotların eğitime kabul edilmeyeceği bildirilmişti.

“Chernobyl dizisi, yalanlar üzerine kurulu yönetimleri eleştiriyor; Türkiye’nin nükleere ihtiyacı yok”

Beş bölümlük mini-dizi Chernobyl, IMBD’de listelerinde zirveye yaklaşıyor. Nisan 1986 tarihinde Çernobil Nükleer Santrali’nde meydana gelen patlamanın ardından yaşananları konu alan dizinin söyledikleri üzerine, T24’ten Barış Soydan, gazetemizin yazarı Dr. Ümit Şahin ile konuştu.  ‘

‘Chernobyl’ dizisindeki olayların neredeyse hepsinin gerçek olduğunu ifade eden Ümit Şahin,  geçmişi silah endüstrisine dayanan nükleer enerjinin özellikle Batı’da terk edilen bir enerji türü olduğunu söyledi. Dizi üzerinden başlayan ‘Sovyetler’in kara propagandası yapılıyor’ tartışmasına da değinen Şahin, “Çernobil’den 10 milyon kişi etkilendi. KGB bunu gizlemeye çalışmadı mı? İnsanların ölümüne neden olan o devlet yapısı değil miydi? Chernobyl  dizisi yalanlarla yönetme anlayışını eleştiriyor. Trumplar da dahil. Çünkü nükleer enerji silah endüstrisi nedeniyle yalanlar üzerine kuruludur” dedi.

Akkuyu, S-400 ve Suriye meselesiyle ilgili
Türkiye’de kurulma çalışmaları devam eden Akkuyu Nükleer Santrali’nin Türkiye’nin enerji ihtiyacından kaynaklanmadığına vurgu yapan Şahin “ Enerji Bakanlığı rakamlarına göre enerjide arz fazlası var. Santralin yapımı S-400, Suriye meselesiyle ilgili” diye konuştu. Ümit Şahin, nükleer enerjinin fosil yakıtlardan daha temiz olduğu iddiasına da “Bu ölümlerden ölüm beğen’ demektir” yorumunu yaptı.