Ana Sayfa Blog Sayfa 2428

Suriye’de ABD-Rusya-İsrail uzlaşısına doğru -İlhan Uzgel

Bundan sonraki sürecin Cenevre ve Astana’dan çok Kudüs üzerinden, yani ABD, Rusya, İsrail arasında ama yalnızca Suriye değil, daha geniş kapsamlı bir pazarlık süreciyle devam etmesi ihtimali var.

Geçen birkaç yazıda sürdürdüğüm küresel siyaset, hegemonya meselesi ve küreselleşmenin aldığı biçim konusuna, bu hafta Suriye’deki durumun Türkiye açısından giderek zora girmesi nedeniyle ara vereceğim. Türkiye’nin, Fırat’ın Doğusunda ABD ile vardığı uzlaşı sonucu Rusya’nın İdlib’te Türkiye’yi sıkıştırmaya yönelik hamlesi gecikmeden geldi. Bu gelişmeden yola çıkarak Suriye’deki çatışmanın hem küresel siyaset, hem Türkiye için anlamını yeniden gözden geçireceğim ve bu bağlamda hem askeri hem de diplomatik düzlemde daha aktif ve görünür bir rol oynamaya başlayan İsrail boyutuna değineceğim.

ABD’nin Suriye’deki asıl amacının bir rejim değişikliğinden çok bu ülkenin kontrollü bir şekilde istikrarsızlaştırılması olduğu ve bu istikrarsızlaştırma sürecinin de ağırlıklı olarak müttefiki Türkiye aracılığıyla gerçekleştirildiğini daha önceki bazı yazılarda belirtmiştim. Suriye’nin Rusya ve İran’a yakın, neoliberal küreselleşme sürecinin dışında kalmış bir ülke olarak içe doğru yıkılmasının tercih edildiğini, bunun da hem ABD hem de İsrail açısından önemli fırsatlar yarattığını ve bu süreçte Rusya’nın da bu iki ülkeyle el altından uzlaşarak siyaset yürüttüğünü, bu sürecin önde gelen aktörleri olan Türkiye ve İran’ın, bundan sonra Suriye’de marjinalize olmaya başlayacaklarını savunacağım.

ABD’nin Ortadoğu’da artan gücü 

Küresel siyaset analizlerinde genellikle ABD gücünün düşüşte, hatta çöküşte olduğu, hegemonik pozisyonu kaybettiği çok yaygın bir görüş ve bununla ilgili tartışmalara daha önceki yazılarda değinmiştim. Tekrar etmekte fayda var. ABD hegemonyasında göreli gerileme olsa da bunun Ortadoğu gibi bir bölgeye, Suriye’deki çatışmaya doğrudan yansıması söz konusu değil. Bu görüş kabul edilse bile Ortadoğu’daki sürecin tersine işlediği, sanılanın aksine ABD’nin şu anda Körfez’den Fas’a kadar bir coğrafyada kendisine meydan okuyacak bütün aktörleri bir şekilde tasfiye ettiği, zayıflattığı, İsrail’in güvenlik açısından en rahat dönemini yaşadığı ortada. Suriye’de ise Amerikalı yazar ve uzmanların da söylediğinin aksine ABD’nin stratejik hedefine büyük ölçüde ulaştığını bir süredir savunuyorum. Ortadoğu siyasetinde ABD ve İsrail’in bundan bir 20 hatta 10 yıl önceye göre çok daha güçlü oldukları, çatışmanın gidişatını çok rahat belirleyebildikleri görülüyor. 10 yıl önce bir tek ABD askeri bulunmayan Rusya ve İran’a yakın olan bir ülkenin önemli bir kısmı yıkıldı ve ABD’nin hem kendisi, hem de iki müttefiki, Türkiye ve PYD, ülkenin kuzeyini ve neredeyse üçte birini kontrol etmeye başladı.

Suriye’nin istikrarsızlaştırılması 

ABD resmi açıklamalarında Esad’ın gitmesi gerektiğini söylemesine rağmen bunun gerçekleşmesine yönelik adımlar atmaktan kaçındı, muhaliflerin silahlanmasını, çatışların yoğunlaşmasını sağlayacak ama Esad’ın devrilmesine izin vermeyecek bir düzeyde tuttu. Bu süreçte en çok katkı sağlayan ise AKP oldu. AKP hükümetleri, cihatçılara geçiş, silah, lojistik, sağlık hizmeti sağlayarak ABD ile birlikte Esad’ı devireceğini zannederken, ABD’nin amacı bu ülkenin güçten düşmesi, kendisine müdahale, üs gibi imkanlar sağlayacak, devlet otoritesinin gevşediği bir ortamı elde etmekti. Yoksa, Türkiye’nin IŞİD dahil radikal cihatçılara destek olduğu iddiası çok daha fazla kullanılır, Türkiye uluslararası alanda bu konuda çok daha fazla sıkıştırılırdı.

Bu aslında ABD’nin öteden beri izlediği bir siyasettir. Bölgesel istikrarsızlıktan genellikle bölge dışı büyük güçler yararlanırlar. Örneğin, istikrarlı bir Suriye’de ABD’nin askeri varlığı bulunamazdı. Bir ülke ya da bölgeye dolaylı (vekalet yoluyla) ya da doğrudan angaje olabilmek için istikrarsızlık yaşanması işleri çok kolaylaştırır, gerekirse o istikrarsızlığın zemini hazırlanabilir. Bu istikrarsızlık özellikle ABD müttefiki olmayan ya da Batı sistemi içinde bulunmayan bir ülke olursa çok daha büyük avantajlar getirir. Örneğin, Afganistan’da 2001’den bu yana istikrar olmamasının nedenlerinden biri ABD’nin bu istikrarsızlık sayesinde orada askeri olarak varlığının bulunmasıdır.

Suriye üzerine ABD-Rusya uzlaşısı 

ABD ile Rusya Suriye konusunda üstü örtülü bir uzlaşıyla hareket ediyorlar ve bu durum muhtemelen 2013’ten itibaren bu şekilde devam ediyor. Rusya’nın Suriye’deki çatışmalara doğrudan dahil olduğu Eylül 2015’ten bu yana ise bu durum daha açık bir şekilde yaşanıyor. Rusya’nın sorunu Esad’ın iktidarda kalması değil. Moskova için kritik olan burada kendisine yakın ve üslerini garantiye alacak bir rejimin iktidarda olması. Bunun karşılığında Rusya ABD’nin Fırat’ın Doğusunu kontrol etmesine ses çıkarmadı. Her iki ülke birbirinin ayağına basmadan bugüne dek bu süreci yürüttüler. ABD başta Ukrayna/Kırım konusunda olmak üzere Rusya ile ciddi sorunlar yaşasa da gerek Suriye, Afganistan gibi bölgesel gerekse yaptırım gibi ekonomik konularda pekala bu türden yerel uzlaşılar oluyor. Örneğin, Ocak 2018’te Rusya’nın iç, dış ve askeri istihbarat başkanları, özel bir izinle Washington’a gidip CIA Başkanı ve diğer yetkililerle görüşmeler yapabildiler, hem de içlerinden biri yaptırıma tabi olduğu halde. Bu ve daha alt düzey görüşmelerde de bu tür pazarlıkların yürütüldüğünü tahmin etmek zor değil.

ABD-Rusya uzlaşısına İsrail dahil oluyor

Rusya’nın, Suriye’deki savaşa dahil olmasından itibaren İsrail ile Rusya arasında da bir uzlaşı sağlanmıştı. İsrail’in kırmızı çizgisi İran’a yakın güçlerin kendi sınırına yaklaşmamasıydı. Muhtemelen İsrail de, Netanyahu’nun deyimiyle, sınırdan öteye 40 yıldır kurşun atmamış Esad yönetimlerinden çok şikayetçi değildi. Ama Suriye’nin istikrarsızlaştırılması onu muhtemel bir oyuncu olmaktan çıkarmış, bu fırsattan yararlanarak ABD de Golan Tepelerinin ilhakını kabul etmişti. İsrail özellikle İran’a yakın gruplara yönelik olarak askeri saldırılarda bulunurken Rusya’dan sözlü itiraz dışında bir önlem gelmediği, örneğin hava savunma sistemini kullanmadığı, iki ülke istihbaratının bu konuda ortak çalıştığı biliniyor. Şimdi sıra İran’ın, Suriye’de artan etkisini geri sarmaktı. Rusya ile İsrail, savunma alanında işbirliği, ABD ve AB’nin Ukrayna nedeniyle uyguladığı ekonomik ambargoya katılmama, ABD’deki Yahudi lobisi üzerinden ambargoyu hafifletmeye çalışma ve İsrail’in Esad’ın kalışına itiraz etmemesi gibi konularda uzlaşmış görünüyorlar. Bu konuda en dikkat çekici gelişme ABD, Rus ve İsrail ulusal güvenlik danışmanlarının tarihte ilk kez Suriye konusunu görüşmek üzere 21 Haziran’da Kudüs’te toplanması oldu. Her ne kadar medyada bu görüşmeden somut bir sonuç elde edilemediği iddia edilse de, bundan sonra İsrail’in Suriye’ye yönelik saldırıları artarken, içeride de İran’a yakın olduğu söylenen Beşar Esad’ın kardeşi Mahir Esad’a yakın komutan ve yetkililerin pasif görevlere getirildiği bir süredir bölge medyasında yer alıyordu. Öyle görünüyor ki, radikal cihatçıların yenilmesi için oynadığı rol tamamlandığında Rusya, İran’ın Şam üzerinde artık etkili olmasını tercih etmiyor. Bundan sonraki sürecin Cenevre ve Astana’dan çok Kudüs üzerinden, yani ABD, Rusya, İsrail arasında ama yalnızca Suriye değil, daha geniş kapsamlı bir pazarlık süreciyle devam etmesi ihtimali var. Zaten ABD’nin Suriye özel temsilcisi James Jeffrey Mayıs 2019’daki BM GK toplantısı sonrası Rusya ile Suriye savaşını bitirmek için adım adım ilerlediklerini ve bu konuda zor kararlar almak zorunda kalacaklarını söylerken, Rus Dışişleri Bakan yardımcısı kalıcı bir siyasal çözüm için ABD ile ortak bir vizyon geliştirmeye hazır olduklarını söyledi. Bu süreçte Rusya, İran’ın Suriye’deki etkisinin azalmasını teşvik ederken ve İsrail’in artan askeri hareketliliğine göz yumarken, bunun karşılığında Türkiye’nin de şimdilik İdlib’ten başlayarak Suriye serüveninin sona ermesi konusunda anlaşmış olabilir.

Türkiye’ye kalan

Suriye savaşı boyunca Türkiye Esad rejimini yıkmak, İran ise ayakta tutmak için bu savaşa dahil oldular. Çatışma dinamiği etkisini kaybettikçe ve anayasa yapım süreci öne çıktıkça bu ülkelerin Suriye içindeki varlıkları daha fazla tartışılır olacak. Bu noktada Esad rejiminin önceliği ise şimdilik İdlib konusu ve burası üzerindeki baskı giderek artacak. İdlib, Türkiye’nin Cumhuriyet tarihi boyunca giriştiği en riskli, en az kazanç sağlayacak askeri eylemlerden biri. Sonuçta Türkiye, başka örgütler adına Rusya ve Suriye’ye söz vermiş, silahsızlandıracağını söylediği örgütler Türkiye’nin desteklediği örgütleri yenip onların silahlarının üzerine konmuş, bir kısmını kendisine dahil ederek daha da silahlanmış, Suriye içinde ve dışında BM de dahil olmak üzere her aktörün, bu arada kendisinin de terörist kabul ettiği örgütlerin koruyucusu konumuna düşmüştür. Sonuçta, İdlib’teki varlığını bir pazarlık unsuru olarak kullanmayı hesaplarken, ABD ile ne işe yarayacağı tam belli olmayan bir uzlaşı karşısında, Rusya ve Suriye’nin şimdilik uyarı niteliğindeki saldırılarına maruz kalarak, kendisi kapalı kapılar ardındaki pazarlığın konusu olmaya başlamıştır. Suriye’de ABD ile Rusya’yı birbirine oynadığını düşünen “AKP aklı,” son kertede ABD, Rusya ve İsrail arasında yürütülen bir pazarlık sürecinde giderek boşa düşme, bir Amerikan dergisinde çıkan “Erdoğan Washinton’la oynuyor” söylemine kendini kaptırırken, kendisiyle oynanan bir konuma doğru yol alıyor.

(Gazete Duvar’dan alınmıştır.)

Soyu tükenme riski olan köpekbalıkları ve vatozlar korumaya alınacak

Köpekbalıkları ve vatozlar için CITES toplantısında koruma kararı alındı. 40 ülke karara karşı çıktı.

Nesli Tükenmekte Olan Türlerin Uluslararası Ticaretine İlişkin Sözleşme (CITES) toplantısında, Meksika’nın soyu tükenme tehlikesi altında olan 18 köpekbalığı ve vatoz türünün korunmasına ilişkin teklifi kabul edildi. BBC’nin haberine göre, teklif, bu türlerin avlanmalarının türün hayatta kalmasını etkilemediği kanıtlanmadığı sürece ticaretinin yapılamaması anlamına geliyor. Ticari balıkçılıkta her yıl 100 milyon köpekbalığının avlandığı tahmin ediliyor.

En hızlı yüzen köpekbalığı türü olan Makos köpekbalıkları ,Akdeniz’de tamamen yok oldu ve Atlantik, Kuzey Pasifik ve Hint Okyanusu’ndaki sayıları hızla azalıyor.

40 ülke karşı çıktı

Teklife 102 ülke öneriye destek verirken, Çin, İzlanda, Japonya, Malezya ve Yeni Zelanda dahil 40 ülke karşı çıktı. Bazı ülkeler, mako köpekbalıklarının sayısının avlanma nedeniyle azaldığına dair yeterli kanıt bulunmadığını savundu.  Köpekbalıklarını korumak üzere kurulmuş Shark Trust’ın yöneticisi Ali Hood karar üzerine şunları söyledi: “Mako Köpekbalıklarının eti ve yüzgeçleri çok değerli. Özellikle açık denizlerde, on yıllardır kısıtlama olmadan yapılan avcılık, sayılarının önemli ölçüde azalmasına neden oldu.”

Antalya barınağı denetiminde cesetler morga saklanmış

Hayvan ölümleri iddiasını araştırmak üzere belediyeye ait barınakta yapılacak inceleme öncesi, ölen ya da ölmekte olan köpeklerin morga kilitlendiği, denetimden sonra buradan çıkarılıp gömüldüğüne ilişkin görüntüler ortaya çıktı.

Antalya belediyesine ait hayvan barınağında kedi ve köpeklerin ölüme terk edildiği iddiasının gerçeği yansıtmadığı yönündeki açıklamanın ardından, barınaktaki morgda üst üste yığılmış hayvan ölülerinin yer aldığı yeni görüntü ortaya çıktı. Söz konusu iddia üzerine başlatılan soruşturma kapsamında Antalya Belediye Başkanı Danışmanı Nurettin Mert Batu ve bazı hayvanseverler, barınakta inceleme yapmış ve ardından da herhangi bir olumsuzluğa rastlanmadığı açıklanmıştı. Bu açıklamanın ardından barınaktaki hayvan morgunda çekildiği öne sürülen görüntü, tartışmayı alevlendirdi.

İnceleme yapılacağından haberdar edilen barınak yetkilileri, ölen ya da ölmek üzere olan hayvanları, morga kilitledi. İncelemeden iki gün sonra da sıcak havayla birlikte çürümeye başlayan hayvan ölüleri kokmaya başladı.

İnceleme öncesi ‘temizlik’

Morgun temiz olduğunu göstermek için hayvanseverlerin ziyaretine açıldığı 25 Ağustos Pazar gününden önce de hayvan ölüleri, belediye personelleriyle çıkartılarak, barınağın arkasındaki çukura gömüldü. Yeni yayınlanan görüntüde barınağın kapısını açan bir kişi, ağır kokudan ve hayvanların kurtlanmış olduğundan söz ediyor. Onlarca kedi ve köpek ölüsünün üst üste görülüyor. Antalya Candostları Koruma ve Sahiplendirme Derneği Başkanı Arife Yanık, inceleme öncesi yapılan temizliğin bir aldatmaca olduğunu, bunun da yeni görüntüyle ortaya çıktığını söyledi.

‘Kaç hayvan daha ölmeli?’

Yanık şunları söyledi: “Bizim komplo kurduğumuzu söyleyenler olmuştu. Bu video her şeyin ne kadar yapmacık ve gerçek dışı olduğunun kanıtıdır. Belediye üstün körü bir denetim yapmış ya da denetim ekibinin gözünden burası saklanmıştır. Belediye başkanının sorumlu kişileri görevden almak için daha kaç hayvan ölmesi gerekiyor? Hemen sorumluların görevden almasını istiyoruz yoksa tüm Antalya hayvan dostları ile eylemlere başlayacağız.”

İş dünyasından G7 liderlerine ‘sıfır karbon’ çağrısı

Dünyanın etkin şirketleri ve NGO’ları G7 Zirvesi için Fransa’da bulunan liderlere iklim değişikliği politikalarını güçlendirmek ve sıfır karbonlu ekonomiye dönüşümü hızlandırma çağrısı yaptı.

İklim değişikliğiyle mücadele konusunda, şirketler ve kar amacı gütmeyen kuruluşlarından (NGO) oluşan küresel bir koalisyon olan We Mean Business , dün G7 liderlerine ve hükümetlerine yönelik açık çağrıda bulundu. İklim değişikliği politikalarını güçlendirmek ve sıfır karbonlu ekonomiye dönüşümü hızlandırmak için çalışan koalisyon; iş dünyasının, Paris Anlaşması’nın hedeflerine ulaşmada gerekli olan dönüşümü hayata geçirmek için G7 hükümetlerinin liderliğini beklediğini ve G7 hükümetleriyle çalışmaya hazır olduğunu belirtti.

Küresel Ekonomi ve İklim Komisyonu’na göre, düşük karbon ekonomisine dönüşümün 2030 yılına kadar 26 trilyon ABD dolarlık ekonomik getiri ve 65 milyon yeni iş yaratma potansiyeli bulunuyor. We Mean Business Koalisyonu ortaklarının girişimleriyle de 19,3 trilyon ABD doları piyasa değeri olan ve küresel GSYİH’nın yüzde 25’ine denk gelen 980’den fazla şirket, iklim değişikliğiyle mücadele kapsamında 1550’den fazla taahhütte bulundu.

We Mean Business’ın açık çağrısında öne çıkan bazı talepler şöyle;

Küresel net sermayenin yüzde 60’ından fazlasını ve küresel GSYİH’nin yaklaşık yüzde 50’sini temsil eden G7 hükümetlerini, iklim değişikliği konusunda harekete geçme ve Paris Anlaşması’na olan bağlılıklarını teyit etmeye ve liderlik göstermeye davet ediyoruz.

  • 2050 yılına kadar sıfır emisyonlu bir ekonomi için adil dönüşümün yol haritasını belirleyin.
  • Belirlenen bu amaç doğrultusunda Ulusal Katkı Beyanlarını (Nationally Determined Contribution, NDC) ve 2030 yılı hedeflerini güçlendirin.
  • Sıfır emisyonlu ekonominin inşasında temeli oluşturan ekonomik sistemlerin dönüşümüne ışık tutmak amacıyla iş dünyasına bu ulusal planları ve hedefleri destekleyen sektörel hedefler ve politikalar sağlayın ve düzenleyici mevzuattaki belirsizlikleri ortadan kaldırın.

Talepler arasında ayrıca, yenilenebilir enerjinin payının artırılması, kömür finansmanının durdurulması, elektrikli araçlara yatırım ve adil dönüşüm gibi konular da yer alıyor.

Mektubun tamamı için tıklayın

Sanders’in Yeşil Yeni Düzen’i: Küçük bir azınlık için değil, çoğunluk için iklim planı

Yeşil Yeni Düzen tasarısında Bernie Sanders, cesur ve geniş çaplı bir planın yanı sıra, sadece gezegeni kurtarmak için değil adil ve eşit bir dünya için ihtiyacımız olan ahlaki öfkeyi de dile getiriyor.

ABD’nin Demokrat Parti Başkan aday adayı Bernie Sanders, ‘Yeşil Yeni Düzen’ tasarısını açıkladı. Tasarıyla ilgili Alyssa Battistoni ile Thea Riofrancos’un jacobinmag.com’da yayınlanan yazısını Medyaskop’tan İnan Temelkuran  çevirdi. Yazı şöyle:

“Bernie Sanders, Yeşil Yeni Düzen (YYD) platformunun lansmanını dün, geçen yaz yüksek sıcaklıklarla kavrulan Kaliforniya’nın kuzey ormanlarında açgözlü fosil yakıt şirketleriyle eyalet yönetiminin işbirliği sonucu eyalet tarihinin en ölümcül yangınının çıktığı Paradise şehrinde yaptı. Çıkan yangında 86 kişi ölmüş ve on binlerce ev yok olmuştu. Eyaletin devasa elektrik şirketi PG&E bu yangınlardan sorumlu tutulmuştu.

Aşırı ısınmadan dolayı buzullarının erimesi hızlanan Grönland’ın da içinde bulunduğu Kuzey Kutup Dairesi’nde iklim değişikliğinin tetiklediği yangınlar devam ediyor. Bu yangınlardan başka muhtemelen sığır sürülerine alan açmak için kasıtlı olarak kundaklanan Amazon Yağmur Ormanları da üç haftadır yanıyor.

Birbirlerinden binlerce kilometre uzakta da olsalar, bu yangınların hepsinin ortak bir noktası var: İster büyük tarım holdingleri, ister suç ortağı sağcı hükümetler veya çabuk para kazanmak için ısıyı tutan karbonu gökyüzüne püskürtmekten geri durmayan ve halka yalan söyleyen fosil yakıt şirketleri yöneticileri olsun, hepsi zengin ve güçlü insanlar.

Artık durum acil ve kimin suçlu olduğunun da ahlaken açıkça belirtilmesi gerekiyor. Bernie Sanders’ın konuya yaklaşımı bu iki noktada da gayet net. Hatta üzerine bir de internet dilinde. Her şey hakkında.

Bugüne kadar Bernie Sanders kendini “önce iklim” adayı olarak konumlandırmamıştı. O kulvar Washington Eyaleti Valisi Jay Inslee tarafından dolduruluyordu. Inslee diğer bütün adayları iklim politikalarını daha keskinleştirmeleri konusunda zorluyordu. Anketlerde yüzde 1in üzerine çıkamayınca çarşamba günü adaylık yarışından çekildi. Ancak Sanders’ın planı bir çok açıdan Inslee’nin planından daha kapsayıcı.

Aslında bunda şaşılacak bir şey yok çünkü iklim değişikliği bir çok sorun arasında herhangi sorun değil.  Kapitalistlerin kuzey Kaliforniya ormanlarından Kuzey Brezilya ormanlarına, hepimize yani dünyanın geri kalanına açtığı sınıf savaşının bir parçası. Dolayısıyla Alexandria Ocasio-Cortez’in şubat ayında sunduğu Yeşil Yeni Düzen yasa teklifinden Sanders’ın planına kadar büyük çapta bir eylemi içeren iddialı planların sosyalist soldan gelmesi bir tesadüf değil.

Ancak Bernie Sanders’ın vizyonunun daha agresif olduğunu not etmek gerekir. Planın zaman çizelgesi hem iklim bilimcilerin bulgularıyla uyumlu olarak daha hızlı hem de iklim adaleti hareketlerinin talepleriyle örtüşüyor. Plan 2030’a kadar enerji ve ulaşımın karbondan arındırılmasını ve 2050de tüm karbon salımının bitmesini öngörüyor. Hem kısa hem uzun vadede oldukça iddialı ancak mümkün görünen hedefler bunlar.

Plan cepheleşme anlamında da oldukça agresif: Sözü gevelemeden fosil yakıt endüstrisinin bu konuda en büyük suçlu olduğunu belirtip, sadece fosil yakıtların devre dışı kalmayacağını, iklim konusunda harekete geçilmesini geciktiren yöneticileri de sorumlu tutacağını söylüyor.

Özetle konu hakkındaki siyasi konuşmaların yönünü değiştirip, iklim siyaseti konularına sürekli dikkat çeken coşkulu sosyal hareketlerin şimdiye kadar yaptıklarını temel alan, isyankâr ve detaylı bir politik vizyon ortaya koyuyor. Ayrıca hem *Yeni Düzen’in pozitif yönlerinin -kamu yararına büyük devlet yatırımı- mirasına sahip çıkarken o planın dışında kalmış yerli halkları ve siyahları bu sefer açıkça planın merkezine koyarak onlara özel bir önem göstermeye dikkat ediyor.

Sanders’ın planı olması gerekenden bile daha iyi. Son aylarda YYD yasa teklifi ve Inslee’nin cesur önerileri sayesinde azıcık yükselse de iklim politikalarında çıta ne yazık ki oldukça alçak. Bu plan “çevre dostu işler” gibi yakından bilinen konularda yeni bir standart belirlemiş oldu. Sanders’ın yirmi milyon yeni iş yaratma teklifi Inslee’nin sekiz milyon yeni iş yaratma sözünün iki katından fazla. Ayrıca fosil yakıt endüstrisinde çalışanların başka bir işe adil bir geçiş yapabilmesi için maaş ve emeklilik garantisi vererek Obama döneminin “Yeni Mesleki Eğitim Programları” planının pabucunu da dama atıyor. Yenilenebilir tarım teknikleriyle, çevre adaleti konularında örgütlenmek isteyenlerin kılavuzu olan Demokratik Örgütlenme için Jemez İlkeleri gibi daha önce başkan adaylarının çok nadiren dokunduğu konulara da değiniyor.

Sanders sadece fosil yakıtların değil enerji sistemimizde özel kişilerin çıkarlarının oynadığu rolün de peşine düşüyor. Tıpkı Paris Anlaşması’nda olduğu gibi Alexandria Ocasio-Cortez ve Markey’in YYD yasa teklifindeki en büyük eksiklik fosil yakıt teriminin geçmemesiydi (teklifte sadece “sera etkisi yapan gazlar” ifadesi geçiyor).

Buna karşılık, Sanders’ın YYD planı fosil yakıt endüstrisinin gezegenin yok oluşundan kazanç elde etmesini net bir biçimde engelleyecek önlemleri de içeriyor. Sanders’ın planı petrol ve gaz ithalat ve ihracatını yasaklamayı, dağlarda madencilik ve hidrolik kırılma ile sondajı sona erdirmeyi, kamu arazilerinde sondaj izinlerini iptal etmeyi de içeriyor ki bu sadece Trump’ın yeni kamu arazilerini sondaja açmak gibi kötü niyetli çabalarından değil, Obama’nın yerli petrol üretimini artırma çabalarından da bir U dönüşü demek.

Fosil yakıt endüstrisinin aleyhine bir dalga var. Önemli adayların hepsi petrol ve gaz şirketlerinden para almamaya yemin ettiler. Ama Sanders ihtiyacımız olan ahlaki öfkeyi de içinde barındırıyor. Sadece petrol şirketlerinden para almamaya değil petrol şirketlerinin peşine düşüp gerçekleri gizledikleri için onlara karşı yargı yoluna da başvuracağına yemin ediyor. Tıpkı tütün şirketlerinin sigara içme ve akciğer kanseri arasındaki ilişkiyi bilmelerine rağmen ellerindeki bilgileri gizlemelerine karşı açılan davalar gibi. Kimse bu kıyamet tacirlerine karşı mücadelede Sanders’dan daha iyi bir mevziye sahip değil. Sanders’ın on yıllardır büyük şirketlerin iktidarına karşı mücadele ettiği bilinen bir gerçek. Ve YYD planının lansmanını yapmak için Paradise’dan daha iyi bir yer olamazdı.

Ancak Sanders fosil yakıt endüstrisi meselesinin ötesine geçerek yenilenebilir enerjileri engelleyip kirli yakıtları destekleyen, bunu yaparken de özel şirketlerle işbirliği yapan kamu kurumlarını da hedef alıyor. Sanders’ın planı Yeni Düzen’in Tennessee Vadisi planını örnek alarak, temiz enerji üretimini ve dağıtımını kamuya ait yeni kurumlar aracılığıyla yapmayı da içeriyor. Plan, belediyeler ve kooperatifler aracılığıyla demokratik yönetimli ve kamuya ait tesislerin kurulmasını teşvik ediyor. Yerel halklara finansal destek sağlamak suretiyle kurulacak tesisler, özel elektrik şirketlerinin elinden bu gücü almak ve iktidarı halka devretmek de bu plan dahilinde.

İklim adaleti grupları ve eko-sosyalistler enerjinin bir kamu malı olarak kabul edilmesi konusunda uzun zamandır benzer vizyonlar ortaya koyuyorlardı. Favori adaylardan birinin platformunda yer alıyor olmaları çağımızın dikkat çeken gelişmelerinden biri kuşkusuz.

Ayrıca Sanders’ın YYD’si, ABD’nin dünyadaki rolü ve iklimle ilgili küresel işbirliğinin nasıl olması gerektiği ile ilgili de oldukça umut verici. YYD’yi ABD’nin hâkimiyetini pekiştirmekten, ABD ordusunu yeşil bir orduya dönüştürmekten ve hatta ABD’yi iklim değişikliği konusunda ahlaken lider pozisyonuna getirmekten ziyade -ki ABD bu konuda hızla başarısız oldu- plan, ABD’nin yüz yıldan fazladır dünyadaki ekonomik hâkimiyeti için atmosferi karbon salımlarıyla kirlettiğini kabul eden ve bu yüzden kendi payına düşen salımı azaltmayı da görev bilen bir anlayışa sahip.

Sanders 2030’a kadar ülke içindeki karbon salımını en az yüzde 71, endüstrisi az gelişmiş ülkelerde yüzde 36 oranında düşürmeyi öngörüyor. Bu da toplamda yüzde 161 oranında ülke içindeki salımların azalmasına denk geliyor.

Bunu başarmak için, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nden doğan ve dünyanın her yerinden temsilciler tarafından yönetilen Yeşil İklim Fonu’na 200 milyar dolar bağışlama sözü veriyor. Bir karşılaştırma yapmak gerekirse, Obama 3 milyar dolarlık bağış sözü vermişti.

Sanders ayrıca iklim meselesinin Amerikan diplomasisinin merkezinde yer alması çağrısı da yapıyor ve sadece devletlerle değil aynı fikirde olan siyasi partilerle ve sosyal hareketlerle de ilişki kurulmasından yana. “Dünyadaki tüm insanlarla, Rusya’yla, Hindistan’la, Çin’le, Japonya’yla, Brezilya’yla bu meselede beraber olduğumuzu kabul etmeliyiz.’ Tahrip edici silahlara yılda 1.5 trilyon dolar harcamaktansa, Sanders küresel liderleri bir araya getirip önceliğimizi hepimizin ortak düşmanı olan iklim değişikliğine vermeye çağıracak.

Sanders fosil yakıt kapitalizmi ile militarizmin derin bağlantısını ve ikisinin de dağıtılması gerektiğini anlıyor. Zaten, YYD için gerekli fonun önemli bir kısmı da (1.215 trilyon dolar) petrol kaynaklarının korunması için yapılan askeri harcamaların azaltılması yoluyla sağlanacak

İklim politikalarında herhangi bir değişikliğin meclisten geçmesi için Amerikan demokrasisinde parlamento tıkanıklığının (filibustering) kaldırılması gibi yapısal reformların yapılması gerektiğini biliyoruz. Tabii ki siyasetçiler bütün bunların gerçekçi olmadığını söyleyerek homurdanıyorlar. Biz de gerçekçi olalım: Hiçbir ciddi iklim siyaseti halkın büyük desteğini almadan hayata geçemez.

Sanders’ın Paradise’daki beyanı YYD’yi doğrudan halka götürecek yolun başlangıcıdır. Zira iklim değişikliği sadece karar alıcıları ilgilendiren bir mesele değildir; Sanders YYD’si emeklilik meselesinde kandırılmış kömür madencileri, su kaynaklarını koruyan Amerikan yerlileri, çevresel ırkçılığın kirli yükü altında ezilen mahalleler ve yükselen deniz seviyeleriyle yüzleşecek sahillerde yaşayan insanlar içindir. Küçük bir azınlık için değil çoğunluk içindir. Oval Ofis’ten sokaklara her yerde savunulması gereken bir iklim planıdır. “

Dünyanın gözü Amazonlarda: İki günde bin 663 yangın

Amazon yağmur ormanlarını yok eden yangınlar silsilesi, dünyanın gözünün buraya çevrilmesine neden oldu. Pek çok yerde Amazonları tarıma açan Bolsonaro’ya karşı protesto gösterileri yapılırken, konu G7 Zirvesi’nin de gündeminde.

Brezilya’nın kuzeyindeki Amazon ormanları yangınlarına her geçen gün yenileri ekleniyor. Brezilya Uzay Araştırmaları Enstitüsü (INPE), perşembe ve cuma günü boyunca bin 663 yeni yangının başladığını duyurdu. INPE’nin açıklaması, Devlet Başkanı Jair Bolsonaro’nun Amazon ormanları yangınlarını söndürmeye yardım etmek amaçlı orduya yetki veren kararnameyi çıkarmasının ardından geldi.

Resmi rakamlara göre, Brezilya’da 2019 yılının başından bu yana, 78 bin 383 orman yangını çıktı. Bu rakam 2013 yılından itibaren rekor seviyeye ulaştı.

Amazon yangınlarına ve Bolsonaro hükümetine tepki gösteren binlerce kişi, Avrupa ve dünyanın birçok yerinde cuma günü protestolar düzenledi.

G7’den uyarı

Fransa’nın Biarritz kentinde başlayan G7 Zirvesi’nde buluşan Avrupalı liderler de yangınları “uluslararası kriz” maddesi olarak görüşüyor. Avrupa Birliği Konseyi Başkanı Donald Tusk, G7 Zirvesi’nde yaptığı açıklamada, “Brezilya Amazon ormanları yangınlarını söndürmede başarısız olduğu sürece Avrupa devletlerinin Latin Amerika ülkeleriyle Mercosur Serbest Ticaret Anlaşması’nı onaylaması mümkün değil” dedi. Tusk ayrıca, “gezegenin akciğerleri” olan Amazon ormanlarının iklim kriziyle mücadeledeki rolünün önemine de değindi.

Emniyet istedi, kaymakam ‘genel ahlak’ı korudu: Queer Olympix’e yasak

Queer Olympix, ikinci gününde ‘genel ahlakın korunması ve kamu düzeni’ gerekçeleriyle engellendi.

Bu yıl üçüncüsü düzenlenen Queer Olympix ikinci gününde yasaklandı. Kadıköy Kaymakamlığı, İlçe Emniyet Müdürlüğü’nün talebi üzerine Queer Olympix’in Kalamış’ta yapılacak bölümlerine izin vermedi.

İlçe Emniyet Müdürlüğü’nün dilekçesinde “kamu düzeni, suç işlenmesini önlemek, genel sağlığın ve genel ahlakın korunması” ifadeleriyle etkinliğin yasaklamasını talep etti. Etkinliği düzenleyen Atletik Dildoa yasağa ilişkin şu açıklamayı yaptı: “24-25 Ağustos tarihlerinde Kalamış Parkı’nda gerçekleşmeyi planladığımız Queer Olympix etkinliğimizin ‘’…toplumsal duyarlılıklar nedeniyle oluşabilecek provokasyonlara karşı tedbir amaçlı; 2911 Sayılı yasanın 17. Maddesine istinaden ‘Kamu düzeni, suç işlenmesini önlemek, genel sağlığın ve genel ahlakın korunması’ gerekçesi ile’’ Kadıköy Kaymakamlığı tarafından yasaklandığı bu sabah alana gittiğimizde tarafımıza bildirildi.”

Kaos GL’nin haberine göre, kaymakamlığın bu yasaklama kararını değerlendiren Avukat Hayriye Kara şunları söyledi: “Etkinliği düzenleyenler bu karardan bu sabah, TOMA eşliğinden gelen polisi tebligatı ile haberdar oluyor. Düzenleyenlerin bize ulaşması ile biz de haberdar olduk ve ortada çok ciddi hukuksuzluklar silsilesi var. Cumartesi ve Pazar günü yapılacak bir etkinliği Cumartesi sabahı apar topar yasaklamak, en doğal hak olan karara itiraz edebilme ve yürütmeyi durdurma kararı alabilme şansını ellerinden alıyor. Spor etkinliklerinin yapılacağı bir olimpiyatta bildirme zorunluluğu diye bir şeyden bahsedilemez. Bu etkinlikler, daha önceden belirlenen bir alanda yapılacak spor karşılaşmaları ve atölyeleridir. Düzenleyiciler LGBTİ+’lar olduğu, queer bir spor karşılaşması olduğu için sanki izin alınması gerekiyormuş gibi bir algı yaratılıyor. Oysa kanun gereği böyle bir zorunluluk yok.”

CHP’den görevden alınan başkanlara destek ziyareti

CHP’den dört kişilik heyet Mardin’in ve Diyarbakır’ın görevden alınan Büyükşehir Belediye Eş Başkanlarını ziyaret etti: Sandığın gaspına direnmek herkesin boynunun borcudur.

CHP İstanbul Milletvekili ve parti meclisi üyesi Dr. Ali Şeker, parti meclisi üyesi İlhan Cihaner, İstanbul İl Başkan Yardımcısı Murat Akbaş ve CHP’li Mahmut Duyan ile birlikte görevden alınan Mardin Büyükşehir Belediye Eş Başkanı Ahmet Türk‘ü ziyaret etti. Görüşmenin ardından heyet, Diyarbakır’da Büyükşehir Belediyesi Eş Başkanı Selçuk Mızraklı ile bir araya geldi. İki görüşmede de ortak açıklamalar yapıldı.

Mardin’de yapılan görüşmede konuşan Ahmet Türk, “İnanıyorum ki demokrasinin güçlü hale gelmesi için hepimiz payımıza düşenin ne olduğunun bilincindeyiz.Gelecekle ilgili demokratik bir Türkiye için daha güçlü bir ortak akıl ortaya koyarak gerçekleştireceğimize inanıyorum. Bugün CHP heyetinin buraya gelmesi bizim için çok değerlidir. Kendilerine çok teşekkür ediyorum” dedi.

‘Kayyım, seçme ve seçilme hakkının gaspıdır’

CHP’li Şeker de “Bizim için seçimle gelenler seçimle gitmedikçe Mardin’in belediye başkanı Sayın Ahmet Türk’tür. Kayyım atamaları, seçme ve seçilme hakkının gaspıdır. Böyle bir utancı yaşatmaya kimsenin hakkı yok” dedi. Dayanışmak için Türk ve Mızraklı’yı ziyaret ettikleri anlatan Şeker,  Kürt sorununu barış içerisinde çözülmesi gerektiğine işaret etti; ”Usulen dava açarak belediye başkanlarını görevden alamazlar. Bu haliyle bile görevden alınma olsaydı bile, başkanın yerine meclis içerisinde birinin göreve gelmesi gerekmektedir. Sandığın gaspı karşısında direnmek herkesin boynunun borcudur” ifadelerini kullandı.

Cihaner de kayyımların atanması için seçimin hemen ardından yapılan yazışmalardan görüldüğü üzere, görevden almaların baştan planlanmış bir tuzak olduğunu belirterek,  “Yargıdan çıkacak kararı bile beklemeden bunun yapılmasının amacı belediyelere çökmektir. Bunun sonuçları çok ağır olacaktır. Bu hukuk dışı uygulamaya son verilmesini umuyoruz” dedi.

CHP Heyeti, daha sonra Diyarbakır’a geçerek Diyarbakır Büyükşehir Belediye Eş Başkanlarını ziyaret etti. Ziyareti sosyal medya hesabından canlı yayında paylaşan Mızraklı şunları söyledi: ” Bu ziyaret çok güzel bir dayanışma örneği. Seçilmişlere dönük böyle bir gaspın karşısında, sivil darbenin karşısında hukuk değerlerine inanların yanyana durması hepimiz açısından çok önemli. Geçmişte nasıl ki İstanbul’da seçmen iradesin yoksayılmasına karşı gelişen demokratik bir tutum izlendi ise, burada da karşı duruşu, birleşerek aşabiliriz. Nerede bir hak gaspı varsa güçlü bir karşı duruşla beraber aşabiliriz.“

Van’da Meclis üyeleri de görevden alındı

Gerekçe; haklarında soruşturma bulunması.

İçişleri Bakanlığı’nın kararıyla Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na kayyım atanan Van’da, Tuşba Belediye Meclis Üyesi Ercan Yılboğa, Edremit Belediye Meclis üyeleri Savaş Engu, Sevinç Şeker ve Atiye Şen ile Çaldıran Belediye Meclis üyeleri Necmettin Şahin, Pınar Demir, Hülya Darak ve Mehmet Sıddık Moraner görevlerinden alındı. Belediye meclis üyeleri hakkında soruşturma bulunması görevden alma kararlarına gerekçe olarak gösterildi.

Van Büyükşehir Belediyesi Eş Başkanı Bedia Özgökçe Ertan 19 Ağustos’ta görevden alınarak yerine Van Valisi Mehmet Emin Bilmez kayyım olarak atanmıştı.

Sosyal medyada İstanbul Sözleşmesi kampanyası

Kadın örgütleri, başta Emine Bulut cinayeti olmak üzere, her geçen gün bir kadının canını alan şiddete karşı sosyal medyada kampanya başlattı. Türkiye’nin 2011’de ilk imzacısı olduğu İstanbul Sözleşmesi, son dönemde iktidar medyası, sivil toplum örgütleri ve bizzat Erdoğan tarafından tartışmaya açılmıştı.

Emine Bulut‘un eski kocası Fedai Varan tarafından öldürülmesi tüm ülkede büyük tepki yarattı. Sosyal medyasatda kadın hakları örgütleri,  #İstanbulSözleşmesiYaşatır etiketiyle kampanya başlattı. Türkiye’nin 2011 yılında kabul edip ilk imzacısı olduğu  ‘İstanbul Sözleşmesi’ olarak anılan Kadına Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi’nin eksiksiz uygulanması için her kesimden kadından çağrı var.

Sözleşme, son dönemde özellikle de kadınların nafaka hakkının sınırlandırılması tartışmaları sırasında, iktidar yanlısı sivil toplum örgütleri ve medya gruplarınca “Türk aile yapısına zarar verdiği” gerekçesiyle tartışma konusu edilmiş; Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da ‘gözden geçirilebileceğini’ söylemişti.

 

 

Türkiye ilk imzacı ama…

11 Mayıs 2011’de İstanbul’da imzaya açıldığı için ‘İstanbul Sözleşmesi’ ismiyle anılan “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi“ni imzalayan ilk ülke Türkiye oldu. 1 Ağustos 2014’te yürürlüğe giren Sözleşme, kadına yönelik şiddet ve ayrımcılıkla ilgili üretilen en kapsayıcı belgelerden biri. Kadına yönelik şiddeti önlemede meseleyi, önleyici ve koruyucu tedbirler bağlamında bütüncül bir yaklaşımla ele alan sözleşme, Türkiye açısından da önemli. Çünkü Türkiye Sözleşme’yi hem ilk imzalayan hem de Meclisinde ilk onaylayan ülke. Ancak son beş yıla bakıldığında Sözleşme’nin uygulanması ve bu yükümlülüklerin sağlanması açısından yeterli adım atılmadı. Sözleşmenin ilk imzalandığı dönemde sözleşmeye uygun yapılan tek şey 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesi Yasası’ndaki değişiklikler oldu. Kadın örgütlerinin ısrarı ile 4-5 maddelik bir yasa iken 25 maddeye çıkarılan yasa; yapısı, önleyici ve koruyucu tedbirler bağlamında İstanbul Sözleşmesi’yle aynı olmasa da paralellik taşıyor. Ancak sözleşmenin yükümlülükleri bağlamında bugüne kadar herhangi bir somut adım atmadı

İstanbul Sözleşmesi psikolojik şiddet, ısrarlı takip, fiziksel şiddet, tecavüz, zorla evlendirme, kadın sünneti, kürtaja zorlama, zorla kısırlaştırma, tecavüz ve taciz dahil cinsel şiddet olmak üzere kadına yönelik şiddetin tüm türlerini içeriyor.

  • Sözleşme çerçevesinde ev içi şiddet, aynı evde yaşıyor olsun ya da olmasın mevcut ya da eski eş ya da partnerler arasında yaşanan her türlü şiddet edimini içerecek şekilde anlaşılır. Dolayısıyla “aile” olmayı, evlilik birliği içinde bulunmayı ya da aynı evi paylaşıyor ya da paylaşmış bulunmayı gerektirmez. Sözleşmenin getirdiği yükümlülükler silahlı çatışma durumlarında bile geçerliliğini korur ve Taraf Devletlerin bunu garanti altına alması gerekir.
  • Kadınların güçlendirilmesi yolu dahil, kadın ile erkek arasındaki temel eşitliği teşvik eder.
  • Taraf devletlerin yetkililerine, görevlilerine, kurum ve kuruluşlarına kadına yönelik şiddetle mücadele yükümlülüklerine uygun davranmalarını sağlamaları, cinsiyete duyarlı politikalar geliştirmeleri, şiddeti önlemede ve mücadelede bütüncül politikaların uygulanması,
  • Kadına yönelik şiddetle mücadele alanında faaliyet gösteren sivil toplum örgütleriyle etkin iş birliği tesisi, özel sektör ve medyanın kadına yönelik şiddetin önlenmesi amacıyla politika hazırlamalarını teşvik etmeyi,
  • Şiddet eylemlerinin tekrarlanmasından korumak amacıyla gerekli hukuki ve diğer tedbirleri almayı, şiddete maruz kalanın şiddet gösterenden tazminat talep etmesini sağlamak üzere hukuki tedbirleri almayı şart koşuyordu.
  • Sözleşmenin en önemli özelliklerinden biri de, bir denetim mekanizması getirmesiydi. Çünkü denetim mekanizması işin takibi açısından mühimdi. Taraf ülkelerin temsilcilerinden oluşan denetim komitesi yani “GREVIO” adı verilen birim, sözleşmenin etkili bir şekilde uygulanmasını izleyecek, raporlar hazırlayacak, taraf devletin rızası ile soruşturma ve gerekirse onun toprağına ziyaret edecekti.

Karşı çıkanlar ne diyor?

Özellikle son dönemde bazı kurum, kuruluş ve yazarlar İstanbul Sözleşmesi’nin geri çekilmesi çağrıları yapıyordu. ‘Change.org’ internet sitesinde de Türkiye’nin sözleşmeden çekilmesi için imza kampanyası başlatılmıştı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu sözleşme için “Bizim için ölçü değildir. İstanbul Sözleşmesi nas değildir” dediği iddia edilmişti. Hüda-Par da konuyla ilgili yayımladığı bir açıklamada, “İstanbul Sözleşmesi, detaylı olarak incelendiğinde toplumun temel dinamiklerini tahrip eden bir yapıya sahip olduğu rahatlıkla görülecektir” demişti.

Milli Gazete yazarı Şakir Tarım, “Yıkım Projesi: İstanbul Sözleşmesi” isimli yazısında, sözleşmeyi “Türkiye’nin bekasına yönelmiş en büyük tehdit” olarak yorumlamış ve sözleşmenin vakit geçirilmeden yürürlükten kaldırılmasını istemişti. Yeni Akit yazarı Ali Erkan Kavaklı ise, “Aile kadın ve erkeğin birlikte yürütebileceği kurumdur. Erkeği evden uzaklaştırarak aileyi yaşatma imkanı yok. İthal kanunlarla aile yaşatılamaz. Sözleşme iptal edilmeli. Kendi dinimizi, inançlarımızı, örf ve adetlerimizi esas alan adaleti sağlayacak ve aileyi yaşatacak düzenleme yapılmalı” diye yazmıştı.