Ana Sayfa Blog Sayfa 1922

Türkiye’de ilk aşı denendi, bazı gönüllülere ‘boş aşı’ yapılacak

Çin‘de üretilen koronavirüs aşısının faz 3 çalışmalarına dahil edilen Türkiye’de aşının ilk gönüllü uygulaması dün Hacettepe Tıp Fakültesi’nde üç sağlık çalışanına uygulandı.

Fakültede klinik çalışmasını yürüten Prof. Dr. Murat Akova, “Aşı çalışmalarını şöyle yapacağız, 13 bin kişiyi hedefliyoruz Türkiye’de nihai olarak. İlk aşamada 1200 kişi hastalık açısından ön planda ve riskli olan sağlık personeli olacak. Bunu da ikiye böleceğiz ve yarısına boş aşı yarısına da yine Covid-19 aşısını yapacağız ki aşının etkili olup olmadığını görelim” dedi

Buna göre, gönüllülerin ikisine gerçek aşı, birine boş aşı (plasebo) yapılacak. Aşı yapılanlarda hastalık görülmezse boş aşı yapılanlara da tavsiye edilecek.

Aşı denemesiyle ilgili düzenlenen basın toplantısında konuşan Bilim Kurulu Üyesi Prof. Serhat Ünal şöyle konuştu:

“İsteği olan aşılardan iki tanesi, Türkiye’ye ‘Faz 3 çalışmalarında destek olur musunuz’ diye müracaatta bulundu. Faz 3 denince acaba kötü bir şey mi gibi, ‘bizim insanımızı kullanıyorlar’ gibi kavramlar geliyor. Bunlar gönüllü bazında ve kurallarına göre yapılmak kaydıyla, aynı anda Almanya’da, Brezilya’da, İngiltere’de, ABD’de, Şili’de, Endonezya’da çalışılırken, o ülkelerin kabul ettiği evrensel kurallar çerçevesinde her türlü tedbir alınarak yapılmaktadır. Orada yapılanlardan farkı olamaz.

25 merkez belirlendi. Tüm hazırlıklar tamamlandıktan sonra da Hacettepe ilk oldu. Kademe kademe 25 merkezde yapılacak. Ülke çapında Faz 3 çalışması gerçekleştirilecek. Bu bitince başka aşı gelecek. Üç aydan daha fazla zamandır bu işe hazırlanıyoruz. . Hacettepe sağlık açısından önde olan bir üniversitedir. Enstitümüzde geliştirilen bir yerli aşımız vardır. Hayvan çalışması aşamasındadır.”

Ünal aşının koruyuculuk süresiyle ilgili bir soruya da şu yanıtı verdi: 

“Kötü senaryoda üç-dört ay… Hatta altı aya kadar. İyi senaryoda üç-dört yıl koruyabilecek aşıdan bahsediyoruz. Altı ay bile korusa, bir kere zinciri kırarsanız, pandemiyi durdurma şansınız olacak.”

Kime boş aşı yapıldığını yapan da bilmeyecek 

Bilim Akademisi Üyesi Prof. Dr. Murat Akova ise deneme ile ilgili olarak şu bilgileri verdi:

Toplamda Türkiye’de 13 bin kişiyi hedefliyoruz. 13 bin kişinin ilk aşamada 1200 kişisi, hastalık  açısından ön planda ve en riskli gruptaki sağlık personelleri olacak. Grubu ikiye böleceğiz. Tırnak içinde söylüyorum ‘kör ya da maskelenmiş’ olarak yapılacak. Ne aşıyı uygulayacak bizler ne de aşının uygulandığı gönüllüler bunu bilmeyecekler. Bu grubun yarısına aşı, yarısına boş aşı yani plasebo vereceğiz.

1200 kişilik sağlık grubunu aşılarken diğer gönüllülere de aşı yapacağız. Gönüllülerde 2 kişiye aşı, bir kişiye plasebo verilecek. Boş aşı yapılan gönüllülerde belli sayıda hastalık ortaya çıkacak olursa, bizden ayrı denetleme kurulumuz var. Onlar bu hastalık ortaya çıkan grupta kimse aşı yapılmış kime boş aşı yapılmış ona bakacaklar. Eğer aşı yapılan grupta hastalık görülmemişse, o zaman geri dönüp boş aşı alanlara ‘size de aşı öneriyoruz, aşı etkili oldu’ diye, onlara da aşıyı yapacağız.”

KKTC’de koronavirüs kurallarına uymayanlara hapis cezası geliyor

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde (KKTC) koronavirüs (Covid-19) önlemlerine uymayan kişilere bir yıl hapis cezası verileceği duyuruldu.

Adada son dönemlerde artan koronavirüs vakalarındaki, yeni tedbirleri de beraberinde getirdi. Cumhuriyet Meclisi‘nin bugünkü oturumunda  önlemler kapsamında “Bulaşıcı Hastalıklar Yasa Önerisi‘ görüşüldü. Buna göre, kurallara uymayanlara bir yıl hapis cezası öngören yasa tasarısı kabul edildi. Tasarıya göre maske ve sosyal mesafe kurallarına uymayanlara da 300 lira para cezası verilecek. 

15 bin TL’ye varan ceza

KKTC’de Sağlık Bakanlığı tarafından imzalattırılan taahütname ve karantina kurallarına uymayanlara 15 bin liralık para veya bir yıl hapis cezası verilebilecek. Mahkeme uygun bulursa iki cezayı da aynı anda uygulayabilecek. Ülkede koronavirüs kurallarına uymayan işletmelere ise 18 bin lira para cezası verilecek. Kurallara uymamaya devam eden işletmeler kapatılacak. Para cezasını 30 gün içerisinde ödemeyenler ise bir yıl hapis cezasına çarptırılabilecek. 

Bu yılki teması ‘Herkes için sıfır emisyonlu hareketlilik’ olan Avrupa Hareketlilik Haftası başladı

Avrupa Hareketlilik Haftası (AHH) her yıl olduğu gibi bu yıl da dünyanın dört bir köşesinde 16-22 Eylül 2020 günlerinde kutlanıyor. Bu yılki teması ise “Herkes için sıfır emisyonlu hareketlilik”.

Türkiye Belediyeler Birliği‘nin (TBB) aktif olarak üstlendiği ulusal koordinasyon rolu sayesinde 2002’den bu yana düzenlenmekte olan Avrupa Hareketlilik Haftası, Türkiye’nin dört bir köşesinden büyük ilgi toplamaya devam ediyor.

2018’de düzenlenen etkinliklerde 26, 2019’da ise 64 belediye yer aldı. Bu yıl ise 340’tan fazla belediye, Hareketlilik Haftası‘na aktivitelerle katılacağını duyurmuş bulunuyor.

Berger: Türkiye’de muazzam potansiyel var

Avrupa Birliği adına yaptığı konuşmada AB Türkiye Delegasyonu Başkanı Büyükelçi Christian Berger “Türkiye, kentlerde salınan hareketliliğe geçiş büyük bir tasarruf. Sürdürülebilir hareketlilik sayesinde, AB ekonomisinin sağlık ve zamandan kazançda yılda 300 milyar Avrodan fazla tasarruf ettiği tahmin ediliyor. Türkiye’de muazzam bir potansiyel var” ifadelerini kullandı.

Bu doğrultuda atılacak birçok adımın bulunduğunu belirten Berger “Kişi başına düşen bisiklet sayısı arttırılabilir ve bisiklet kullanımı pek çok kentte teşvik edilebilir. Avrupa Hareketlilik Haftamız, belediyelerin hareketlilik planlarını daha iyi uygulamada yardımcı olmakta ve çok güzel sonuçlara vesile olmaktadır. Kentlilerce uygulanacak emisyon odaklı hareketlerden yana bir hareketlenme bir parçası haline getirerek şehirlerimizi geleceğe dönük olarak daha iyi bir şekilde koruyabiliriz” dedi.

Bisikletçiler Sarıyer’de buluştu

Belediyelerin çevre ve insan dostu ulaşım planlarının tanıtılması ve yurttaşların sıfır emisyonlu hareketliliğe özendirilmesi için 16-22 Eylül 2020 günlerinde çeşitli etkinlikler düzenlenecek.

AHH’nin açılışı için yedi tepeli şehir İstanbul’un yedi farklı noktasından gün doğumu ile yola çıkan 23 bisikletçi, intermodal adı verilen entegre ulaşım sistemlerini kullanarak Sarıyer’de buluştu.

“Harekete Geçenler” adlı topluluk projesinin bu ilk faaliyetine katılan bisikletçiler aynı zamanda topluluğun da ilk üyeleriydi.

Balıkesir’de bisiklet turu

Türkiye’nin dört bir yanından belediyeler de AHH kapsamında çeşitli etkinlikler düzenledi. AHH’nin ilk gününde Balıkesir’de bisiklet turu düzenlendi.

Çorlu Belediyesi’nde çalışanlar işe bisikletle gitti

Tekirdağ’a bağlı Çorlu Belediyesi’nde de hareketlilik haftası kapsamında çeşitli etkinlikler düzenleniyor. Haftanın ilk gününde belediye çalışanları işe bisiklet ile giderek farkındalık yaratmayı amaçladı.

Günün ilerleyen saatlerinde de sosyal mesafe kuralları gözetilerek parklarda halka açık egzersiz atölyeleri düzenlendi.

Şahin: Alternatif ulaşım projelerini değerlendiriyoruz

Avrupa Hareketlilik Haftası‘nın tanıtım koordinatörlüğünü üstlenen Türkiye Belediyeler Birliği (TBB), AHH insiyatifinin takibi ve AHH yapan etkinliklere katılımın desteklenmesi anlamında çok önemli bir rol üstleniyor.

TBB Başkanı Fatma Şahin yaptığı konuşmada“AHH kapsamında her yıl düzenlediğimiz yarışma ile belediyelerimizin karbon salımı düşük ulaşım alternatifleri için projelerini değerlendiriyoruz. Yarışmanın bu yılki konusu ‘Bisikletli Ulaşım Fikir ve Proje Uygulama’ olarak belirlendi” dedi.

Şahin konuşmasına “İl ve ilçe belediyelerin yoğun ilgi gösterdiği yarışma ile kent içi ulaşımda bisiklete erişilebilirliğin yaygınlaştırılması hedeflendi. Bu amaca hizmet eden ve sürdürülebilir hareketliliği artıracak yatırımlar içeren projelere destek veriyoruz” sözleriyle devam etti.

Avrupa Hareketlilik Haftası nedir?

Bir Avrupa girişimi olan AHH, sipariş edebilme hareketliliği ve plan artırarak ulaşımı günlük yaşamın bir parçası haline getirmeyi hedefliyor.

İzlediği intermodal yaklaşım, motorlu bireysel araç kullanımının azaltılmasından geçiyor. Öğrencilerin farkındalıklarını artırarak yurttaşların alternatif ulaşım yöntemlerini kullanmasını özendirmeyi amaçlıyor.

TBMM Kürt işçiler sorusunu ‘kaba ve yaralayıcı’ buldu

HDP İstanbul Milletvekili Ali Kenanoğlu‘nun Kürt işçilerin Yozgat’tan kovulması ile ilgili sorular, TBMM Başkanlığı’nca ‘kaba ve yaralayıcı’ bulunarak iade edildi.

Mardin’den, Yozgat’ın Çekerek ilçesine orman işçisi olarak çalışmaya giden Kürt aileler, izin alarak hazine arazisine çadır kurmalarına rağmen, yörede yaşayan 18 köy muhtarının ayakbastı parası istemesi sonrası yaşanan tartışma ve saldırılar sonrasında, kaymakamlığın ‘can güvenliğinizi sağlayamayız’ denilerek kenti terk etmek zorunda kalmıştı.

Konu, Kenanoğlu’nun, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu‘nun yanıtlaması istemiyle verdiği soru önergesiyle Meclis’e taşındı. HDP’li vekil, önergesinde yer alan sorulardan kendisine “iade edilenleri” şöyle sıraladı:

  • Yıllardır, Kürt illerinden batı illerine, Çukurova’ya, Karadeniz’e mevsimlik işçi olarak çalışmaya giden işçilere böyle ırkçı saldırıların yapılması ve yaygınlaşması karşısında bir çözüm öneriniz var mıdır?
  • Bir ilden başka bir ile giden işçilerin can güvenliğinin sağlanamaması devletin bir acziyeti değil midir?
  • Kardeşlikten eşitlikten söz edenler, kendi vatandaşını koruyamıyorsa burada bir sorun yok mudur?
  • Bu olayın tersi yaşansaydı; Yozgat’tan Mardin’e çalışmaya giden işçilerin başına böyle bir olay gelseydi, devlet yetkilileri aynı tepkisizliği, aynı sessizliği koruyacaklar mıydı?
  • Vatandaşının güvenliğinin dahi sağlayamayan bir yerde devlet otoritesi sorgulanmaya başlamaz mı?”

Ali Kenanoğlu, TBMM Başkanlığı’ndan kendisine verilen yanıtta, ancak bu soruların düzeltilmesi veya çıkarılması halinde işleme alınabileceğinin belirtildiğini söyledi.

TBMM Başkanlığı Kanunlar ve Kararlar Başkanlığı’nın iade yazısı şöyle:

 

Diktatörlük sendromu – Barış Özkul

Ala El-Aswani, Mısır’ın önemli yazarlarından biri. Batı’da, daha çok edebiyat yapıtlarıyla, özellikle ikinci romanı Chicago ile tanınıyor. Arap dünyasında ve Türkiye’de ise esas olarak Yakupyan Apartmanı romanıyla tanınıyor. Aswani ayrıca 2000’lerin ortasında Mübarek‘e karşı serbest seçimler, temiz toplum, demokrasi talep eden Kefaya partisinin kurucularından. Bu, Mübarek’e karşı muhalefette İslâmcı olmayan en önemli siyasal hareketlerden biri idi. 2011’de Tahrir ayaklanması sırasında da Aswani ön saflarda idi. Şimdi kitapları Mısır’da yasak. Ama Aswani hem Mısır hem de Ortadoğu’daki siyasi gelişmeleri yakından izlemeye ve bu coğrafyada baş gösteren diktatörlük semptomları üzerine düşünmeye devam ediyor.

Aswani’nin büyük bölümünü Mısır’da yazıp çantasında diş macunu ile tıraş kremi arasına saklayarak ülkeden çıkarttığı Diktatörlük Sendromu, 2019’da İngilizceye çevrildi.[1]  Aswani bu kitabında diktatörlüğü halkları pençesine alan bir hastalık olarak teşhis ettikten sonra diktatörlüğün semptomlarını bir bir tetkik ediyor: Tetkik büyük ölçüde, Ortadoğu ve Afrika ile, gelişkin bir demokrasi geleneği oluşturamamış toplumlarla sınırlı. Türkiye, Almanya, İtalya gibi demokrasiden diktatörlüğe geçiş örnekleri Aswani’nin radarına girmiyor. Buna rağmen saptadığı semptomlar 2020 Türkiye’si ile kimi benzerlikler taşıyor. Üç semptom üzerinden bu benzerliklerden söz edebiliriz.

Semptomlar

Diktatörlüğün ilk semptomu “iyi vatandaş”ın ortaya çıkışı. Diktatörün toplumda yarattığı korku bariyerinin doğallaşması sonucu suya sabuna dokunmayan “iyi vatandaş” tipi gitgide yaygınlaşıyor. İyi vatandaş tüm hayatı işi ve ailesinden ibaret olan, korkak ve sıradan insan. Siyasî değişimin doğurabileceği belirsizliğe karşılık o daima “istikrar”ı tercih ediyor. Çevresindeki haksızlık ve adaletsizliğe rağmen kendi hayatının normal akışında devam etmesini istiyor. Sarsılmaz kronik itaatiyle varolurken ülkede yapılan her şeyin diktatörün kontrolünde olduğunu, herhangi bir şeyi değiştirmeye kalktığında kendisi ve ailesinin başına büyük felaketler geleceğini biliyor – cezaevi, işkence, hatta ölüm. Bu yüzden kendi güvenli mikro-kozmosunda şüphe çekmeden yaşamayı tercih ediyor. Çocuğunu kazançlı bir işe sokabildiğinde mutlu oluyor. Yeni bir anayasa talebinden ziyade cinsel gücü arttırıcı yeni bir ilacın piyasaya sürülmesi onu heyecanlandırıyor. Gerektiğinde diktatörün zulmüne ortak olabiliyor.

İyi vatandaş akıllı birisinin demokrasi ve özgürlük gibi içeriği belirsiz kavramlar uğruna meslek hayatını riske atabileceğine, cezaevini ve işkenceyi göze alabileceğine inanmadığı için devrimcileri, demokratları ahmak yerine koyuyor. Bu dört dörtlük sinik tip diktatörlüğün normalleşme aşamalarından birini temsil ediyor.

Komplo teorisi

Diktatörlüğün ikinci semptomu ise komplo teorisi. Modern çağda komplo teorileri alanındaki başyapıtın Siyon Büyüklerinin Protokolleri olduğu söylenebilir. Bu düzmece metin, Çar II. Nikolay’ın gizli polis teşkilatı tarafından komünistlere karşı mücadelede anti-Semitist duyguları seferber etmek için yazılmıştı. En basit kavrayış düzeyine sahip birinin dahi düzmece olduğunu kolaylıkla anlayabileceği bu metin ne kadar ilkel ve banal da olsa Nazi öncesi Almanya’da bir kuşağı etkilemiş, Hitler’in iktidar olmasıyla birlikte iyice popülerleşmişti. 1930’lar ve 40’larda Bolşevik-Yahudi ortak komplosundan söz ettiği birçok konuşmasında Hitler bu metne doğrudan atıflar yapmıştır. Aswani, Arap dünyasında da Protokoller’in hâlâ gerçek bir metin gibi görüldüğünü ve bilgi yarışmalarında genel kültür sorusu olarak sorulduğunu anlatıyor.

Böyle uydurma ve çöp metinlerin bu kadar hızla yayılması komplo teorilerinin toplumsal anlamını küçümsememek, etki kabiliyetlerini yabana atmamak gerektiğini gösteriyor. Komplo teorileri diktatörlüklerde ikili bir işlev üstlenip bir yandan liderin karizmasını pekiştirirken öte yandan halkın varolan sıkıntıları bir komploya bağlayıp çaresizlik hissinden kurtulmasını sağlıyor.

Rejimin işleyişinde bir güvenlik supabı olan komplo teorileri sayesinde ilkin olayların kendi doğal seyrinde gerçekleşmek yerine gizlice tasarlanmış bir komplonun sonuçları olduğu telkin ediliyor. Bu varsayım bir diktatörün düşünce tarzına gayet uygun zira diktatör kendisinin herhangi bir yanlış yapabileceğini, ortaya çıkan olumsuzlukların ondan kaynaklanmış olabileceğini asla kabul etmez. Komplo teorilerinin yayılıp korku ikliminin yaratılması, gerçekten büyük bir komplonun hazırlandığı ve ülkenin çok yakında kaosa ve iç savaşa sürükleneceği hissinin yerleştirilmesi, “iyi vatandaş”ı koruyucu liderine daha sıkı bağlıyor. Babacan çoban ile evlat sürüsü arasındaki iletişim komplo teorisiyle sağlanıyor.

Demokrasiyi erteleme imkanı

Komplo teorileri aynı zamanda diktatöre demokrasiyi sürekli erteleme imkânı veriyor. Hiçbir diktatör otokrat veya baskıcı olduğunu kabul etmez. Diktatörler genellikle ülkenin geçtiği zor koşullardan, “beka kavgaları”ndan bahsedip demokrasinin gerçekleşmesinin önündeki temel engel olarak bunu gösterirler. Komplo boşa çıkartılıp komplocular yenildikten sonra diktatör sahneden çekilecek ve gerçek bir demokratik rekabete izin verilecektir. Ne var ki komplocular anavatana saldırmak maksadıyla pusuda bekledikleri için bu şimdilik mümkün değildir. Ülke, büyük bir tehlikeyle karşı karşıya olduğundan, diktatör “olağanüstü tedbirler” almak zorundadır. Komplocu mantık olağanüstü tedbirlerin tanımını alabildiğine belirsiz bırakıp korku atmosferinin toplumun tüm katmanlarına yayılmasını ister. Böylece kolektif akıl komplo teorileriyle bulandırılırken gerçekliğin temel referansları ortadan kaybolur.

Komplo teorisi diktatörün bekasında faydalı bir araç olduğu gibi “iyi vatandaş”ın da işine gelir. İyi vatandaş komplocu düşünce sayesinde kendi hatalarını kabul etmek yerine başkalarını suçlama imkânına kavuşur. Güncel olayları büyük bir komplonun parçası olarak yorumlamak konforlu bir varoluş tarzına dönüşür.

Faşist zihniyet

Aswani’nin izini sürdüğü üçüncü diktatörlük semptomu ise “faşist zihniyet”in yayılması. Aswani bu bağlamda bir rejimin yapısal olarak faşist özellikler sergilemesinden ziyade tekçi bir iktidarın gündelik hayatta faşizan uygulamalara yönelmesini kastediyor. Dikta rejimlerinde halkın tek bir görüş ve vizyon etrafında birleşmesi istenirken “herkes için geçerli tek görüş” toplumsal bir dayatma haline geliyor. Tek görüş, tek vizyon dayatmasında uç örnekleri 20. yüzyılda Nazi Almanyası ve Stalin Rusyası vermişti: Nazi Öğrenci Birliği’nin 10 Mayıs 1933’te Berlin’de düzenlediği törende 25 bin kitap yakılmış; Stalin Rusyası’nda “yeni Sovyet insanı”nı yaratmak için yazarlar ve sinemacılardan resmî sosyalist fikirleri ifade etmeleri istenmişti.

21. yüzyılda ise diktatörler öncelikle kitaplar veya sinemayla değil medyayla meşgul oluyorlar. Tüm medya kuruluşlarının bir çırpıda (Nasır’ın Mısır’ı) ya da zamanla (Erdoğan’ın Türkiyesi) ele geçirilip bağımsız haber kaynaklarının ortadan kaldırılması; sosyal medya platformlarının kontrol ya da bloke edilmesi; gazetecilerin hapse atılıp muhalif seslerin susturulması öncelikli hedef haline geliyor. “Post-truth” çağının alternatif gerçekliği sayesinde diktatörler medya kanalıyla kitleleri kendi kahramanlıklarına inandırabileceklerini; yanlış politikaları ve baskıcı uygulamalarından dolayı yaşanan ciddi sorunların görünmez kılınabileceğini hesaplıyorlar – bu hesap birçok toplumda tutuyor da.

Aswani’in çağdaş diktatörlüklerle ilgili analizi epey karamsar. Aswani, eğitim, kültür ve medya alanında tüm kontrolü elinde tutan diktatörün sonunda istediğini elde edeceğini ve sürekli beyni yıkanan kitlelerin her şeyi diktatörün istediği gibi gören yeni nesiller yetiştireceğini; toplumun güçlü liderin iradesine boyun eğmek dışında hiçbir şey bilmeyen, hiçbir farklı düşünce ifade edemeyen bir yığına dönüşeceğini düşünüyor.

Bu düşüncesini “faşizan zihniyet”i toplumun tüm katmanlarını saran bir mikrop gibi kavrayan bir hastalık terminolojisiyle ifade ediyor. Diktatörlük olgusunun öncelikle tıbbın değil “beşeriyat”ın konusu olması bir yana, tıpta da bir hastalık tetkik edilirken hastalığın doğasının anlaşılabilmesi için sağlıklı dokudan alınan örneklerle hastalıklı dokudan alınan örnekler karşılaştırılır. Hastalıklı doku kendi başına tüm tabloyu göstermez. Aswani’nin “tetkik”inde Mısır gibi ülkelerde toplumsal dokunun kolaylıkla tahrip olduğuna ilişkin anlaşılır bir karamsarlık ve bunun verdiği bir yılgınlık sözkonusu. Ancak toplumda her zaman –Aswani’nin terminolojisiyle söylersek– hastalıklı dokuyla sağlıklı doku yan yana varolduğu için diktatörlük semptomlarını üreten toplumun aynı hastalığın panzehrini de üretebileceği unutulmamalı.

Aswani’nin kitabında saptanan diktatörlük semptomları bugün Mısır vebug Türkiye gibi ülkelerde tüm çıplaklığıyla gözleniyor. Bunun yarattığı karamsarlıktan kurtulup yeni demokratik mücadele yolları bulmanın zamanı çoktandır geldi.

1 The Dictatorship Syndrome, Haus Publishing, 2019.

(Bu yazı ilk kez Birikim’de yayımlanmıştır.)

Koronavirüs salgını sırasında vegan beslenmeden uzak durmamız gerekiyor mu?

Koronavirüs salgınıyla mücadelede belki de en çok zorlandığımız konulardan biri doğru bilgi ile yanlış bilgiyi birbirinden ayırt etmek oldu.

Salgının başlangıcından itibaren virüse karşı korunmak için sunulan çeşitli öneriler de havada uçuşuyor: Sıcak suyla duş alın, kelle paça yiyin, dut pekmezi için…

Yeni iddia: Vegan beslenmeden uzak durun

Geçtiğimiz gün bu önerilere bir yenisi eklendi. Kulak Burun Boğaz Hastalıkları Uzmanı Doç. Dr. Muhammed Fatih Evcimik, DHA’ya verdiği demeçte “Bağışıklık sistemini güçlü tutmak için dengeli beslenin, özellikle bu dönemde vejetaryen ve vegan beslenmeden uzak durun” ifadelerini kullandı.

Söz konusu haber pek çok medya kuruluşunda da doğrudan yayınlandı. Biz de vegan beslenme ve koronavirüs arasındaki ilişkiyi Koç Üniversitesi Hastanesi Göğüs Cerrahisi Uzmanı ve vegan beslenme uzmanı Dr. Suat Erus ile konuştuk.

Dr. Erus: İddiayı destekleyen bir çalışma yok

Evcimik tarafından ortaya atılan iddiayı destekleyen herhangi bir çalışma olmadığını belirten Erus, Yeşil Gazete’ye yaptığı açıklamada “Vegan beslenmek bağışıklık sistemini çökertmediği gibi aksine güçlenmesini sağlıyor” ifadelerini kullandı.

Haberin kendi içerisinde de tutarsızlıklara sahip olduğunu söyleyen Erus, “Haberde de ‘vegan beslenmekten uzak durmak lazım’ cümlesinin hemen öncesinde her gün meyve yemeye vurgu yapılmış. Sanki vegan beslenenler meyve yemiyormuş gibi. Aksine veganlar sebze ve meyve ağırlıklı beslendiği için daha çok vitamin ve mineral alıyor” dedi.

‘Pazarlama sisteminin dayatması’

Bu tarz söylemlerin “hayvansal beslenmezsek bir şeyler eksik kalır” algısıyla doğrudan ilişkili olduğunu belirten Dr. Erus, “Balık yemezsek Omega-3, süt içmezsek kalsiyum, et yemezsek demir alamayız gibi bir intiba var. Bu da daha çok hayvan merkezli pazarlama sisteminin dayatmasının bir sonucu. Halbuki bunların hepsini et yemeden de doğadan alabiliyoruz” diye konuştu.

Tek istisna D ve B12 vitaminleri

Erus, bunun tek istisnasının D ve B12 vitaminleri olduğunu söyledi. Ancak bu vitaminler de hayvanların yeterince sentezlediği vitaminler değil ve çoğu zaman hayvanların kontrollerde sağlıklı gözükmesi için onlara da takviye olarak veriliyor.

İnsanlar da eski zamanlardaki gibi topraktan beslense ve güneş ışığı alsa bu vitaminlere ihtiyacı kalmayacağını söyleyen Erus, “Biz şehirlerde yaşadığımız ve hijyen kurallarına uyarak yiyecekleri yıkayarak tükettiğimiz için bu vitaminlerin eksikliğini çekiyoruz. Bu durum vegan beslenmenin değil, kendimize yarattığımız modern dünyanın sonuçları. Hayvansal beslenenlerde de bu eksiklikler gözlemlenebiliyor” dedi.

‘Vitaminler yalnızca günü kurtarır’

Bağışıklık sistemini güçlendirmek için özellikle salgın döneminde çok fazla kişinin multivitamin takviyesine yönelmesinin de doğru olmadığını belirten Erus, “Vitaminlere bu kadar yönelinmesi de pazarlama stratejisinin bir sonucu. Aslında vücudumuzun ihtiyaç duyduğu bütün vitamin ve mineralleri mevsimindeki sebze ve meyveleri tüketirseniz alıyorsunuz” değerlendirmesinde bulundu.

Yetersiz kalınan noktada çinko ve C vitamini gibi antioksidan içeren takviyelerin alınabileceğini belirten Erus, “Çünkü her gün dağ çileği vs bulma imkanımız olmayabilir. Ancak şunu bilmek lazım ki vitamin kullanımı sağlıklı ve uzun yaşamın anahtarı değil. Meyve ve sebzelere ulaşılmadığında almak için kısa bir yol. Günü kurtarmaya yönelik. Uzun vadede dışarıdan alınan özellikle bağışlık sistemini kurtarıcı bir yol değil. Sadece vitaminler açısından değil, içerdiği kimyasallar açısından sebze ve meyveleri tüketmemiz gerekiyor” dedi.

 

 

 

 

Taşıdığından habersiz en az 1 milyon virüs yayıcısı var- Osman Müftüoğlu

Prof. Tükek’in uyarısı önemli 

İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Tufan Tükek, birkaç gün önce çok önemli bir açıklama yaptı: Çapa Tıp Fakültesi Hastanesi’nde uygulanan COVID-19 testlerinde “pozitiflik oranı” yüzde 15’i geçmiş durumda. Doktor Tükek’e göre bu rakam salgının İstanbul için yeniden başladığına işaret edebilir. Bu uyarı bence son derece önemli. Moral bozmak değil, uyanık kalmak için kullanılmalı, dikkate alınmalı. Zira İstanbul’da gerçekleşebilecek -Allah korusun- bir vaka patlaması Türkiye’nin tamamına yayılabilir.

Tehlike büyüyor

Bana göre yapılacak çok şey var

Bilelim ki hâlâ yapılacak pek çok iş, alınabilecek birçok önlem var. Ve biz sadece onlardan birkaçını gündeme sokabilsek, o küçük ama etkili değişimleri ısrarla uygulayabilsek, arkadan gelebilecek sokağa çıkma yasaklarına falan gerek kalmadan problemi yeniden kontrol altına alabileceğiz. Ve yeniden vaka sayılarımızı da kayıplarımızı da azaltabileceğiz. Bu da bize aşı çıkana kadar altın değerinde bir zaman kazandıracak. Ben aklıma gelen ilk 5 “sıkılaşma tedbirini” aşağıda sıralamaya çalıştım. Tabii ki daha pek çok öneri gündeme getirilebilir.

Tehlike büyüyor

Uzman önerilerinde ilk beş

1) HAREKETLİLİK SINIRLANSIN: Bölgeler ve şehirler arasındaki hareketliliğin sınırlanması 1 numaralı önlem olmalı. Daha fazla gecikilmeden, acilen ve hemen şehirlerarası dolaşım kısıtlamaları bir an önce devreye sokulmalı. Virüsü bir yerden bir yere taşıyan bu aşırı toplumsal hareketliliğe makul bazı kısıtlamalar getirilmeli. Hatta bu kısıtlamalar sadece caydırıcı değil, özendirici olmalı.

2) MESAİDE KAYDIRMALAR YAPILSIN: Herkesin aynı saatlerde işe gidip dönmesi, özellikle toplu taşıma araçlarını adeta birer virüs pazarı haline getiriyor. Toplu taşıma araçlarındaki sayısal imkânsızlık göz önüne alınca da işe gidiş-dönüş saatlerinde değişiklik yapılması ve evden çalışmanın özendirilmesi vazgeçilmez bir sorumluluk haline geliyor. İstanbul Valiliği’nin bu yönde yaptığı çalışma önemli. Aynı yöntemi diğer valilikler de hayata geçirmeli.

3) MASKESİZ OLMAZ: Maske kullanımı hâlâ öncelikli ve etkili, kısacası bir numaralı korunma yöntemidir. Maske takma meselesine de farklı sosyolojik çözümler aranmalı, bulunmalıdır. Maske kullanımı toplumsal bir dayanışma haline getirilmeli, zorunluluk olmaktan çıkarılıp bir “nezaket tavrı” ve bir “görev anlayışı” şeklinde geliştirilmelidir.

4) KALABALIKLAŞMA ÖNLENSİN: Aşırı kalabalıklaşma ve “mesafesiz sosyalleşme” geçtiğimiz yazın ve yaşadığımız günlerin en önemli yanlışıdır. Mesafesiz sosyalleşmeye yol açan her türlü toplantı acilen yasaklanmalıdır. Sadece düğünler, sünnetler benzeri toplu aktivitelerin engellenmesi de yeterli olmayacaktır. Sosyal toplantılara da ciddi bir sayı sınırlamasının getirilmesi zorunludur. Restoranlarda, kafelerde 4-6 kişiden fazlasının aynı masada oturmasına izin verilmemeli, sandalye ve masalar arasındaki sosyal mesafeler çok daha ciddi bir biçimde yeniden ve çok daha ciddi bir şekilde kontrol edilmelidir. Çok daha önemlisi de şudur: 50 kişiden fazla insanın katılacağı toplantılara kısıtlama konulmalıdır.

5) YAZLIKÇILAR DÖNMESİN: Haziran başında yazlıklarına, köyleri, kasabalarına gitmelerine izin verilen 60-65 yaş üstü kişilerin zorunluluklar dışında büyükşehirlere yeniden dönmelerini önlemek için uyarılar yapılmalı, mümkünse dönüşü engelleyici teşvikler gündeme alınmalıdır.
 

Tehlike büyüyor

Test test test 

Bazı uzmanlara göre hâlâ aramızda bu virüsü taşıyıp etrafına bulaştıran ve virüsü taşıdığından haberi bile olmayan, “en az 1 milyon virüs yayıcısı” var. Bu hayalet taşıyıcıların mümkün olduğu kadar erken belirlenmeleri ve acilen izole edilmeleri lazım. Virüs taşıyıcılarını belirlemenin yolu ise günlük test sayılarını arttırmaktan geçiyor. İşte bu nedenle test sayılarımızı süratle günde 200-250 binli rakamlara yükseltmemiz lazım.

Tehlike büyüyor

Filyasyon ve izolasyon ihmale gelmez 

Bir hatırlatma daha: Filyasyon ve izolasyon meselesinde de ihmaller ya da gözden kaçmalar olduğuna dair ciddi gözlemler var. Başlangıçtan bu yana çok başarılı olduğumuz bu iki konuda da yeniden derlenip toparlanmak zorundayız. Filyasyonu ve izolasyonu ihmal edersek sokaktaki virüs taşıyıcılarının sayıları bir değil birkaç milyona hızla yükselebilir. Lütfen dikkat! Aman dikkat! Zira bir 2. dalga tehdidini tetikleyebilecek en önemli ihmallerin başında bu ikili var.

‘R değerimiz’ ne durumda? 

Yaşadığımız bu belalı salgını kontrol altına tutmakta virüs bulaştırma kat sayısı, yani “R değeri”ni izlemek en önemli göstergelerden biri. Mart ve nisan aylarında 3’ün üzerinde olan bu değerin Sağlık Bakanımız, Bilim Kurulu ve sağlık ordumuzun gayretli çalışmaları, özellikle filyasyon ekiplerimizin yoğun gayretleriyle 0.56’lara kadar indirebilmiş ve işte o zaman pandemi ile savaşın ilk devresinin galibi biziz diyebilmiştik. Anlaşılan o ki R sayısı maalesef ve yeniden ve çoktan 1’in üzerine çıkmış gibi görünüyor. Yetkililerimizin R değerindeki son rakamı açıklamaları lazım. Bu açıklama yalnızca sağlık ordumuzu bilgilendirmeyecek, aynı zamanda halkımızı önlemlere uyma konusunda da teşvik edecektir.

(Bu yazı ilk kez Hürriyet’e yayımlanmıştır.)

Dünya Temizlik Günü’nde dijital karbon ayak izini düşürme çağrısı

Sürdürülebilir Üretim ve Tüketim Derneği, 19 Eylül Dünya Temizlik Günü‘nde dijital yaşamı temizleme çağrısı yaptı. Dernek, dijital karbon ayak izini düşürerek, enerji tüketimini kesemenin ve iklim değişimine maliyetini azaltmanın önemine dikkat çekti.

Dünya Temizlik Günü, daha temiz ve sağlıklı bir gezegen için atık toplanmasını ve yaygın bilinç yaratılmasını hedefliyor. 180 ülkeyi birleştiren küresel bir sivil hareket olan günde, bu yıl temizlik için Let’s Do It Dünya Vakfı tarafından bir sivil eylem başlatıldı.

‘Çevrimiçi yaşamda dijital atığa neden oluyoruz’

İstanbul Teknik Üniversitesi öğretim üyesi ve Sürdürülebilir Üretim ve Tüketim Derneği (SÜT-D) Başkanı Prof. Dr. Filiz Karaosmanoğlu “SÜT-D olarak Let’s Do It Türkiye‘nin dijital temizlik hareketine katılacağız ve yeşil gücümüzü ülkemizin dijital karbon ayak izini düşürmek için ortaya koyacağız” dedi.

Filiz Karaosmanoğlu

Karaosmanoğlu konuşmasında şunları söyledi:

Teknoloji kullanırken bilgisayarımız, dizüstü bilgisayarımız, akıllı telefonumuz var. Bu harika sayısal dünyamızda, dijital evimizde bize özel dosya, fotoğraf, oyun, videolar, yedekleri, e-posta kutumuz, kullandığımız ve kullanmadığımız dosyalar ve uygulamalar var. Dijital eğitim var. Bize hizmet sunan kablolu-kablosuz erişim ağları, dijital veri merkezleri-sunucular, dijital telefon santralleri, e-alışveriş siteleri, e-bankacılık da var. Her yerde, çevrimiçi yaşamda dijital atığa neden oluyoruz.

Dijital evimizde, internet kullanırken ve cihazlarımızda elektrik tüketiyoruz. Bu tüketimle küresel sıcaklık artışına, iklim değişimine neden olan sera gazları salınıyor. Bir internet araması yaptığımızda, e-posta yolladığımızda bizler küçük bir elektrik tüketimiyle karbon ayak izi yapıyoruz. Ancak veri merkezleri, akıllı sunucular enerji yoğun hizmet sunarak yüksek elektrik tüketimi ile yüksek karbon ayak izi yapıyorlar

Küresel sera gazı salımlarının yüzde 3,7’sinden dijital yaşamın sorumlu olduğunu söyleyen Karaosmanoğlu, bu miktarın havayolu taşımacığı küresel sera gazı salımlarına eşit olduğunu belirtti.

Prof. Karaosmanoğlu dijital atıklarımızı silerek temizleme, e-posta kutularımızı ve dosyalarımızı düzenleme gereği vurgusu yaparak, depolama alanı, hız, zaman ve düzen kazanarak dijital evimizde, çevrimiçi başarılı olmak için Dijital Temizlik Hareketine Katılım çağrısı yaptı.

BİK’in gazetecilere gönderdiği kitaplarda kadınları aşağılayan ifadeler

Basın İlan Kurumu‘nun (BİK) medya kuruluşlarına gönderdiği ve Dr. Mehmet Gedizli’nin yazdığı Türkçenin İsimler Sözlüğü, Türkçenin Fiiller Sözlüğü ve Türkçede Öbek İsimler Sözlüğü adlı kitaplarda kadınları aşağılayan ifadeler yer aldı.
  • Adam: Güvenilir
  • Erkek: Sözüne güvenilir, mert
  • Karı Ağızlı: Dedikodu yapan erkek
  • Kadın: Evlenmiş kız.
  • Kaşık Düşmanı: Kadın, eş.
  • Kız: Bekâr kadın
  • Kirlenmek: İffeti bozulmak, lekelenmek
  • Oynak: İşveli kadın
  • Sokak Süpürgesi: Evinde oturmayıp çok gezen kadın, sürtük
  • Sürtük: Vaktini gezerek geçiren, evinde oturmayan kadın
  • Taze: Genç kadın
  • Yollu: Kolayca elde edilen kadın

Yargıya taşınmıştı

Bu ifadelerin bir kısmının Türk Dil Kurumu Sözlüğü’nde de benzer şekilde yer alması kadınlar tarafından yargıya taşınmıştı. Ankara 6. İdare Mahkemesi, ‘oynak’, ‘taze’, ‘müsait’, ‘yollu’ gibi kelimelerin ifadelerinin kadını aşağıladığını belirterek Türk Dil Kurumu (TDK) sözlüğünden çıkarılmasına karar vermişti.

Mehmet Gedizli kimdir?

Kitabın yazarı Dr. Mehmet Gedizli yaklaşık 20 yıldır Sakarya Üniversitesi’nde Türkçe eğitimi dersi veriyor. Dil üzerine çalışmaları bulunan Gedizli’nin ‘Tek kelimede üç dil’, ‘Dilinizdeki kelimelerimiz’ gibi kitapları bulunuyor.

İzmir’in simgelerinden Hilton kapanıyor

İzmir Konak‘taki 33 katlı, 28 yıllık Hilton oteli 16 Ekim tarihinden itibaren hizmeti durduruyor.

Hilton oteller zincirinden yapılan yazılı açıklamada, İzmir’deki hizmetlerin ilde yer alan diğer dört otelde devam edeceği belirtildi. Kapanma duyurusu mesajında şöyle denildi:

Hilton İzmir’in şu ana kadar gösterdiği örnek misafirperverlikten gurur duyuyor ve bu süreçte emeği geçen herkese teşekkür ediyoruz.

Gaziosmanpaşa Bulvarı’nda 1992 yılından bu yer alan beş yıldızlı otelin 33 katlı binası kentin simge yapıları arasında kabul ediliyor.

Otel, uzun yıllar İzmir’de sosyal ve kültürel etkinliklere, çok sayıda uluslararası etkinliğe de ev sahipliği yapmıştı.