Dış Köşe

Minye, piramitler, üçüncü havalimanı – Osman Özarslan

0

Bu yazı birikimdergisi.com/ dan alınmıştır

Yedi kapılı Teb şehrini kuran kim?

Kitaplar yalnız kralların adını yazar.

Yoksa kayaları taşıyan krallar mı?

Bir de Babil varmış boyuna yıkılan,

kim yapmış Babil’i her seferinde?

Yapı işçileri hangi evinde oturmuşlar

altınlar içinde yüzen Lima’nın?

Ne oldular dersin duvarcılar

Çin Seddi bitince?

Yüce Roma’da zafer anıtı ne kadar çok!

Kimlerdir acaba bu anıtları dikenler?[1]

1960’larda, Mısır ve Türkiye, militer modernizm bakımından birbirine benzeyen iki ülkeydi. Belki bundan olsa gerek, Hekimoğlu İsmail namıyla maruf Ömer Okçu, 1967 senesinde, Minyeli Abdullah[2] isimli kitabında, bir alegoriyle, mekân olarak Türkiye’yi değil, Mısır’ın Minye kentini kullandı. Kitapta konu edilen Abdullah’ın hamallıktan başka bir geçim kaynağı yoktur ve maişetini alın teri ile helalinden kazanmaktadır. Ne var ki, dindar bir insan olan Abdullah, Müslümanlığını sahih bir şekilde yaşamaya çalıştığı için defaaten Baasçıların zulmüne uğrar, hapis yatar, ailesi parçalanır ama gene de bildiğinden şaşmaz, dünya malına aldanmaz, boğazından haram lokma geçmediği gibi, kazandığı parayla iki tane de yoksul çocuğu üniversiteden mezun olana kadar okutur.

Gerçekten, önünde saygı ile eğilinecek bir ehl-i tarik hikâyesi.

Kitap yüzünden Hekimoğlu İsmail pek çok kez kovuşturmaya uğrar, meşhur TCK 163’ten cezalar alır, kitapları toplatılır ama her şeye rağmen, Minyeli Abdullah’ın affektif hikâyesi (korsanlar hariç) 80 civarında baskı yaparak, yüzbinlerce insana ulaşır.

Şimdi, yüzbinlere ve milyonlara ulaşması beklenen bir başka proje daha var, Üçüncü Havalimanı.

Sultanlar gibi, birinci, ikinci üçüncü diye sayılması bir saltanat işareti olsa da, ismini bilmiyoruz henüz, bir de yapımında kaç kişinin öldüğünü ve yaralandığını. Yapımında, en az 37 kişinin öldüğü söyleniyor ama bu kesin değil, çünkü, örneğin, İstanbul’da hafriyat kamyonlarının yarattığı terörün bir kısmı bu havalimanından dolayı ve kazalarda ölen, yaya ve sürücülerin hangileri üçüncü köprünün yan etkilerinden dolayı öldü, yaralandı belli değil. Ayrıca, taşeron işyerlerinde, havalimanının 29 Ekim’deki açılışına yetiştirmek için yaratılan olağandışı mesailer ve sıkışık iş yükünden dolayı ölen var mı, yok mu, bunu da bilemiyoruz.

Maurice Halbwachs[3] hafızanın kolektif bir şekilde üretildiğini ve bunun da, meydanlar, anıtlar, şehirler gibi materyal alanlar üzerinden gerçekleştiğini söyler, Pierre Nora[4] ve David Harvey[5], Halwbachs’ın söylediğine katılır ve geliştirir, hafıza mekânlarının oluşturulması yalnızca mühendislik ve estetik meselelerden dolayı değil, farklı sınıfsal, ulusal, dinsel, coğrafi (Laz müteahhit gerçeğini unutmayalım) arka planlardan gelen farklı iktidar blokları ve farklı kültür gruplarının çatışma alanlarıdır.

Bu yüzden, Yael Navarro Yashin’in[6] dediği gibi, kamusal alanların, kent meydanlarının sürekli olarak farklı iktidar gruplarınca fethedilmesi gerekir. Bilhassa Türkiye’de, hükümeti ele geçiren devleti de ele geçirmeye çalışır ve bunun alameti farikası olarak, kamusal alanların devletlu yüzüne kendi simasını iliştirmeye çalışır. Elbette bunun rant ile bir alakası var, ama bir iktidar, kent meydanlarını kendi ideolojik, sınıfsal habitusuna uygun bir şekilde tanzim ettikten sonra, memleketin ruhunu ele geçirmiş olduğunu düşünüyor.

Fakat, kentlerin meydanlarının, kamusal alanlarının, resmî binalarının ve inşaat formunun belirli bir habitusa göre düzenlenmesi eninde sonunda bu dünya ile ilgili bir şey. Kamusal yapıların, anıtların, meydanların düzenlenmesinde, tanrılarla yarışmak, siyaseti seküler alandan çıkartıp ilahiyat düzlemine taşımak, geçtiğimiz yüzyılın Antik Mısır, Roma ve Yunan medeniyetlerinden kopyaladığı bir marazdı.

Fakat, insanların ama özellikle kralların, ruhbanların ve zenginlerin tanrılarla yarışma olmasa bile en azından onlarla boy ölçüşme ve hiç olmazsa ahir dünyada, ölümsüz olmayı arzulaması, insanlık tarihi ile yaşıt ama sistematik bir fikir olarak ortaya çıkıp uygulamaya dökülmesi, Antik Mısır dönemine ait bir yaklaşım. Bu dönemde sistematik hale geliyor çünkü, öncelikle geniş küp biçimli mezarlar giderek büyüyor ve piramit biçimli mezarlar ortaya çıkıyor; buna koşut olarak da, vücudun sıvısını alıp, zift ile körleyip şimdiki sargı bezlerine benzer dokumalarla sarıp mumyalamak ve piramitlerin içinde sonsuzluğu beklemek bu dönemde ortaya çıkıyor.

Piramitler, modern çağın çok satan kelimesi “giz” olarak kaldı yıllarca. Eric Von Daniken, uzaylılar yaptı dedi, kimileri kayıp uygarlıklardan bahsetti. Hikmet var bu işte diyenler de çoktu. Piramitlerin gizemi, insan ötesi gizlere bağlandıkça, ben kendi adıma, Firavunların istediklerini başardıklarını, tanrı olamadılarsa bile, insan havsalasının ötesine geçtiklerini düşündüm hep.

Son, on beş-yirmi yılın çalışmaları gösterdi ki, basit inşaat hileleri (taş blokları yüksek noktalara taşımak için kum rampası ve kızak kullanmak, 800 kilometre öteden taş blokları, Nil Nehri üstünde getirip yapılan piramidin önüne kadar yapay kanal inşa etmek vb.), gelişmiş matematik bilgisi ve bildiğimiz çıplak insan emeğinden başka bir şey yoktu ortada. Bir piramidin yapımı, on yılları, yüz binlerce ton taşın belirli bir mühendislik nizamıyla üst üste konulmasını, binlerce işçinin askerî bir disiplinle çalıştırılmasını, bu çalışmayı sağlayacak kamu nizamını ve hem kamu nizamını hem de işçilerin karnını doyuracak düzgün bir lojistik ve iaşe sistemini gerektiriyordu.

Buralarda çalışan kölelerin (Heredot köle diyor, kimi çağdaş kaynaklar ise işçi diyor), bazılarının mezarları geçtiğimiz günlerde bulundu, ağır yük taşımaktan tümünün omurgası eğilmiş, ya da Üçüncü Havalimanı’nda çalışan işçilerin dedikleri gibi “belleri bükülmüş”, istisnasız bütün işçilerin kemikleri en az bir kez kırılmış ve bazılarının taş blokların altında kalıp ezilerek öldükleri düşünülüyor (tıpkı havalimanı işçilerinin şantiyelerde ezildikleri gibi).

Tıpkı Üçüncü Havalimanı’nın 29 Ekim’e, erken seçimlerin ve geciktirilmiş bir krizin öncesine yetişmesi gerektiği gibi, Firavunların da aceleleri vardı; zira, bir isyan, Nil Nehri’nin mevsimsiz taşması, piramit yapımında çalışanları kasıp kavuran ani bir hastalık ya da bizzat firavunun kendisinin aniden ölümcül bir şekilde hastalanması ya da ölmesi, firavunun mezarının bittiğini görmesine mani olabilir, böylelikle onun da ölümsüz firavunlar vadisinde, diğer ölümsüzlerin yanındaki yerini almasını engelleyebilirdi.

Fakat, Üçüncü Havalimanı inşaatı ile piramitlerin yapımı tümüyle paralel gitmiyor, kimi farklar var; National Geographic’in[7] belgeseline göre, bu piramitlerde çalışmak bir tür dinsel görev, ölenler bir tür şehit, yaralananlar ise gazi statüsünde oluyorlarmış, bu yüzden diğer Mısırlı yoksulların tersine bir mezarları, mezarlarında içine bira konulmuş testileri ve içinde ekmek olan çıkınları var. Firavunlar hiç olmazsa, kendileri için çalışırken ölen ve yaralanan işçilere saygı gösteriyorlarmış.

Aslında, bu piramitlerde çalışırken ölen ve saygıdeğer bir mezara sahip olan işçilerin mezarları, bedenleri, Antik Mısır’dan inşaat ya resulullah diyen iktidar zevatına bir mektup gibi; çünkü, mezarlar Mısır’ın Minye şehrinde[8]… Belki, Hekimoğlu İsmail, alegorisini yaparken Minye şehrinde, piramit yapımında çalışanların olduğunu biliyordu ve memleketin firavunlarına, bir lokma bir hırka makamından kafa tutuyordu. Maişetini üç metre urgan ile kazanan Hamal Abdullah, bizim kardeşimizdir, Minye’de ve Üçüncü Havalimanı’nda ölenler de.

Fakat şu var, firavunlar öldü, ölürler de. Ölümsüz olan ise firavunluk; şimdi Minye’den Türkiye’ye değil, Üçüncü Havalimanı’ndan Minye’ye doğru bakarsak, firavun kimin istiaresi, kime yakışır bu çerçevede?

Cevap basit: Musa’nın sineği kimin burnunun deliklerine konduysa…


[1] Brecht, Bertolt. “Okumuş Bir İşçi Soruyor” şiirinden.

[2] İsmail, Hekimoğlu. (1997) Minyeli Abdullah. İstanbul: Timaş Yayınları.

[3] Halbwachs, Maurice. (2016) Hafızanın Toplumsal Çerçeveleri.  Ankara: Heretik Yayınları.

[4] Nora, Pierre. (2006) Hafıza Mekânları. Ankara: Dost Yayınları.

[5] Harvey, David. (2012) Paris: Modernliğin Başkenti. İstanbul: Sel Yayıncılık.

[6] Yashin, Yael Navarro. (2002) Faces of the State: Secularism and Public Life in Turkey. Princeton University Press.

[7]  Bu belgeseller youtube’dan izlenebiliyor; ilk bölümü şurada: https://www.youtube.com/watch?v=0LgmFrPvKJE

 

Bu yazı birikimdergisi.com/ dan alınmıştır

 

Osman Özarslan

More in Dış Köşe

You may also like

Comments

Comments are closed.