Manşetİklim KriziKöşe YazılarıYazarlar

Krizler Çağı ve karşılık verebilme yeteneğimiz

0

Krizler çağından geçiyoruz. Üstelik her biri insanlığın daha önce karşılaşmadığı büyüklükte oldukları gibi, birbiriyle iç içe geçen karmaşık krizler. Bu cümle daha da uzayabilir; çünkü bugün yaşadığımız felaketlerin, hastalıkların ya da ekolojik yıkımların aynı zamanda belli bir geçmişi, derin ve karmaşık bilimsel içerikleri var. Gezegen üzerindeki yaşamın farklı unsurları, bütün bunlardan farklı seviyelerde etkileniyor. Bu yüzden bilim insanlarının çalışmalarından aktivist eylemlere; devlet başkanı seçimlerinden sanat eserlerinin içeriklerine kadar yayılan tartışmalarda bu krizlerin anlamı önemli bir yer tutuyor.

İnsanın insan–dışı varlıklarla olan ilişkisi, yaşadığımız krizlerin en önemli meselelerinden (hatta belki de nedenlerinden) birini oluşturuyor. Gezegen üzerindeki jeolojik dönüşümler, şimdiye kadar insan faaliyetlerinden görece çok daha bağımsız koşullarda değişmiş; bilim insanları da bu değişimleri dönemin en belirgin özelliklerine göre isimlendirmişlerdi. Bugün ise tam tersine, gezegenin jeolojik değişimlerindeki insan faktörünün geri dönülmez bir sürece girdiği bilimsel çalışmalarda yerini buluyor. Bu da bizi, insanı ve eylemlerini kavramaya yönelik kapsamlı çalışmalara yöneltiyor. Bu anlamda sanat da, bilim ve politikayla ilişkisi açısından farklı bir dönemden geçiyor, diyebiliriz. Yaratıcı ifadenin olanakları, ilk olarak yaşadığımız bu yeniçağa verilen isimlerin tartışmalarında yerini buluyor. Bu tartışmalarda da öncelikle bilimsel bulgular ve bilim insanlarının onları nasıl yorumladığı üzerinde duruluyor.

Bilim 19’uncu yüzyılda uyarmıştı: Küresel ısınma insan eliyle gelecek 

Yaşadığımız dönemin özelliklerini anlamak ve anlatmak için en sık baktığım bilgilerden biri; 10 bin yıl önce insanların ve onların evcil hayvanlarının toplam biokütleye oranının yüzde 0,4, altıncı büyük kitlesel yok oluşun yaşandığı bugün ise yüzde 96 ve artmaya devam ediyor oluşu.  Bu değişimin nedeni olarak belirli pek çok faktörün yanında, ağırlık olarak insan faktöründen bahsediliyor ve bu mantıkla 19. yy’da ifade edilmeye başlanan Antroposen yani İnsan Çağı adı, genel olarak bugün de kabul görüyor. Antroposen’i kimyager Paul Crutzen ve göller uzmanı Eugene F. Stoermer, ilk olarak 2002 yılındaki bilimsel bir makalelerinde kullanıyorlar. İnsan faktörü göz önüne alınarak geri dönülmez bir sürece girildiği ve bunun yeni bir jeolojik çağ olduğu fikri kısa sürede kabul gördüğü gibi, bu çağın tam olarak ne zaman başladığı ve Antroposen isminin (yani insan çağının) yapabileceği göndermeler belli tartışmalara neden oluyor.

Tekrar belirtmek gerekirse, altıncı büyük kitlesel yok oluşu yaşıyoruz. Farklı sonuçları olan bu olgunun bilimsel tartışmalardaki belirleyici noktalarından devam etmek gerekirse, böyle bir insan etkisinin kabul gören birden fazla anlatısı olduğunu söyleyebiliriz. Antroposen’in başlangıcı açısından 8 bin yıl önce geçilen yerleşik tarım ile insan ve doğa ilişkisinin bugünkü halinin ilk tohumları atıldığı, bununla beraber sadece üretim açısından değil; doğanın bir kaynak olarak görülmesinin toplumlar arasındaki ilişkilerde de belirleyici olduğu belirtiliyor. Kolonyalizmin başlangıçlarının ve Avrupa merkezli tarih yazımının, modern anlamda doğa ve kültür arasındaki ilişkide belirleyici etkisi üzerinde duruluyor. Çoğaltılabilecek olan farklı tarihsel olgular, ilk sanayi devriminin öneminin de altını çiziyor.

İnsan Çağı’nın özelliklerini iyice belirgin kılan ve alanını daha hızlı ve şiddetli bir şekilde krize dönüştüren şey ise son 50 yıldaki ekolojik yıkım ve iklim değişikliğinin boyutları oldu. Fosil yakıt kullanımının atmosferdeki karbon miktarını arttırdığı ve bunun da belli ölçüde sıcaklık artışına neden olduğu kanıtladığından beri, bilim insanlarının baktıkları ilk olgulardan biri karbon salımı miktarı.  Bugün artık biliyoruz ki, gezegenin ortalama sıcaklığı sanayi devrimi öncesi dönemden 1 derece daha yüksek. Son Buzul Erimeden kitabında Levent Kurnaz bilimin, küresel ısınmanın insan kaynaklı olacağına 19. yy ortalarında karar verdiğini söylüyor. Atmosferdeki karbon miktarı ile sıcaklık ortalamasındaki ilişkinin bilimsel olarak kanıtlandığı yılların aynı zamanda bir çeşit uyarı da içerdiğini belirtiyor böylece. Bugün ise bu bilimsel verileri hiç de böyle bir uyarı niteliğinde okumamış olduğumuz ortada. IPCC’nin hazırladığı güncel rapora göre 1,5 derecelik bir ısınma yaşamsal anlamda çok kritik ve bugün ona çok yaklaşmış durumdayız. Aldığımız ve almadığımız bütün önlem ve kararlar, gezegen üzerindeki yaşamın öncelikle varlığını ve ardından gelecekteki koşullarını belirleyecek.

 Farklı dönüşüm potansiyellerini barındıran böyle bir çağda bilim, politika ve sanat da buna bağlı olarak kesişiyor ve belki de çağı anlamak ve anlatmak için birbirine hiç olmadığı gibi ihtiyaç duyuyorlar.

Antroposen mi Kapitalosen mi Chthulucene mi?

İnsan etkisi, bu kadar önemli olunca İnsan Çağı da bu önemin etrafında tartışılıyor, diyebiliriz.  Öncelikle Antroposen, yani İnsan Çağı – insanı ve eylemlerini, onun biyolojik varlığına indirgeyerek açıklamış oluyor ki bu da ciddi bir eksiklik olacaktır diyen Jason Moore gibi yazarlar, bu çağa Kapitalosen denmesi önerisinde bulunuyorlar. Önerideki açık eleştiri, insan eylemlerinin belli bir tarihselliği olan siyasi sistem ve onun taşıdığı toplumsal eşitsizlik ve çatışmalar gibi politik koşullarla da beraber ele alınması gerektiğine vurgu yapıyor.

Kapitalosen’in eleştirisine katkı veren Donna Harraway, Antroposen’e dair eleştirilerinde “Species Man does not make history” cümlesini kullanıyor.  Yani, “Bir tür olarak insan;” diyor feminist yazar, “…tarih yazmaz.” Bu kısa cümlede İnsan Çağı’nın birden fazla eksik yönüne gönderme yapan Harraway, insan derken aynı zamanda adam anlamına da gelen, cinsiyetli bir kelime diyebileceğimiz Man sözcüğünü tercih etmiş. Ayrıca kelimenin baş harfini büyük bir şekilde kullanarak, bilim yazımında insan–merkezli olanın aslında erkek – egemen olduğuna da atıf yapmış.  Harraway’e göre jeolojik bir geçiş dönemi, yani yeni bir çağ artık toplumsal olanla beraber ele alınıyorsa hikâyesi de daha iyi bir anlatıyı hak ediyordur. Antroposen ve Kapitolosen gibi büyük dramatik anlatılara alternatif, batı – merkezli olmayan bir hikâye yazılabilir mi, diye soran yazarın önerisi; en küçüğünden biz insanlara kadar farklı türler arasındaki o görünmez ağın yaratıcı eylem ve hikâye anlatıcılığı ile dile getirilmesi. En küçük canlılarda dahi olan karşılık verebilme yeteneğini görünür kılmak için, insan–dışı varlıklarla beraber yaşadığımız bütün hikâyelerin – yani yaşamın kendisinin – anlatısının da çoğaltılıp yayılmasının önemini vurguluyor.

Sonuç olarak, Kapitalosen ya da Harraway’in önerdiği “Chthulucene” (akrabalık) gibi isimler eleştirilerinde en basit tabirle kadının ötekileştirilmesi ve doğanın sömürüsünde ortaklaşıyorlar. Özellikle feminist eleştirilerde getirilen öneriler, yaratıcı ifadelerin öneminin altını çiziyor.

Genç iklim aktivisti Greta Thunberg, iklim değişikliğinin boyutları ve buna karşın politikacıların yıllardır devam eden eylemsizliğinin küresel bir krize yol açtığını, bu yüzden artık krize kriz denmesi gerektiğini vurguladı. Greta, bilim insanlarının yaptığı uyarılara kulak tıkayan politikacıların yetersiz, isteksiz ve yavaş tepkilerinin sonucunda yaşananlara kriz demenin önemini savundu. Bugün artık iklim krizi deyimi akademik yayınlardan, haber – yorum ve makalelere kadar eskisine göre daha geniş kesimler tarafından kabul görerek kullanılıyor. Yokoluş İsyanı gibi iklim aktivisti gruplar, ekolojik yıkım ve iklim değişikliği gibi çok boyutlu krizler karşısındaki politik eylemsizlik, ana akım medyanın ilgisizliği nedeniyle karşılaştığımız bilgi edinme sorunu ya da büyük krizler karşısında empoze edilen yetersizlik hissinin toplumsal çöküşlere yol açtığını; bu nedenle yaşadığımız toplumların farklı alanlarda ve seviyelerde ahlaki bir çöküş içinde olduğunu belirtiyorlar. Toplumlar, Peter Singer gibi filozofların belirttiği gibi insanlar arası adalet kavramının insan-dışı varlıkları da kapsayarak genişleme gerekliliğine yeterince karşılık verebilmiş değiller ya da, bu kadarını yapabiliyorlar…

Sanat ve aktivizm ilişkisi

Krizler çağından geçiyoruz.

Sanat da, krizler çağına dair olanaklarını farklı biçimlerde açıyor. Antroposen’de Sanat kitabının editörlerine göre İnsan Çağı’nın kendisi estetik bir deneyim ve yukarıda anlatılan bütün bilimsel veya politik içerikler de bu deneyime dâhil kabul edilerek onlarla birlikte yorumlanıyor. İstanbulluların da geçen yılkı Bienal’de karşılaştıkları gibi, katılımcı bir deneyim alanı açan buluşmalar sanatçılar tarafından aktivist ve bilimsel içeriklerle organize edilebiliyor. Ya da bir eser, belki de sadece ifade edip göstermeye, soru sormaya ve hatta bilgi vermeye de yönelik de olabiliyor. Sanatın olanakları her zaman sınırsızdı; ama bu klişeye bir ekleme daha yapacak olursak Dan Graham’a göre bütün sanatçılar aynı şeyi “… sanatın kendisinden daha sosyal, daha katılımcı ve hatta daha gerçek” bir şey yapmayı hayal ediyor ve işte Antroposen, insan ve onun bütün krizleriyle içimizden geçiyor.

Aktivizm ise sanatla her zaman ilişkiliydi. İklim krizi ve ekolojik yıkıma dair sivil itaatsizlik örnekleri de, güncel sanatın açtığı olanakları yaratıcı bir şekilde değerlendiriyor. Özellikle Antroposen’in krizlerine yoğunlaşırsak, nükleer çağın başlangıcı ve sonrasında yaşanan çevresel sorunlar ve toplumsal meseleler sanatçıların öncelikli ilgilendiği alanları oluşturmaya başlamıştı. 1968’in mirası ve sonrasında ise şiddetsiz yaratıcı eylem biçimlerini tercih eden nükleer hareketin yarattığı deneyim ve kazanımlar Avrupa, özellikle de Almanya’daki yeşil hareketin kurucu unsurlarını oluşturmuştu. Berlin Duvarı’nın yıkılmasının ardından ise çevre adaleti, ilk olarak 1990’larda küreselleşme karşıtı hareketin, ardından ikinci olarak da 2008 krizi sonrası işgal hareketleri sırasındaki kent hakkı taleplerinin önemli içeriklerini oluşturdu.

Bununla beraber uluslararası sivil toplum ve çevre aktivistleri, 1988’de Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi tarafından oluşturulan hükümetler arası iklim rejiminin anlaşmalarını takip eden ve oluşturduğu politikaların yetersizliğine dikkat çeken örgütlenme, kampanya ve eylemler de yapıyorlardı. Yerel halkların yıllardan beri süre gelen doğa savunuculuğu da, iklim hareketinin destek verdiği; fakat bunun da ötesinde yerel, ekolojik, katılımcı, şenlikli ve demokratik unsurlarıyla hak mücadelelerinin en önemli deneyimlerini oluşturmaya devam ediyor.

Üçüncü dalga: İklim adaleti

2015’te Paris Anlaşması’ndan sonra bugün artık duvarın yıkılışından sonraki üçüncü toplumsal hareket dalgası; ekolojik yıkım ve iklim krizini merkezine alan iklim adaleti hareketi ve onun sanatsal ifadeleriyle beraber artık daha yoğun bir şekilde kesişiyor. Bu kadar katmanlı ve birbirine geçen krizler ve hak mücadelelerine bugün artık sadece yeni demek yeterli (ayrıca gerekli de) olabilir. Bruno Latour, İklim Rejimi olarak ifade ettiği bu yeni dönemi oluşturan gelişmeleri; ABD’de Trump’ın seçilmesi, Brexit, mülteci krizi ve Paris Anlaşması olarak sıralıyor. (Kronolojik olarak sıralanmayışına dikkat çekmek isterim.) Latour’a göre derin krizler içeren bu gelişmeler, yeryüzü üzerindeki yaşamlarını politik bir şekilde ören bizlerin yeni bir toprak aidiyeti oluşturması gerektiğine işaret ediyor. Kısaca bahsetmek gerekirse yazar bu noktada politik bir performans ihtiyacını vurguluyor.

Verdiği örnek ise, hepimizin gözlerinin önünde cereyan eden bir kutlama olması açısından oldukça ilginç. 2015’te Paris’te gerçekleşen COP25 müzakerelerinin sonunda Paris Anlaşması’nın kabul edilmesine verilen ilk tepkilerden biri Hollande’dan gelir: “Vives les Nations Unies, vive la planéte et vive la France!” Müzakereler sonucunda kabul edilen Paris İklim Anlaşması’nın son halini,  “Çok yaşa Birleşmiş Milletler, çok yaşa gezegen, çok yaşa Fransa” diyerek kutluyor dönemin Fransa Cumhurbaşkanı.

“Kurum ve ülkelerin yanında gezegenin de çok yaşamasını dile getirmek, aynı zamanda bir sonu olabileceğini de düşünmek anlamına gelebilir”, şeklinde yorumluyor Latour. Sorunlu ve en az bir alternatif ihtiyacına işaret eden bir performans olsa da Latour’un ifade ettiği aidiyet kurma ihtiyacına işaret ediyor Hollande’ın kutlamayı tercih ediş biçimi.

Kasım’ın ilk haftasında gerçekleşen Amerikan seçimleri öncesinde, iklim bilimi de benzer bir ihtiyaca cevap vermek zorunda kaldı. Daha önce politik bir tercih belirtmeyen iklimbilimciler ve Greta Thunberg gibi iklim aktivistleri, “Bilimin yeterince bilgisi olduğunu düşünmüyorum” diyen, Donald Trump’ın seçilmesinin yıkıcı ve yok edici anlamlarına dikkat çekerek Amerikalıları Demokrat Parti’ye destek vermeye çağırdılar. Latour, bizlerin çok aşina olduğu bir deyim kullanarak, Trump ile Thunberg’in aynı dünyalara ait olmadığını söylüyor…  

***

Dansçı bir kadın, boş bir evin içinde bir anda koşuyor ve bir anda durup dehşet içinde kalıyor. İşte bu tepki, herhangi bir aksiliğe – belki de bir felakete karşılık verebilme yeteneğimizin küçük bir performansı. Kadının hareket edebilirliğine alan açıldıkça, verebileceği tepkilerin olanakları da artıyor. Dehşet içinde kalabilmeyi dans içinde bir temsil, bir hareket ifadesi haline getirebildiğini görüyoruz. Bruno Latour da, o performansı düşünerek iklim aktivizmi üzerine yazmaya başladığını söylüyor. Sanırım, sanatın bize bu yeteneğimizi hatırlatmasına çok ihtiyacımız var.

Peki, bütün bu krizlere karşılık verebildiğimiz anlara ya da şimdiden örülmeye başlayan hikâyelere verilebilecek örnekler var mı? Ben de tam olarak, sonraki yazılarda bu örneklerden bahsetmek istiyorum.

More in Manşet

You may also like

Comments

Comments are closed.