Dış Köşe

“Keşfetmek”, “yenmek” ya da utanç – Ferhat Kentel

0

Bugünlerde Cumhurbaşkanımızın oyalanalım diye bizim önümüze attığı fındık fıstıkla oyalanıyoruz.

Hadi biz de biraz oyalanalım; çünkü fındık fıstık atarak kendine eğlence yaratanlarla uğraşmak da eğlenceli bir taraf içeriyor…

Amerika’yı Cristoph Colomb’un değil, Müslümanların “keşfettiği” bilgisi ile tanışıyoruz örneğin. Çünkü bu bilgiye ilave olarak Küba’da bir camiye rastlandığı servis yapılıyor.

Ve memleket olarak, kimin keşfettiği üzerine sağlam polemiklere dalıyoruz… Ama bu “keşfetme” denen olayın ne biçim bir halt etme, ne biçim bir hakaret, aşağılama olduğunu bile farketmiyoruz. “Keşfetme” lafını böbürlene böbürlene söyleyenler ya da “hadi canım, sen övünüyorsun ama aslında sen keşfetmedin” diyerek böbürlenenlere çemkirenler de dahil olmak üzere, doğru dürüst hiç kimse böyle lafın kendisinin ne kadar utanç verici olduğunu fazla sorgulamıyor. Müslüman ya da Hristiyan kâşiften önce o kıtada “insanların” yaşadığını düşünemeyecek kadar yarıştırma halinde eski ya da yeni Kemalistler…

O kıtada insanlar keşfedilmeyi bekleyen yabani yaratıklar değildi…

Ve dolayısıyla o kâşif efendiler oraya gittiler diye o kıtanın insanları “var” konumuna geçmediler. Çünkü zaten orada vardılar!

Aslında söz konusu olan durum modernizm karşısında sürekli sırıtan aşağılık kompleksi… Ve buna eklenen bu topraklarda bol miktarda görülen devletçi, ataerkil yapıların bıraktığı izler…

Ama bu bizim Müslüman Kemalistlerin “ilk otantik” Kemalistlerden hiç farkı yok; “otantik” olanlar da yakın bir geçmişte Küba devriminin en sembol ismi Che Guevara’nın hep koltuğunun altında (ya da cebinde “cep formatında) “Nutuk” adlı buraların laik dinselliğinin kutsal kitabını taşıdığını söyleyip duruyorlardı! (Yani aslında bu Küba’da ilginç bir şeyler var; eğer Kübalıları etkilemişsek, oralarda iz bıraktıysak boyumuzun epey, bir kaç karış daha büyümüş olacağını varsayıyoruz herhalde!)

Bir yandan modern dünya karşısında kaydedilmiş olan yenilgilerin getirdiği travmayı aşmak için sürekli kendini şişiren bir yapı; sürekli “ne kadar büyük olduğunu” anlatan bir zihniyet. Bir zamanlar Amerikan–Rus (ya da Sovyet) karşılaşmalarına dair sahnelerin canlandırıldığı fıkralar gibi… Hani Amerikalı biri Moskova’ya gitmiş; onu gezdiren Rus’un sürekli “Şu gördüğün binayı Sovyet teknolojisiyle şu kadar günde, şu kuleyi azıcık günde yaptık” diye anlattığı ve de Amerikalının da “O da bir şey mi? Bizde olsa, aynı bina şu kadar daha az günde yapılırdı” tarzında sürdürdüğü bir yarış zihniyeti…

Yani sürekli bir güç yarıştırma, büyüklük çabası, büyük olma arzusu… Keşfettiğin dağlara, ovalara, okyanusların dibindeki çukurlara isim verme, ölümsüz olma çabası… En büyük gökdeleni yapma hırsı…

“En büyük gökdeleni yapacağım” diye tutturan “saygıdeğer” iş adamı, emrinde 1000 liraya “köle” olarak çalıştırmayı becerdiği insanlardan 301 tanesini toprağa gömecek kadar “tasarruf” yapıp, uzun bina yarışına girebiliyor.

Bu kadar çok aşağılık-büyüklük kompleksine kapılınca doğal olarak “ne olursa olsun yenmek” bir mutlak arzuya dönüşüyor. “Yenilmek” ise en büyük travmaya… Yenilmeyi kabul edemiyor bizim kompleksliler…

Bir adamın ettiği lâfı (“Benim de benzer gözlemlerim ve tecrübelerim var”) yamultup, üstelik mevcut olmadığı bir toplantıda konuşulanlar hakkında ona “Ben şahidim” dedirtmek, savaş kazanmak için başvurulmuş dümdüz ahlaksızlıktır. Bunun en iyi ihtimalle futbol dünyasında bir karşılığı var. “Vur kır parçala, bu maçı kazan!” diyerek, ancak belden aşağılık yöntemlerle maç kazanmayı becerebilen, futbolcu, antrenör, kulüp başkanı, medya maymunu yorumcular için de “yenilmek” tahammül edilmez bir durum.

Yani işin özü şu: tribünden ya da Ak Saray’dan bakarken durum çok farketmiyor. Hepsi “başkan” olmak istiyor ve yenerek var olabileceklerine çok inanıyorlar.

Ferhat Kentel (Basnews.com /BasHaber Gazetesi)

More in Dış Köşe

You may also like

Comments

Comments are closed.