Hafta SonuKöşe YazılarıManşetYazarlar

Kentte doğayı yaşamak

0

Hoşumuza gitse de gitmese de çoğumuz kentlerde yaşıyoruz. Kentin ne demek olduğu, nerelere kent denilebileceği değişik bakış açılarına göre değişik yanıtlar bulabilir. Burada bunların açılımına girmeyeceğim. Kabaca, nüfusun belli bir büyüklükten fazla olduğu, işgücünün büyük ölçüde endüstri ve hizmet sektörlerinde istihdam edildiği yerleşim alanlarına kent demek, bu yazının yaklaşımı açısından hatalı olmayacak.

Hemen bütün dünyada ve elbette ülkemizde kent yaşamının getirdiği bazı avantajlarla birlikte bazı dezavantajlar da bulunuyor. Dezavantajlı konuların başında doğadan uzaklaşmak geliyor olmalı. Bilimsel bir veriden değil kişisel gözlemimden söz ediyorum. Hoş, bilimsel veriler de benzer bir tabloyu gözler önüne seriyor. Peki, kentler doğadan bütünüyle kopuk yerleşim alanları mı? Kentlerde yaşayanlar doğayı yaşamak konusunda hiçbir olanağa sahip değiller mi? Gelin, isterseniz bu soruya birlikte yanıt arayalım.

Etrafına bak!

Elbette kentlerde, kırsal alanlardaki gibi geniş ve ferah peyzajlara sahip olmak çok kolay değil. Büyük çayırlıklar, geniş doğal ormanlar, göller, kayalıklar, doğal görünüm ve yapısını koruyan akarsuları kentlerde görmek neredeyse imkânsız gibi. Ama bu, kentlerde doğayı yaşayamayacağımız, onu hissedip mutlu olamayacağımız anlamına gelmiyor. Burada sözünü etmeye çalıştığım küçüklü büyüklü kent parkları, ev ya da site bahçeleri, deniz kıyıları veya kentlerin yakınındaki doğal alanlar değil. Bizzat kentin ‘en kent’ olan kısımlarından, beton ve asfalt yumağına dönüşmüş alanlarından söz ediyorum aslında. Bu tür alanlarda bile doğayı bir nebze de olsa hissedebilir, içinize çekebilirsiniz. Ancak bunun için etrafınıza bakmayı, dikkat edip özen göstermeyi öğrenmeniz gerekiyor.

İşte size birkaç örnek:

  • Kaldırım araları, duvar dipleri, yol kenarları veya nasıl olmuşsa kalmış boşluklardaki bitkiler: Bu tür alanlara bakıyor musunuz? Kaldırımlarla duvarların birleştiği noktada kalan bir iki santimlik toprak parçalarında, hele tam şu sıralardaki gibi ılık ve yağışlı bahar aylarında, hele İstanbul gibi bitki çeşitliliği açısından zengin coğrafyalarda nasıl coşkulu bir bitki dünyasının olduğunu sanırım kolay kolay tahmin edemezsiniz. Geçenlerde tam bahsettiğim gibi bir duvar dibinde, yaklaşık beş altı metrelik uzunluk ve bir iki santimlik genişlikteki toprak parçasında 10 civarında bitki türü saymıştım. Bu bitkilerden tanıyabildiklerim şunlardı: Eşek hıyarı, turnagagası, kuş otu, venüs çiçeği, top hardal, karahindiba ve yapışkan otu.
  • Sabahları erken saatlerde duyabileceğiniz kuş sesleri: Günün ilerleyen saatlerinde öylesine yoğun bir insan kaynaklı gürültü (taşıtlar, inşaat çalışmaları, konuşmalar-bağrışmalar vb.) oluşuyor ki değil kuşların sesini duymak, karşılıklı konuşurken bir diğerimizin sesini bile duyamayacak duruma geliyoruz. O nedenle sabah erken saatler çok önemli. Kuşlar güne çoktan başlamış fakat insanların günü henüz başlamamış oluyor. Çeşit çeşit kuş sesiyle ortalık cennetten bir köşeye dönüşüyor adeta. Tek yapmanız gereken gözlerinizi kapatıp kendinizi ötüşen kuşların oluşturduğu orkestranın doğal ritmine bırakmak. En etkili depresyon ilaçlarından bile daha etkili olduğuna rahatlıkla iddiaya girebilirim.

  • Bina aralarında, sokak köşelerinde, kaldırımın ya da yolun ortasında nasıl olmuşsa kalmış ağaçlar: O ağaçlar bize öyle çok şey anlatırlar ki. Kimi etrafındaki binaların durumuna göre şekil almış, kimi gölgeden çıkıp ışığı yakalayabilmek için olabildiğince yükseğe çıkmaya çalışmış, kimi de nasıl olmuşsa bol ışıklı bir ortamda kaldığı için dallanıp budaklanmıştır. Kimini kurutmaya çalışmışlar, arsızca budamışlar ama bir biçimde yaşama tutunmuş, kimi ise ölmüş ama ayakta kalmıştır. Bu ağaçlara dikkatle bakmalısınız. Onların başlarından neler geçtiğini anlamaya çalışmalı ve zamanınız varsa onlara sarılıp hasbıhal etmelisiniz. E, bunları yapınca ne olacak diye düşünenler olacaktır. Yapın siz, ne olacağını kendiniz görecek, yaşayacaksınız. O ağaçlar size öyle şeyler anlatacaklar ki, şaşırıp kalacaksınız. Üstelik birinize anlattıkları şeyi bir diğerinize anlatmadan, her birinize ayrı ayrı hikâyeleri bulup çıkaracak, sizi yaşadığınız sahte gerçeklikten alıp asıl gerçekliğin kollarına taşıyacaklar. Emin olabilirsiniz.

Yabani değil doğal

Kadıköy’de Kurbağalıdere’nin Yoğurtçu Parkı’na denk gelen kısımlarında yılan hikâyesine dönmüş bir düzenleme çalışması var. Kadıköy çarşısından evime gidiş-geliş yolunda olduğu için sık sık oradan geçerim. Yaklaşık bir ay önce derenin Yoğurtçu Parkı’nın karşı tarafında kalan kıyısında 200-300 m2 kadar, belki biraz daha fazla bir boş alan gözüme ilişmişti. Baharın ilk belirtileri ile çeşit çeşit doğal bitki (genellikle yabani bitki ya da yabani ot denilir ama kültürümüzdeki olumsuz çağrışımı nedeniyle ben yabani yerine doğal demeyi tercih ediyorum) boy göstermeye başlamıştı. Kabaca, hepsi birbirinden özel 10’un üzerinde bitki türü saymıştım. Duyduğum heyecanı aşağıda fotoğraflarını paylaştığım iki twitter paylaşımı ile dışa vurmuştum o gün.

Bu yazının yayımlanmasından üç gün önce aynı yerden geçerken, ikinci tivit ile dile getirdiğim korkumun gerçeğe dönüştüğünü gördüm. O güzelim doğal bitkiler kesilmiş, toprak kazılmış ve sulama boruları döşeniyordu.

İşçilere yaklaşıp önce kolaylık diledim, sonra kim yapıyor bu çalışmayı diye sordum. İstanbul Büyükşehir Belediyesi dediler. O an duyduğum ve hatırladıkça aynı şekilde içimi sızlatan acıyı tanımlamam olanaklı değil. Yabani denilerek hor görülen, oradan oraya sürülen, yok edilmeye çalışılan doğal bitkilerin ne kadar büyük bir değere sahip olduğunu, hele kentsel alanlarda bir şekilde tutunmayı başarmış olanları gözümüz gibi korumamız gerektiğini anlamak neden bu kadar zor? Neden onların yerine ticari amaçlarla üretilen, yörenin doğal bitkileri olmadığı için sürekli sulama, ilaçlama ve gübrelemeye gereksinim duyan, bu nedenle de doğaya yararından çok zararı dokunan kalıplaşmış süs bitkilerini dikmekte, monoton çim alanlar yapmakta ısrar ederiz?

Üstüne basarak söylüyorum; Bütün kentsel alanlarda bir şekilde yaşama tutunmayı başarmış doğal bitkileri korumak için çok katı kurallar koymalı, onlara zarar verenleri cezalandırmalı ve bu örnekteki gibi onların topluca bulundukları alanları korumayı garanti altına alacak yasal düzenlemeler yapmalı ve yeni kentsel koruma statüleri tasarlamalıyız. Umuyorum ki, çok iyi bir uzman ve akademisyen olduğuna Orman Fakültesinde görev yaptığı zamanlarda yakından şahit olduğum İBB Park, Bahçe ve Yeşil Alanlar Daire Başkanı Prof. Dr. Çağatay Seçkin bu konuya gereken özeni gösterecek ve en kısa zamanda gerekli önlemleri alacaktır.

Bayramımız kutlu olsun

Dün 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı idi. Ulusal egemenliği, ulusun egemenliğini tıpkı bir çocuk gibi saf ve coşkuyla, fakat aynı zamanda Ata’mızın cesaret ve kararlığı ile savunmamız gereken günler yaşıyoruz. Herkesin gereken sorumluluğu bilinçlice üstleneceği bir gelecek dileğiyle, bayramımız kutlu olsun!

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.