Hafta SonuManşet

Kendi dünyalarının Don Kişot’ları (Bölüm 2) – Mem Çelik

0

Çocukluktan üniversiteye, Mardin’den Van’a uzanan bir yolculuk…

Mem’in yolculuğu…

6 bölüm, 6 hafta…

2. Bölüm

Birinci bölümü okumak için tıklayın.

***

Yaşam bazen güzel sürprizler yapar. Ta ki Pandora’nın kutusunun neredeyse boş olduğunu, dibinde can çekişen beti benzi atmış umudu görünceye kadar. Haydi sen de çık dersin, ama takati yoktur. Sen ellerinle alırsın umudu. Birkaç zaman beslersin. Eğer şanslıysan umut yeşerir. Umudu büyütürsün. Sonra bir vadide ırmağın ve kuşların sesiyle uçurursun. Ve “umut” edersin. Kim bilir, belki de insanlığa yapılmış en kötü şeydir umut. Neyse…

pandorasbox

Gel zaman git zaman ilkokul, lise derken hayat geçiyor. Ailem köyden ilçeye taşınmış. Köy şafak vakti ‘kendiliğinden’ yanıp kül olmuş. Köyün isminin başına artık bir sıfat getirilmiş: ‘Harabe.’ Bizim köy de Anka kuşu gibi küllerinden doğmayınca ilçede kalmaya devam ettik.

Size bir şey itiraf edeyim mi? Ergenlik döneminde fiyakalı olmayan bir işte çalışmak çok kötü. Kahrolası Mardin sıcağında kocaman bir kamyon tuğla indirmek çok pis bir şey. Okulda fiyakan yerinde. Okulun en havalı kızının ara sıra sana bakması statüne statü katıyor. Oysa herkes okuldan dönerken benim esmer tenim tuğlanın b.k rengine dönmüş durumda. Bir an başımı çeviriyorum. İki metre önümde okulun en havalı kızıyla göz göze geliyoruz. Belki bir ya da iki saniye. Kız başını çevirip yoluna devam ediyor. O iki saniye bir ömür kadar ağır… İlk defa mevcut hayatımdan utanıyorum. Fakirlik ayıp, utanılacak bir şey. Fakirlik bir insanlık ayıbı… Fakir olanın değil, fakirliğe mahrum bırakanın ayıbı… Ve benim hayatım bu olmamalı diyorum… Müslüm Gürses dinleyen Remo (Ramazan) ağabeye soruyorum. Nasıl iyi bir hayat kurulur? Arabesk cümleleriyle sonucu okumaya getiriyor.

Okumaya karar verdim. Ama öyle bir izlenim yaratmışım ki, kimse okuyacağıma inanmıyor. Ne hocalar ne de çalışkan arkadaşlar. Yani biraz da haklılar. Hayır hatta çok haklılar. Ders çalışmak için gittiğim her kapı kapanıyor. Neyse konudan uzaklaştım yine.

İki yıl boyunca evin karanlık odasında matematiği çözmeye çalıştım. Bir kısmını da çözdüm. Sınav sonuçları açıklanacak. Heyecanla bekliyorum. Varsın büyükler evlilik projeleri yapsın. Okumuş büyükler ise bir yere çırak verip en azından bir mesleği olsun desin. Ve sınav açıklanmış söylentileri… İnternet kafeye öyle bir koşuyorum ki, Hüseyin Bolt’un rekorunu kırmış olabilirim. Şaka yapmıyorum. Ama ÖSYM sayfası hizmet veremiyor. Bir, iki, üç… derken… Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi… ‘Kazandınız!’

Görür görmez… Ah ulan ah! Anlatamam ki… Yani şu kadarını söyleyeyim: Lise müdürü hocam üniversiteyi kazandığıma ikinci seneme kadar inanmıyordu… Neyse konu bu değil.

***

Zaman gelmiş kapıya dayanmış. Mem artık Van’a yolcu. İlçe dolmuşunda kurumuş kahverengi dağları izliyorum camdan. Hayalin biri bin para. Ama bana bedava. Yel değirmenleri olmasa da benim dağlarım vardı.

Literatürüme artık yeni konuklar gelmişti. Herkese ‘hocam’ demeye başladım. Küçük bir ayrıntı yakalarsam hemen üniversiteli olduğumu dolaylı yoldan da olsa anlatmaya çalışıyorum. Resmen kominist olmuştum. Bakkala hocam bir sigara ver diyorum. Muavine hocam diyorum. Şoföre hoca, imama hoca, öğretmene hoca, arkadaşıma hoca… Hızımı alamayıp telefonda babama bile hocam dedim.

Neyse Van otobüsüne bindikten sonra içime tuhaf bir his doğdu. Saat gece üç. Çişim geliyor. Herkes uyumuş. Ben uyanığım. Sanki gerçekte olmamam gereken bir yerdeyim. Bu kötü düşünceyi kafamdan attım. Sabaha karşı bir dinlenme tesisinde mola verdik. Telefonum çaldı. Arayan bir cemaatçı ağabeydi. Nasıl bu kadar samimi olduğumuzu bilmiyorum. Ama Van’da beni karşılayacak, evine götürecek kişi. Daha tanımadan nasıl da minnettarım anlatamam.

Sabah saat on otuzda Van Otogarı’na vardık. Servis şoförüne beni Maraş ve Cumhuriyet caddelerinin birleştiği yerde indir dedim. Şoför bir tuhaf baktı. Yabancı olduğumu söyledim. İlk defa geldiğimi söyledim. O da “Haydi çabuk gidelim, ortalık karışmadan” dedi. Anlamadığım halde anlamış gibi yaptım. Sonuçta üniversiteyi kazanmış bir delikanlıyım. Anlamamam ayıptır. Neyse, şoför bir yerde durdu ve çabuk inmemi söyledi. Gideceğin yer üç yüz metre ileride dedi. Ve can havli ile geri geri gitmeye başladı. Sağıma soluma baktım. Her yer kapalıydı. Terk edilmiş bir kasabayı andırıyordu. Üç yüz metre ileriye ‘gitmemem’ gerektiği hissi o kadar güçlüydü ki. Ama üniversite öğrencisiydim. Sonu ne olursa olsun korkmamam gerekiyordu.

Biraz yürüdükten sonra genzim, gözüm, kulaklarım, hatta tenim öyle bir yandı ki, olduğum yere çakma Adidas çantamın üstüne attım kendimi. Nefesim kesildi kesilecek. Hatırladığım tek şey iki elin ensemden tutup beni o durumdan kurtarmak için sürüklediği.  Bilincim yarı açık. Yeni hayatımın verdiği heyecan. Mardin’den bu kadar uzak bir yere gelmenin verdiği tuhaflık. Üniversiteyi kazanmanın yarattığı yeni ‘ben’. Ve bu iblis, beyaz dumanın beni allak bulak etmesi. Bayılmışım… Biri beni dürtüyor. Kendime gelirken aklıma geliyor. Biri beni o cehennemden kurtardı. Evet bunlar onlar. Hocam teşekkür ederim demem gerekir repliği geçiyor zihnimde…

Gözlerimi açar açmaz sert bir tokat… Kendime geldim demeden ikinci tokat… Evet karşımda üniformalı bir polis ve üçüncü tokat. Derdimi anlatamıyorum ki. Üniformalı soruyor: “Vatanı mı böleceksiniz lan?” Tam cevap verecekken bir sağ kroşe, bir diz… Neyse uzatmayayım. En sonunda bağırdım avazım çıktığı kadar: “Beni dinleeeeeeeeeeeee!” Ben bile benden çıkan sese şaşırdım. Adam durdu: “Söyle lan!” Benden o durumda ne kadar sakin olunabilirse öyle “Bakın hocam, ben eee…” Bir tokat daha… Elektronlar gözlerimin önünde iyon alışverişi yapıyor. Ben yerdeyim. Neyse, çantamı boşaltıp içinde ÖSYM’nin kazandı çıktısını bulana kadar, cemaatçi abi gelip beni karakoldan alıp eve götürdü.

Hoş geldin faslından sonra çay ve çayla beraber kaçta uyuyacağımız, kaçta uyanacağımız, evdeki yasaklar vesaire… Ulan ben neredeyim? Düşünsenize hocam kavramını bile unutmuşum. Doğru ya ben üniversite okumaya geldim. Sabah kaydı yaptırmaya gittik. İki üç tel bıyığı olan birkaç sert bakışlı genç gördüm. Ters ters bakıyorlardı. Tabii ben de ters ters baktım. Yanımdaki, bana “Hocam değil abi diyeceksin” diyen abi sessizce, “Bunlardan uzak dur ve bulaşma” dedi. Ben ise yediremiyorum kendime. Nasıl olur da biri bana ters ters bakar. Hani gözüm de kesiyor, üçünü de yere sererim. O kadar ırgatlık yapmış olan ben. Hocasına eyvallah çekmeyen ben.  Neyse dedim ve ben de onlara ters ters baktım.

***

Kaydımı yaptırdım ve artık resmen öğrenciydim. Gökteki ayın içinde bir sürü patates olduğuna inanan ben. Elimi uzatıp, bulutların arasında ayı tutup, kendime çekip, parçalayıp, içindeki patatesleri çıkartıp ayı tekrar yerine koyacak gücü kendimde buldum. Nasıl bir narsistliktir bilmiyorum, ama o an gerçekti.

Kaldığım cemaat evinde müzik yasaktı. Oysa benim bir mp3 çalarım vardı. Hem de son model. İçinde onlarca ‘dengbéj’ parçası vardı. Ben de gizli gizli dinliyordum. Ama bir yandan da vicdan azabı çekiyordum. Nasıl olur da bu günahı işliyorum? Okulun ilk haftaları. Sanki bütün kampüs bana bakıyor. Ona göre yürüyorum, ona göre bakıyorum hayata. Sanki bir stat dolusu insan bana bakıyor. Ben de podyumda yürüyorum. Yürürken de hiçbir şeyden haberim yokmuş gibi davranıyorum.

Bir gün yine fakülteye yürüyorum. Hani şu iki tel bıyığı olan, hani kayıt yaptırmaya giderken ters ters bakan, yolun karşı tarafında yürüyor. Ara sıra bana bakıyor. Ama ilk gördüğümdeki gibi değil, sanki arkadaşmışız gibi bakıyor. Bense görmemezlikten geliyorum. Bir yandan da içimden “Ulan bu sefer döverim bunu, nasılsa ev abisi de yok yanımda. Hem serçe parmağımla bile deviririm bunu tek başına zaten” diyorum.

Bina girişinde asker “Kimlik kartı!” dedi. Ben de hemen kimliği çıkartıp “Buyurun hocam” dedim. Biraz soğuk baktıktan sonra “Geç!” dedi. Kantine gidip bir çay aldım. Az önce döveceğim benden daha esmer iki tel bıyıklıyı unutmuşum bile. Dünya etrafımda dönüyor. Tam karşıdaki uzun boylu kızı keserken sağ çaprazımda esmer çocuk belirdi: “Selamın aleyküm.” Kafamı çevirdim, ters ters baktım. Allah’ın selamını almamak ayıptı. İsteksiz isteksiz selamına karşılık verdim. Ben zihnimde oturduğum sandalyeyi kafasına geçirmeyi hesaplarken bu kara çocuk “Oturabilir miyim?” dedi ve beni ters köşe etti.

Tabii sandalyeyi kafasına geçirmeyi birkaç dakika öteledim. Çünkü ayıptır. Masana oturan kişiye ters bir şey söylemek olmaz. Ben de gayet soğuk bir şekilde “Otur” dedim. Oturur oturmaz gülmeye başladı. Ama öyle güzel gülüyordu ki, bir çocuk gibi, ben de birden gülmeye başladım. Oldum olası doğal olan her şeye tepki veririm. Ama ciddiyeti korumak gerekir. Tekrar toparlanıp sert sert bakmaya başladım. Benden daha kara olan çocuğa “Konuş, ne istiyorsun?” dedim. Aynı anda da gelecek ters cevabı bildiğim için elimle oturduğum sandalyeyi tutuyorum. Nasılsa birkaç saniye sonra kafasına geçireceğim. Nasıl bana ters ters bakar? Dua etsin yanımdaki ev abisine.

Benden daha kara çocuk gayet sakin “Müzik dinliyorsun. Ne dinliyorsun? Hem yasak değil mi cemaatte?” dedi. Dizlerim uyuştu. Takat kalmadı bende, üflesen yere devrileceğim. O kadar utandım ki, bir saniye içinde kendime belki binlerce lanet okudum. Nasıl olur da müzik dinlerim. Ev abisi yasak dediği halde. Resmen yanlış yapmışım. Müzik dinlemek doğru olmayan bir davranıştı. Ve ben ilk defa ikiyüzlü davranmıştım. Artık ne kadar kızardıysam, kara çocuk bir çocuk edasıyla gülümseyerek “Utanma, müzik dinlemen ne ayıp, ne de günah. Ne dinliyorsun?” dedi. Ben o an evrenler arası geçiş yaşıyorum, kekeleyerek: “Şıvan Perwer”, dedim. Karşımdaki iki tel bıyıklı ve benden daha esmer olan çocuk öyle bir kahkaha attı ki, etraftaki masalar dönüp bize baktı. Gözlerinden yaş geliyordu. O kadar gülüyordu. Ben ise etrafın bize bakmasının utancını yaşıyordum.

Neyse ki bizimki kendini toparlayıp etraftaki masalara ‘kusura bakmayın’ tarzında bir hareket yaptı. Evet bir an önce bu çocuğun ağzını dağıtmam gerekir. Ama tek bir açık vermiyor ki… Gülmesi kesildikten sonra gayet ciddi bir yüz ifadesi oluşmaya başladı. Sanki az önce bir çocuk gibi gülen o değilmiş gibi. Ciddi ve kararlı bir ses tonuyla. “Sana kendi dilinde müzik dinlemeyi ayıp günah sayan bir yerde nasıl durursun? Hangi mantık bir insana müziği yasaklar? Sen müziğin gerçekten günah ya da kötü bir şey olduğunu mu düşünüyorsun?” diye sordu. Yere yığılmamak için kendimi zor tuttum. Kantindeki tüm sesler kesilmiş, bir çölün ortasında yalnız kalmıştım ve az önce gördüğüm güzel hatunun serabı bile yok olmuştu bu çölde. Yok yok, bu duyguyu gerçekten anlatamam. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Karşımdaki kişiyi birazdan hastanelik edecekken, o beni daha beter etmişti. Ne diyeceğimi bilemiyordum. Esmer çocuk Cuma namazı öncesi hutbe okuyan imamdan daha etkili konuşmuştu.

Bir şey diyemedim, dokunsan çaresizlikten ağlayacaktım. Allahtan konuşmaya devam etti: “Ben Mustafa. Suruçluyum. Ben de senin geçtiğin durumdan geçtim. Bu Allahsızların yanında fazla kalma. Tabii yine sen bilirsin. Ama bizim gibi insanlara bu yakışmaz. Biz yıllardır her türlü gericiliğe karşı mücadele etmişiz. Bir dengbej parçamı bile yasaklayan, günah sayan bir gericiliğe nasıl boyu eğerim? O da yetmezmiş gibi aynı evi paylaşırım?” Bu esnada durdu ve “Adın ne?” diye sordu. Ben de kekeleyerek “Mem… şey yani Mehmet. Bizimkiler Mem diyor” dedim. Mustafa “Ooo Mem u Zin ha, memnun oldum” dedi. Ve konuşmaya devam etti. Ama artık hiçbir şey duymuyordum. Bir ara beni dürttü “İyi misin Mem?” “İyiyim”, dedim, “Bana kalacak bir ev ayarlayabilir misin?”. O da gülerek, “Tabii” dedi. “Haydi gidelim!” Bu sefer o şaşırmıştı. “Nereye?” “Eşyalarımı almaya” dedim. “Yarın alırsın acele etme” dedi. Ama ben durur muyum? Nasıl böyle bir yanılgıya düştüm ben? O evde daha bir saniyenin yarısı kadar bile kalamazdım ki!

Mustafa’yı zorla götürdüm cemaat evine. Elbisemi çakma Adidas çantama koydum. Ev abisi olmayan, ama benden önce o eve geldiği için ona da abi demem gereken ev arkadaşı sert bir bakış ve ses tonuyla “Nereye gidiyorsun izin istemeden” der demez çantayı fırlatıp sol elimle boğazına yapıştığım gibi karşı duvara yapıştırdım. Sağ elimi yumruk yapmışım, kayıt gününden beri yüklendiğim delikanlı enerjisi bu çocuğa patlayacak… Mustafa arkadan elimi tuttu. Ama çocuğu o duyguyla sol elimle boğmak üzereyim. O an mantık çalışmıyor. Yani müziğin yasak olmasının mantıksızlığını sorgulamadığın zaman çalışmadığı gibi. O cemaatçi arkadaşımdan da burada özür diliyorum. Gerçekten utanılacak bir durumdu benimki.

Neyse konu bu değil. Konuya geliyorum artık…

43-Mem Çelik

 

(Devam edecek)

Üçüncü bölümü okumak için tıklayın

Mem Çelik

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.