2017 yılından bu yana Açık Radyo’da iki haftada bir çarşamba günü yayınlanan Sudan Gelen’de bu haftaki konu, Kanal İstanbul projesiydi. Konuyla ilgili yazdığı tezini anlatmak üzere Ceylin Arslan ile buluştuk ve konuştuk. Açık Radyo’da 12 Mayıs 2023 tarihinde yayınlanan radyo programının metnini Yeşil Gazete okuyucularına sunarız.
*
Akgün İlhan: Merhaba, Sudan Gelen’e hoş geldiniz ben Akgün İlhan. Depremlerin yaşandığı gündemi kapladığı şu günlerde, bir başka afeti Kanal İstanbul projesini konuşacağız bugün. Bu proje, İstanbul’un henüz yoğun yapılaşmaya açılmamış kuzeyinde daha yapılmadan bile büyük değişimlere neden oldu. Tabii Kanal İstanbul projesini, İGA Havalimanı, 3’üncü Köprü ve Kuzey Marmara Otoyolu gibi büyük ölçekli projelerle birlikte düşünmek lazım. Evet, dediğim gibi bugün konumuz, Kanal İstanbul projesi. Konuğumuz ise bu projenin etkilerini araştıran Ceylin Arslan. Ceylin, bize “Ekolojik Antropoloji Üzerine Etnografik Bir İnceleme: Kanal İstanbul Örneği” başlıklı tezinden yola çıkarak gördüklerini yaşadıklarını ve vardığı sonuçları anlatacak. Ceylin, Sudan Gelen’e ve Açık Radyo’ya hoş geldin.
Ceylin Arslan: Hoş bulduk, merhaba.
A.İ.: Sevgili Ceylin, çok güzel bir konuda çok güzel bir tez yazdın. Bu konulara ilgin nereden geliyor? Neden antropoloji okudun? Neden ekolojik antropolojiye merak saldın? Biraz anlatır mısın?
C.A.: Tabi ki… Öncelikle davetiniz için size çok teşekkür ederim. Bu konulara ilgim ne mutlu ki çocukluğumdan geliyor. Aslında benim iki formasyonum var, arkeoloji ve halkbilim. Bu iki bilim dalı da adları farklı olsa da antropolojinin şemsiyesinin altında tabiri caizse. Ve bu yüzden ben evet, özellikle halkbilimde yoğun bir antropoloji eğitimi aldım. Neden okudum? İnsan ve onun yaşamının kendisi olan kültürünü araştırmak, incelemek ve başka dünyalarla buluşmanın yanında insanı bilmekle ya da daha doğru tabirle bilmeye yakın olmakla bir şeylerin değişeceğine inandığım ve deilgi duyduğum bir şey olduğu için yöneldiğim alanlar böyle şekil aldı. Ekolojik antropolojiye merakımın filizlenme aşaması ise çocukluktan feyz aldığım bir şey ama özellikle insanın çevreyle ekonomiden politikaya kadar yansımaları olan bir temelde nasıl bir iletişim kurduğu aklımda soru işareti barındıran bir şeydi. Son yıllarda ise bunu daha da tetikleyen “ekolojik tahribat”ın ciddi oranda artması… Bir parantez olarak “ekoloji mücadelesi”ni bir anlamıyla da popüler kıldı aslında bu tahribatlar. Bunu nereden biliyoruz Karadeniz’deki HES mücadelelerinden, nükleer karşıtı hareketlerden, 3. Köprü ile karayolu inşaatından ve Gezi Direnişi gibi pek çok direniş örneklerinden anlayabiliyoruz. Geri dönersek ekolojik antropoloji de tam da çok yüzeysel bahsetmek gerekirse bu sorularımı ve kaygımı cevaplayanbir disiplin. Nedir ekolojik antropoloji biraz ona bakarsak eğerinsanın iklim, hayvan ve bitki gibi kendi çevresiyle kurduğu karşılıklı etkileşimin etkilediği ekonomik, siyasal vs. gibi alanları içeren kültürel ve çoğaltılabilecek şekilde yansıdığı alanlarla çok boyutlu ve bütüncül ele alınması… Tabi bunu yaparken etkileştiği fiziki coğrafya üzerinde olan biteni herhangi bir sorunsal üzerinden örneğin yerli halkın rızaları dışında kendi yaşam alanlarıyla ilgili alınan kararları siyasal bir farkındalıkla kuramsal olarak inceleyerek sonunda da bir çözüm önerisi sunmak temel hedefi arasında olan bir yaklaşım. Ancak burada belirtmeliyim ki literatürde bu yaklaşım “yeni” ekolojik antropoloji olarak anılsa da süreç birbirine oldukça içkin olduğundan ben bunun çok doğru olduğunu düşünmeyerek doğrudan ekolojik antropoloji olarak kullanılmasını uygun görüyorum kendimce. Bunu da söyleyerek kısaca bu şekilde cevaplayabilirim bu soruyu.
A.İ.: Gelelim tezine, çok güzel bir saha çalışması. Kanal İstanbul projesini çalışma konun olarak neden seçtin? Araştırmanın amacı neydi? Nasıl bir yöntem uyguladın? Ve neden Yeniköy’ü saha olarak seçtin?
C.A.: Arkeoloji ve halkbilim açısından şahsi olarak benim merakımı karşılayan bir alan ama en güçlü yanı akademik camiada sesi duyulamayacak kadar cılız kalması ve benim buna hayret içinde bakarak insani ve de mesleki sorumluluk hissetmem. Çünkü bu 45 km’lik proje güzergâhı nereden bakarsak bakalım yaklaşık 20 milyonluk İstanbul nüfusunun neredeyse akciğeri diyebileceğimiz önemli su havzalarına ev sahipliği yapan ve bu projeyle maalesef ki “yok edilmek istenen ”ekolojik bir koridor. Şayet ki böyle bir şey olursa en başında neyi nasıl yok ettiğimize dönük florası, faunası, jeolojisi, iklimi, toprağı, suyu, hafıza mêkanları, arkeolojik bilgileri ve benzeri tüm kültürel değerleriyle etnografik bir belgelemeyi amaçladım. Sonrasında ise seçtiğim alan özelinde bunları belgeleyerek tüm bu kültürel ekolojik özelliklerin yanında bir de işin daha da detayına inerek gerek sosyal-kültürel gerek ekonomik ya da politik her yönüyle geçmişten bu yana da izini sürebileceğim haliyle çevresel dönüşüme bakmak, irdelemek. Ve son olarak da aslında bu meselenin özneleriyle beraber bir çözüm üretmek. Belki de en can alıcı noktası da bu olsa gerek. Tabi tüm bunları yaparken uyguladığım araştırma yöntemi, etnografik alan araştırması stratejisiydi. Yani gündelik hayatın herhangi bir köşesinde bir rol üstlenerek katılarak gözlem sürecini tatmak, yaşamak ve de görüşme yaptığım her insanı tavrı, tutumu gibi her yanıyla detaylı bir şekilde ele alan derinlemesine görüşme tekniğini kullanarak o anki yaşamın içine dâhil olmaktan ibaret. Ama neden Yeniköy? Yeniköy bir mübadil köyü… Niye seçtim dersem? Hem kanalın Karadeniz’e çıkan noktasında yer alması, Kuzey Marmara Otoyolu ve 3. Havaalanı gibi mega projelerin kesişiminde olması elbette. Bu yüzden de kesinlikle Yeniköy konumu itibariyle proje içerisinde stratejik bir öneme sahip kültürel peyzaj alanı. Dolayısıyla İstanbul’un kuzeyinde yaratılmak istenen “Yenişehir” kurgusunun her bileşenini yakından hissetmesi onu benim açımdan öne çıkardı diyebilirim.
‘Etnograf yolunu kendi kendine bulur, bulmalıdır’
A.İ.: Sahada çalışırken karşılaştığın zorluklar nelerdi? Kadın araştırmacı olmanın avantajları oldu mu senin için? Kısacası sahadaki deneyimin sana neler öğretti sende neler değiştirdi?
C.A.: Bu benim belki de en hoşlandığım soru olabilir, çünkü gerçekten etnografi yapmayı çok seviyorum. Her saha deneyimi başta alana girdiğiniz kişi olarak çıkmadığınız bir deneyim sürecidir. Ben de bu şekilde tez sürecimden ayrıldım ama aslında ayrılmadım. Arada özlüyorum, zaman buldukça gidiyorum. Neler öğretti, ne değiştirdi? Bu, naçizane bir etnograf için önemli bir soru… Evet, etnografi dediğimiz şey bir yanıyla düşünümsel de bir süreçtir. Kadınlık-erkeklik konusunda ise doğrudan bir avantaj ya da dezavantaj çok gözlemlemedim, yaşamadım da. O konuda belli yaklaşımları aşmış bir yerdeydim sanki. Ama zorluk olarak konaklama, barınma ve ulaşım gibi fiziki koşullar nedeniyle çalışma yöntemimi etkileyecek çok zorluklar yaşadım. Süreçte her birisini yoluna koydum yine de. Aslında bu, sürecin benim için başarılı olan yanıydı. Çünkü etnograf yolunu kendi kendine bulur, bulmalıdır. Yani bunu bir kitapta ya da hocanızdan öğrenemezsiniz. İşin tadı da orada sanırım. Bunun yanı sıra alana girmeden alanın “terörize” edilmesiyle ilgili “kopuş”larla karşılaştım. Çok sakınmama rağmen koşulları mümkün olmasa da olabildiğince eşitlemek adına politik bir safla alana girmemeye çalışsam da farkında olmadan burada duvara çarptım -belki de bu alan için aksi imkânsızdı- ama neyse ki bunlara dair sorun yaşamadım. Şansım yâver gitti. Bu açıdan stratejik bir yerde etnografi yapmak beni “politik bir yerde etnografi nasıl yapılır?” gibi metodolojik çalışma konularına itti, belki sonradan kaleme alırım. Fakat tabi kendimce kızdığım bir şey oldu. Çalışma yaptığım için jandarma tarafından gözaltına alınma ihtimalimdi bu. Bu da olmadı ama zihnimi süreçte meşgul etmedi değil. Korktuğum için değil tabii ki. Meşakkatli bir şekilde oluşturduğunuz diyalog sürecinizin ne zaman kesileceğini beklemek, bu düşünceyle görüşme yapmak çok katlanılası bir şey değil bence. Diğer deneyimlerimse daha çok insanın çevreyle sıkı bağ kurarak döngüsel olarak kurduğu yaşama yönelikti. Orada da başka zihin fırtınaları yaşıyordum. Belki hepimizin de yaşadığı son afet olarak depremlerle de birlikte… İnsan-doğa ilişkisini sorgulamakla uğraştım bir müddet. Sonuç ortada etnografinin cilvesi olarak hayatın pürüzünde “siz”den “biz” olmaya vararak çalışmamı noktaladım. Ama zihnim hala konuşuyor. Böyle söyleyebilirim bu soruya karşılık.
A.İ.: Araştırmanın sonunda neler buldun, sonuçlarını bizimle paylaşır mısın? Kanal İstanbul projesi, daha yapılmadan bile yöre halkı üzerinde ne gibi olumsuzluklar yarattı?
C.A.: Burada belki önce şunu söylemeliyim. Geçmişten gelen bir topografik tahribat var Yeniköy’de. Sayıları binlere varan maden ocağı işletmelerinin yarattığı ciddi değişiklikler var. Örneğin irili ufaklı göller gibi. Onun dışında proje gerçekleştiğinde doğrudan köy kalmayacağı için köyün tüm ekosistemi ile beraber içinde yer aldığı havza çok özel biyoçeşitliliğe sahip olan Terkos Gölü’nü de etkiliyor bir yanıyla. Bununla beraber aslında köyde sıkça söylemlerde de rastladığım gibi suyla ilişkili kuyu ve çeşme vb. kültür varlıkları bulunuyor. Ama tabi bugün çok da mümkün değil bu şekilde su temin etmek. Yine de köyün havaalanı yapım sürecinde yok edilen Kulakçayırı denilen alanı olsa da şu an Kambur Ayazması varyine kaybedilecek alanlardan. Dolayısıyla bunun etkisi doğrudan geçim kaynaklarına da yansıyor. Örneğin köyde ağırlıklı olan mandacılığa ve mandalar suyu çok seven hayvanlarolarak onlara ya da bu etki alanında kalan tarım, balıkçılık ve ormancılık benzeri başka ekonomik faaliyetlere… Burada Kuzey Marmara Otoyolu ve 3. Havaalanı yapımını da unutmamak gerekir. Kesinlikle bütünleşik bakmak lazım. Çünkü bu mega projelerle beraber büyük ölçekte tarım ve mera alanları yok olmuş ya da yapım sürecindeki hafriyat nedeniyle zarar görmüş vaziyette. Aynı şekilde uçakların emisyonlarının vermiş olduğu tarımsal verimdeki değişiklik. Meyvelerin tekrar çıkmaması gibi…Hal böyle olunca da ister istemez istihdama da yansıması kaçınılmaz bir yanıyla.
Yerel halk razı değil
Bir başka sonuç ise “imar izni umudu”nun yarattığı bunu güzergâh boyu için söylemekte fayda var; imar beklentisinin yarattığı mevcut durumun geçim sıkıntısı, ekonomik kriz gibi etkenlerle bazı yerel insanların arazisini elden çıkarmasına yol açması bunla birlikte gelen arsa spekülasyonu. Çünkü neredeyse o civarda her emlakçıda “Kanal İstanbul” manzaralı ibaresini görmemiz mümkün. Bunun neden olduğu ise demografik bir değişim. Yani özellikle evlenen genç nüfusun imar yasağından kaynaklı ev bulamayışı bu yüzden şehre ev ya da iş bulma amacıyla göç etmesiyle köyde emekli nüfusun ağır basması sonucunu doğuruyor. Burada belki söylemek lazım bu projelerin de istihdam açısından yerel halka vaadi olsa da halk açısından çok anlamlı bir doygunluğa erişmiyor.
Daha günlük sorunlar ise havaalanıyla ilişkili olarak uçakların yarattığı neredeyse yan yana dahi birbirinizi duyamayacağınız gürültülü bir sesin varlığı ve sürekli telefon, tv gibi teknik kesintilere yol açan koşullar. Ya da kültürel alana yansıyan yönüyle köyde bulunan cami minaresinin kısaltılması gibi temsil ve hafıza mekânlarının zarar görmesi bellek mekânları üzerinden hassasiyet yaratmış maalesef.
Daha da sosyal yaşama inersem belki yerel halk için en can acıtıcı olan vakti zamanında köy mezarlığının kaldırılacak olması ama neyse ki sonradan bu karar tekrar revize ediliyor ve yeşil alan olarak bırakılıyor ÇED’e göre. En az bu kadar üzücü olan başka bir şey ise insanların çocukken birlikte bilye oynadıkları kişilerle yani köylüsüyle komşuluk ilişkilerinin kolektif ilişki ağlarının kopacak kadar yara alması.
Ve tabi çözüm sürecine geçersem müşterek olarak en başta söylemem gerek ki genelleme yapmadan benim görüşme fırsatı yakaladığım kişiler bu projeye razı değil. Ama tabi bu karşı gelişin oluşturduğu bazı sıkıntılar da var. Örneğin herhangi bir toplumsal muhalefet alanı oluştuğunda karşılaşılan yasal yolların tıkalı olmasına dayalı ya da karar alma süreçlerinde dışarıda bırakılmanın yarattığı devletin koruması altında olmamak gibi veya başka örnek olarak çok sık devletin kolluk kuvvetlerini sıkça alana sokmasına benzeyen güçlükler var. Bu belki de başlı başına bir tez konusu olabilir ama medyada temsil sıkıntısı da var ayrıca. Çok sık seslerini duyuramamakla ilgili daha çok kendi imkânlarıyla oluşturmaya çabaladıkları az bir kesimin bu meselenin bu yönüne kulak kabarttığı gerçeği var. Nihayetinde de hala bir belirsizlik var, bu belirsizliğin de yarattığı şeyler aslında şu ana dek söylediklerim ve belki “kanala evet” cevabından dahi daha kötü bir durum olduğunu düşünüyorum ben bu bilinmezlik sürecinin çünkü insan bilmediği şeyden daima tarih boyunca da korkmuştur. Şimdi de böyle… Bu soruyu da böyle açıklamış olayım.
İmar rantına karşı mücadele sürmeli
A.İ.: Peki, seni bulmuşken sormazsam olmaz. Sence bu proje gerçekleştirilecek mi? Köylüler bu konuda ne düşünüyor? Ve tabii son olarak da, Yeniköy’ü ve İstanbul’un çeperinde olan daha pek çok köyü, insanıyla toprağıyla suyuyla birlikte korumak için neler yapılmalı sence?
C.A.: Bu, bence evet önemli bir soru. Bu proje gerçekleşme ihtimali teknik ya da her açıdan başından beri mümkün olmayan bir proje bence, fakat kısmen köylülerin bir kısmı açısından olasılığı vardı. Ama asıl amaç burada bulunan arsaların imara açılarak bir rant yaratma projesiydi. Yani bu durumu belki Kanal İstanbul özelinde tartışıyoruz ama bunu kesinlikle göz ardı etmeden bundan sonraki mücadelenin İstanbul’un kuzeyindeki bu alanların imara açılıp açılmamasıyla alakalı olması gerektiğine inanıyorum. Ve nitekim de imar konusunda görece başarılı oldular. Bu yüzden öncelikle bu proje vaadiyle imara açılan arsalar benzeri uygulamalar ve proje acilen rafa kaldırılmalı ve de bu bölgenin ekoloji dâhil olmak üzere kültürel değerlerini açığa çıkarabilecek çalışmalar yerel yönetimler, sivil toplum kuruluşları ve bölge ya da yerel halkıyla birlikte kolektif bir şekilde ortaya konmalı. Memleketçe de her oluşturulacak politikada her canlıyı içeren ekolojik hassasiyet gösterilmeli ki dünyamızın iyiliğine dönük kalıcı bir sonuç elde edilebilsin diyerek bitireyim.