Hegemonya – Tanıl Bora

Hegemonya kavramını ailecek seviyoruz. Gerçi AKP iktidarıyla ilgili, hegemonyanın yerini diktatörlüğe bırakma eğilimlerinden de söz ediliyor. Yersiz de değil bunu tartışmak. Ne olursa olsun, AKP’nin ‘altın çağında’ elde ettiği hegemonik kazanımları baki. Ayrıca hegemonik usullerle diktameşrep usullerin harmanını yapmak da mümkündür. Nasıl derler: “Osmanlı’da oyun çoktur”.

Hegemonya, ağız doldurucu telaffuzuyla da açık ediyor anlamını: İktidarın her yerde hazır ve nazır olması demek, dip köşe her yere nüfuzu demek. Kudretli bir hakimiyeti anlatmak üzere “hegemonya” deniyor genellikle. En meşhuru: Amerikan hegemonyası. “Küresel hegemonya”… Hegemonya, bu cephesiyle, zihnimizde bir tür totaliter düzeni canlandırıyor.

Bu kavrama düz anlamının ötesinde bir derinlik kazandıran Gramsci’de, hegemonyanın, fazladan, rıza üretim kabiliyetiyle tanımlandığını biliyoruz. Yönetilenlerin, alttakilerin, ezilenlerin de bir kısmının rızasını kazanmayı başaran bir iktidardır hegemonik iktidar. Onlar arasında da ittifak bağları kurabilen, onların gönlünü kazanabilen iktidardır.

Hegemonyanın, doğrudan doğruya bu rıza üretim kabiliyetiyle ilgili, kolay unutabildiğimiz bir cephesi daha var: Hasımlarını kendi gündemine tabi kılması, daha vahimi, kendine benzetmesi. Kendine benzetmekle, üslûbun bulaşmasını kastetmiyorum sadece. Sadece “sen kimsin!” heyheylerinin, Abdülmucit Keserbiçer projeciliğinin ‘herkese’ intikalini kastetmiyorum. Asıl mühimi, hasımlarını, kendi “anti”lerine indirgemesidir. Böylece, onları kendi akislerine, kendi aksi sedalarına dönüştürmesi…

Her iktidarın gündemi tayin eden, herkese kendini konuşturan bir kudreti vardır elbette. Adı üstünde, iktidardır, demesiyle, yapıp etmesiyle hayatımızı etkiliyor, bir şeyleri olduruyor, bir şeyleri engelliyordur. Tabii bunları takip edecek, üzerine konuşacak, tepki göstereceğiz. Fakat nasıl konuştuğumuz, nasıl tepki verdiğimiz de önemli.

Sözgelimi, kapitalizmi veya neoliberalizmi AKP icat etmiş gibi konuşan açıklamaları düşünün… Kapitalizmle derdi olan, sistem karşıtı bir muhalefet, kapitalizmle didişecektir ve bu iktidar da kapitalist sistemin işletmecisidir. İki şerrin iç içeliğini bilmek, bildirmek farzdır. Fakat neredeyse kapitalizmin bütün musibetini AKP’yle mukayyet sayan propaganda ve ajitasyon dili, bizzat bu muhalefeti de manen zayıf düşürmüyor mu? AKP’ye böyle “miladî” bir anlam atfetmek, onun kendini miladîleştiren söylemine katkıda bulunmuyor mu?

Recep Tayyip Erdoğan’ın gün aşırı sarf ettiği tacizkâr sözlere cevap yetiştirme mesaisini düşünün… Muktedirin sözünün dalga dalga etkileri olur, ciddiye almak gerekir, ideolojik mücadelenin de olmazsa olmazıdır, bu laflarla uğraşmak. Nitekim, Erdoğan’ın hemen her kelamıyla, bir laf yetiştirme seferberliği başlıyor. Sosyal medya ‘yıkılıyor’, mizah coşuyor. Bazen, “İnadına…” kalıbının boşluklarını lafa ve konuya göre dolduran sloganlarla sembolik protesto gösterileri düzenleniyor. “Hiç de bile!” ile “tabii ki de!” ve “velev ki öyle!” arasında salınan bir meydan okuma…  Bazen “dertleri zevk edindim”e benzeyen bir ruh hali…

Birçoğu –hepsi değil- zekice, birçoğu maneviyat yükseltici… Lakin bu reaksiyonlarda da arka planda bir hegemonya jeneratörünün vınlamasını işitmiyor musunuz? Muktedirin provokatif sözleriyle inatlaşmaya talimli zihinler, iktidarın zihniyet dünyasına kısılıp kalmazlar mı?  “Anti”cilik, iktidarın ağzına bakar hale getirmez, tabiliğe sürüklemez mi? Sözünüzü hasmınızdan devşirir hale gelir, hasmınızın anti’sinden ibaret kalırsınız.

(Kürtaj provokasyonunun aynı zamanda Roboski’yi unutturmaya, “kadın erkek eşitliği fıtrata aykırı” fetvasının aynı zamanda Galataport ihalesinin iptal eden yargıyı dönük tehdidi perdelemeye yaradığına hiç girmiyorum.)

Hegemonyayla mücadele, hele karşı-hegemonya iddiası, bir miktar da iktidar yokmuş gibi davranabilmeyi gerektirmiyor mu? İktidar var, elbette  – hem de nasıl var! Onu büsbütün unutmaktan söz etmiyorum; unutamayız. Aklımızı, fikrimizi, düşlerimizi, dilimizi, uğraşımızı, iktidarın markajından kurtarmaktan söz ediyorum. Kendi sözümüzü kurmaktan… Kendi ağımızı örmekten… Kendi hikâyemizi yazmaktan…

Tanıl Bora – Birikimdergisi.com

İLGİLİ HABERLER

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Balık ekmek yemekle olmaz, Marmara’nın suyunu için!-Mehveş Evin

Ne yazık ki müsilaj felaketini balık yemek, denize girmek, denizin yüzeyini temiz görmeye indirgemek, bu büyük ekolojik krizi durdurmanın önündeki en büyük engel.

Marmara Denizi’ndeki kirlilik sorununa bir çözüm: Agroekoloji – Bülent Şık

Agroekolojik yöntemler sulardaki nitrat kirliliğini azaltıcı bir sonuç doğurur ve bu da içme suyu kaynaklarının korunması anlamına gelir.

Örgütlü sessizlik – Arat Dink

Zeki Tekiner, dört ay önce başka bir silahlı saldırıdan şans eseri ölümcül bir yara almadan kurtulmuştu. Vali’yi olayın siyasi boyutu olduğuna ikna edememişlerdi. Dostları Nevşehir’den bir süre uzaklaşmasını istediler. O, “Bana Nevşehirliden zarar gelmez” dedi, kaldı. Su, tanıdık akıyor, değil mi?

Marmara Denizi’ndeki müsilaj kirliliğinde kömürlü termik santrallerin etkisi incelenmeli- Pelin Cengiz

İstediğiniz kadar yüzey temizliği yapın, bir yeri temizlerken diğer taraftan atık devam ediyorsa buna temizlik denir mi?

Marmara’nın ölümü: İstanbul kolera salgınına hazır mı – Bülent Şık

Denizdeki müsilajin kolera salgını getirmesi mümkün. Ama her şeye rağmen devam etmekten ziyade durmayı, onarmayı öne çıkarmalıyız. İnsan, bitki, hayvan ve çevre sağlığını bir bütünün birbiriyle ilişkili parçaları olarak görmeye çalışarak çözümler arayacağız.

EN ÇOK OKUNANLAR