Hasan Cüneyt Bozkurt 1982’de Söke’de doğdu. 2008’de Uludağ Üniversitesi Eğitim Fakültesi İlköğretim Bölümü’nden mezun oldu. Öyküleri saygın dergilerde yayınlandı, çeşitli ödüllere değer bulundu. Kitapları: On Otuz (Roman), Sözcükten Resimler (Roman), Türbe (Roman), Balkondaki Adam (Öykü), Doğum (Çocuk), Yol (Çocuk), Deniz (Çocuk)
Hiçbir şey sistemin dışında değil, biliyorsunuz. Yayıncılık da bir sektör. Piyasa koşullarına göre hareket etmek zorundalar. Fakat yayıncılığın matbaacılıktan bir farkı olmalı. Bir takım ilkeler, ölçütler taşımalı. Saygın yayınevleri bunu öyle ya da böyle yapıyor.
Diğerleri başka şeylerin peşinde. Bu noktada yeni yazarların durumu çok zor. Bir tarafta nitelikli yayınevleri tarafından sonu belirsiz bir kabul edilme süreci var, diğer tarafta kendi imkânlarıyla var olmak. Sonuçta yazdıklarınızın güzel olduğuna inanıyorsunuz. İnanmasaydınız yazmazdınız. Eserinizi paylaşmak istiyorsunuz. İnsanlara anlatmak istediğiniz bir şeyler var. Toplumla, düzenle bir hesaplaşmanız var. Yazdıklarınız edebi anlamda iddialı metinler. Bu süreci bütün yeni yazarlar yaşıyor. Kimileri başarılı oluyor, kimileri başarısız.
Burada ödüller de çok önemli. Türkiye’de saygın edebiyat ödülleri var. Bunlar büyük yayınevlerine giden yolda çok ciddi birer basamak. Elbette hakkınızı alabilir misiniz, onun bir garantisi yok. Yarışmalar da tartışılması gereken bir konu. Fakat ödül alan dosyaların büyük yayınevlerinden yayınlandığı bir gerçek.
Evet, var. Bu bir zayıflık gibi görülüyor. Basım maliyetlerinin kimin tarafından karşılandığı konusu yazarlar arasında rütbe gibi bir şey.
Yayınevlerinin kitabın edebi niteliği konusunda yetkin olduğu varsayılıyor. Sonuçta orada oturan editör de maaşlı çalışan bir insan. Yığınla dosya geliyor. Bunların içinden belli bir kısmını seçmek zorunda. Ölçütler hep tartışmalı. Dediğim gibi bu bir sektör; fakat işini iyi yapan yayınevleri de var. Onlar için maddi meseleler o kadar ön planda değil. Zaten sanat değeri olan ya da bilimsel değeri olan kitapları satın almakla ne bu yazarları ne de bu yayıncıları zengin edebilirsiniz. Böyle kitapları genelde çok satanların arasında göremezsiniz.
Yazar, en iyi durumda basım bedeli gibi bir para ödemeden kitabını yayınlatır. Yayıncı, beklediğinin üstünde bir gelir elde ederse bunu daha çok kitap yayınlamak için kullanır. Kitaplığını genişletir. Onları inceleyin. Sinema üzerine, arkeoloji üzerine, sanat tarihi üzerine bilimsel okumalar yapan kaç kişi var bu ülkede? Peki, çok satmıyorsa neden hala yayınlanıyorlar? Okunmasını sağlamak için. Kaybolmasını engellemek için. Amaç, talep yaratmak. İyinin, doğrunun, güzelin bu olduğuna inanıyorsanız okuyucuyu kendi suyunuza çekersiniz. Bütün bunları sadece doğru bildiğiniz şeyi yapmak için yaparsınız. Zengin olmak için değil. O, saçma bir şey. Zengin olmak istiyorsanız beş kuruş kazanmadan yıllarca günde 5-6 saat çalışmak yerine bu kadar büyük bir emeği başka işlere aktarmanız çok daha mantıklı.
Var. Mesela Orhan Pamuk. Her kitabında biçimsel kaygılar taşıyan bir yazar. Biliyorsunuz tüm dünyada 12 milyon sattı. Politik tartışmaları bir tarafa bırakıyorum. Nobel, gerçekten talep yaratan bir ödül. “İyi edebiyat budur.” dediğinde okuma alışkanlıklarımızı değiştirmemiz için üzerimizde baskı oluşturuyor. İşe de yarıyor. Daha önce tatmadığımız okuma zevkleriyle karşılaşıyoruz. Saygın yayınevlerinin tamamı bu tarz özgün eserlerin peşinde. Çünkü amaç daha güzele ulaşmak.
Yazdıklarım o kaynaklardan beslenmeye çalışan kitaplardı. Elbette onların yanında birer karalama olarak duruyor olabilirler ama okuyanlar bilir, çıkış noktası o yenilik arayışıdır. Ticari açıdan düşünüldüğünde hepsi ölü doğmuş kitaplardır.
Bilenler bilir, bu ülkede büyük kitapçılardan raf satın alacak yayınevlerine kitabınızı beğendirmek için (daha doğrusu kendi beğenilerinizi onlara kabul ettirmek için) peşlerini bırakmamanız gerekir. Yine de kitapçıların listelerinde olsa bile raflarında bulmanız kolay değil. Belli bir rakamın üstünde satıyor olmalı.
Geçenlerde Ankara’da bir arkadaşla dolaşırken “Senin kitabını almak istiyorum. Lütfen imzala.” diye tutturdu. “Yahu,” dedim, “sen bunları tanımıyorsun. Bizim kitapları öyle pat diye bulamazsın.” Zorla bir AVM’ye götürdü beni. Kitabımı sordum. “Evet, gelmiş ama kalmamış.” dedi kadın. “Nasıl kalmamış?” dedim. “Kalmamış işte; ama diğerleri var.” dedi. “O zaman biz 10:30’u alalım.” dedi arkadaşım. Kitapçıdan çıktık. Bir kafeye oturduk. İşte o an, kitabımı imzalarken belli bir noktaya geldiğimi fark ettim. Sonrasında Siyah-Beyaz Kitap’la anlaşma yaptık.
Röportaj: Mahmut Aslan
(Yeşil Gazete)
Haber/Fotoğraflar: Mehmet TEMEL ve Cansu ACAR * Hatay’da depremin üzerinden iki yıl geçmesine rağmen kent…
Sivil toplum örgütlerinin hazırladığı raporda, Türkiye’nin yenilenebilir enerji enerjisi kapasitesini artırma hedefi olumlu bulunurken, nükleer…
İstanbul 5. İdare Mahkemesi, Kanal İstanbul Projesi'ne ilişkin alınan rezerv alan ilanı ve 1/100.000 ölçekli…
Devlet Su İşleri’nin Ağva Plajı’na yapmayı planladığı mahmuz projesi askıya çıktı. Projeye göre, plajın sağ…
Gürcü tiyatro topluluğu The Wandering Moon Theatre’ın ikinci yapımı olan “Pirosmani” kukla tiyatrosu gösterisini 16.…
Mavera Maden şirketi tarafından Devrek, Akçakoca, Alaplı’nın Fındıklı, Belen, Kasımlı, Doğancılar, Kocaman ve Alaplı'ya sınır…