Hafta SonuManşet

[Gözlem] Bayramlarda çalışırız…- Selim Altınok

0
Kızılçullu Köy Enstitüsü- 1940

Bayram kelimesi sevinci, coşkuyu çağrıştırır çoğumuza. Son yıllarda ise daha çok tatili akla getirir oldu nedense! Şu günlerde Ramazan Bayramı’nı yaşıyoruz.

Bayram günlerinde akraba, eş-dost biri birini ziyaret ediyor. Sohbet sırasında en çok şeker ve çeşitli tatlılar ikram ediliyor misafirlere. Bu nedenle ikinci adı Şeker Bayramı oluvermiş zamanla. İnsan ruhunda hoş çağrışımlar uyandıran tatlı ve şeker eşliğinde muhabbeti öne çıkaran yönüyle bu bayramı pek seviyorum. Coğrafyamızın mutfak kültürü malum… Çeşit çeşit tatlılar bu kültürün önemli bir bölümünü oluşturuyor. Baklava, şöbiyet, özellikle Ramazan ayına özgü güllaç ilk akla gelenler. Vitrinleri süsleyen bin bir çeşit çikolata da cabası!

Yine de geçmişi yüzyıllara dayanan lokum ve badem şekerinden hiç vazgeçemem doğrusu. Tatları, kokuları, çeşitleri değişti zaman içinde ama olsun! Eskiden sadeydi badem şekeri, arasına çikolata katmanı eklenmiş yeni versiyonunu da test ettik onayladık milletçe. Güllü, sakızlı derken, artık çeşitlerini sayamıyoruz lokumun! Atalarımız bugüne bir zaman yolculuğu yapıp da şöyle bir çarşıya çıksalar yüzyıllar önce ürettikleri lokumun ne kılıklara girdiğini görünce epey şaşırıp Lahavle çekerler herhalde! Bu arada yeri gelmişken söyleyeyim, benim tercihim kestaneli lokum. Her yerde bulunmuyor ama rast gelirseniz kaçırmayın derim. Olmazsa kaymaklısı, Hindistan cevizlisi, incirlisi de olur. Yalnız bana bildiğimiz cevizli lokum ikram etmeyin, onu yiyemiyorum. Ceviz alerjim var, sebebini başka bir sefer anlatırım. Bayram günü başınızı şişirmeyeyim.

Bunca çeşide, lezzete karşın günümüzün şekerlemeleri ve tatlılarını gönül rahatlığı ile yiyemiyoruz. Neden mi? Katkı maddelerinin gıda endüstrisinde kullanımı arttıkça korkar olduk. Bir de mısır şurubu meselesi var malum! Şimdi bir tatlı önümüze konduğunda önce düşünüyoruz, mısır şurubu mu, gerçek şeker mi diye? Adı sanı bilinen markaların ürettiği, fiyatları biraz yüksek ürünleri tercih etmeye çalışıyoruz. Market işi kurabiye ve tatlılardan kaçınmaya gayret ediyoruz ama bence nafile.

Neyse, bayramdan sonra bir ara gider kolesterolümüzü ölçtürürüz. Her zamanki gibi doktor sonuçları görünce “pastanenin kapısından girmek yok, hamur işi yasak, karbon hidrat yasak” diyecek biliyorum. Bir seferinde, tahlil sonuçlarını aldığım gün eve misafir gelecekti ve doktorun yanından çıkar çıkmaz hemen bitişikteki pastaneye girivermiştim de içimden kıs kıs nasıl gülmüştüm kendime. Doktora bir dahaki gidişimde bunu anlatmıştım da birlikte gülmüştük. Aile hekimim İnci Hanım da bir hikâye anlatmıştı o zaman yaşlı bir hastası varmış, tahlilleri yüksek çıkmış. “Kesinlikle tatlı yok” demiş. Öğle tatili olmuş. Doktor Hanım hava almak üzere şöyle bir dışarı çıkıp yakındaki parka gidince ne görsün? Az önceki hastası banka oturmuş, elinde kocaman bir dondurma külahı, göz göze gelmişler ve tabi gülümsemişler, yapacak bir şey yok, seviyoruz tatlıyı…

Eski bayramlar mı bugünkü bayramlar mı? Bence bu hoş ama boş bir tartışma. İçimizde hep bir eskiye özlem var ya, her şeyin eskisi iyiydi gibi geliyor. Gerçekte pek de değişen bir şey yok aslında. Geçmişi yaşayan bizler, “ah ne günlerdi o günler” derken, biraz da giden ve bir daha geri gelmeyecek olan gençliğimiz için hayıflanıyoruz. Yine de biraz nostaljiden kimseye zarar gelmez…

Eskiden bayramlarda büyüklerimizi ziyaret eder, ellerini öperdik. Onlar da bize özenle seçtikleri bayramlık mendiller hediye ederlerdi.  Bayram sonrası gerçek bir mendil koleksiyonumuz olurdu. Şimdi o mendiller nerelerde bilmiyorum. Birkaç tanesi çamaşır çekmecesinde karşıma çıkıveriyor arada, duygulanıyorum. Günümüzde kimse bez mendil bulundurmuyor yanında. Artık kâğıt mendilden başkasını taşımıyoruz, çok hijyenik olduk, ıslak mendil de bulunduruyoruz çantamızda. Şimdiki çocuklara bayram diye rengârenk bez mendillerden vermeye kalksak bize tuhaf tuhaf bakarlar herhalde. “Amcacığım, bunu ne yapayım şimdi”?

Çocuk haklı, bez mendili bir iki defa kullanınca kirlenecek, kim yıkayacak, ütüleyecek. Bunun yerine mümkünse dolgun bir bahşiş vermek en iyisi. Çocukluğumuzda da bahşiş verilirdi. Mendilin içine bozuk para koyup sararlardı. El öpünce alacağımız şık mendili önemserdik, içindeki paranın miktarıyla ilgilenmezdik pek. Gerçi o bozukluklarla epey iş görürdük. 25 kuruşa Bir külah dondurma, pamuk ya da elma şekeri veya bir şerit çatapat alır keyfimize bakardık.

Şimdi öyle mi? Teknoloji gelişti, her şeyin iyisi var… Çatapat yerine havai fişek! Külah yerine kornet! Çocuklar haklı, öyle 25 kuruşla mendille filan bahşiş olmuyor, kurtarmıyor, vereceksen bir onluk, ya da yirmilik, hatta duruma göre ellilik, yüzlük vereceksin. Çağ değişti, her şeyin en büyüğü, en gelişmişi makbul şimdi. Anadol otomobil çoktan tarihe karıştı, artık küçük araçlara binmiyoruz, kocaman ciplere biniyoruz. Apartmanlar yetmiyor, siteler, rezistanslar inşa ediyoruz. Şehrin tam ortasına bilmem kaç katlı gökdelenler dikiyoruz. Çocuklarımıza da bahşişin en büyüğünü vereceğiz tabi. Kendi tatminsizliğimize onları da ortak edeceğiz.

Kızılçullu Köy Enstitüsü- 1940

Bir kitap okuyorum bugünlerde. Talip Apaydın’ın “Köy Enstitüsü Yılları” Bu kitabı üniversitedeyken okumuştum. Nedense bir özlem olmuş içimde, tekrar ediyorum. 17 Nisan 1940 tarihinde çıkan yasayla resmen hayata geçen Köy Enstitüleri projesi, köyümüzü, köylümüzü kalkındıracak eğitim altyapısını oluşturmayı amaçlayan yurt sever bir girişimdi. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel ve köy enstitülerinin kuruluşunda büyük payı bulunan İsmail Hakkı Tonguç’u bu vesileyle bir kez daha saygıyla anıyorum.

Ne yazık ki Köy Enstitüleri çok yaşamadı “yaşatılmadı”. Ülkemizin kalkınmasında önemli payı olacak bu uygulamalı eğitim merkezleri çok geçmeden kapandı. Tanıdığım bir enstitü mezunu büyüğüm var. Sait Demirkol. Bugün seksen yaşlarında, hala müzik dersi veriyor, evinin bütün tamirat işlerini kendisi yapıyor. Benim mandolinimi ve kemanımı da tamirat için ondan başkasına emanet etmem.

Talip Apaydın’ın akıcı bir üslup ile kaleme aldığı “Köy Enstitüsü Yılları” adlı kitabında yer alan bir pasajı ilk okuduğum günden beri hiç unutamadım. O bölümün başlığı bir sloganın ötesinde, belki de bir özdeyişti aslında: Bayramlarda çalışırız bayramlar için…

Köy Enstitülerinde, öğrencilere sadece beynini değil ellerini de çalıştırmaları için birçok beceri kazandırılmıştı. Ağaç dikmekten tuğla yapımına, keman çalmaktan duvar ustalığına her şey öğretilmişti. Amaç, bu memlekete yalnızca masa başında çalışacak kalem efendisi yetiştirmek yerine, eline emeğine güvenen, üreten insanlar kazandırmaktı. Enstitülerin kuruluşu sırasında öğrenciler aldıkları eğitim sayesinde, kendi dersliklerinin yapımında bizzat görev almışlardı. 1940’ların yoksunluğunda, dünya savaşının zorlu koşullarında, kendi bulgurunu, mercimeğini, salatalığını, domatesini enstitü çevresindeki topraklarda kendileri yetiştirmişlerdi.

Bütün bu işleri yaparken ders saatiyle sınırlı kalmamışlar, akşamları, hatta bayram günleri bile emek vermişler, harç karmışlar, taş taşımışlardı. Bunu yaparken, öğretmenlerinin “Bayramlarda çalışırız bayramlar için” sözünü gönüllerine yerleştirmişlerdi.

Ülkemiz bugün o denli kötü maddi koşullar altında değil elbette. Ancak, insanlarımızda bir isteksizlik, hedefe odaklanamama görüyoruz. Özellikle gençlerimiz çalışmayı sevmiyor, kısa yoldan zengin olmak, her işin kolayına kaçmak düşüncesi hâkim. O günlerin ruhunu şimdiki nesillere de aşılayabilsek iyi olmaz mı? Yine bayramlarda çalışsak bayramlar için nasıl olur?

Ülkemizde ve dünyada barışın hüküm süreceği nice güzel bayramlar yaşamak dileğiyle.

 

 

Selim Altınok

 

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.