‘Gayrimüslimler’in mallarına el koymanın dayanılmaz ve doyulmaz ‘güzelliği’ – Nurcan Kaya

Nurcan Kaya’nın yazısı artigercek.com sitesinden alındı

Hikâye bundan 102 sene önce başladı aslında. 1915 yılında Ermeniler öldürülürken ya da ölüm yolculuğuna çıkarılırken, hazır onlar katledilirken Süryanileri de kılıçtan geçirelim denildiğinde; hem Osmanlı hem de Cumhuriyet döneminde çıkarılan emval-i metruke kanunları ve kararnamelerle, kurulan Emval-i Metruke Komisyonları aracılığıyla ölen ya da aylarca süren sürgün yollarında hayatta kalıp başka ülkelere sığınan Ermenilerin malları devlet eliyle bir sistem dâhilinde dağıtıldığında; * devlet kurumları ve bazı vatandaşlar bu mallara hicap duymadan konduğunda başladı her şey.

İlk olarak İttihatçıların hayata geçirmeye başladığı ancak Cumhuriyet döneminde de ülkede belirleyici olan Türk ve Müslüman bir toplum yaratma ideolojisi demografinin değişmesiyle beraber ekonominin de Türkleşmesini ve Müslümanlaşmasını gerektiriyordu. Bu nedenle 1915’le başlayan Müslüman olmayanların mallarına el koyma politikası Cumhuriyet döneminde de çeşitli tedbirlerle devam etti. Trakya olayları, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül Olayları, 1964’te Yunanistan vatandaşı olan Rumların sınır dışı edilmeleri, 1936 Beyannamesinin bahane edilmesiyle Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün cemaat vakıflarının mallarına el koyması bu tedbirler arasındaydı.

Süryaniler de bu uygulamaların bazılarından nasiplerini alan halklardan biriydi. Cumhuriyet döneminde kiliselere ve diğer ibadet yerlerine tüzel kişilik tanınmadığı için Süryanilere ait kiliseler ve manastırlar resmi olarak mal sahibi olamadılar. Kiliselerin bağlı olduğu cemaat vakıfları mal sahibi olabiliyordu ancak vakıfların sahip olduğu pek çok mala da ali cengiz oyunlarıyla el koyuldu. Şöyle ki; Vakıflar Kanunu kabul edildikten sonra 1936 yılında cemaat vakıflarından sahip oldukları malvarlıklarını listeleyen bir beyannamede bulunmaları istenmişti. Cemaat vakıfları bu talebe uyup beyannamede bulundular ve o tarihten sonra da mal edinmeye devam ettiler. Osmanlı zamanında padişah fermanıyla kurulan bu vakıfların doğal olarak vakıf senedi yoktu. Ancak devlet, 1936 beyannamelerini vakıf senedi olarak kabul edip bu beyannamelerde vakıfların satın alma, bağış ve başka yollarla taşınmaz mal edinebileceğine dair açık bir ibare olmaması halinde taşınmaz mal edinemeyeceği gerekçesiyle cemaat vakıflarının 1936 yılından sonra edindiği mallara el koymaya başladı. Bir vakfın açtığı dava üzerine Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, 1974 yılında verdiği kararda, cemaat vakıflarından ‘Türk olmayan’ diye bahsetmeyi de ihmal etmeyerek VGM’nün bu uygulamasını hukuka uygun buldu. Bunun üzerine 1936 beyannamesinden sonraki süreçte taşınmaz mal edinen cemaat vakıflarının ilgili taşınmaz malları hakkında tapu iptal ve tescil davaları açıldı. O tarihten, vakıflara ilişkin mevzuatta değişiklik yapılan 2000’li yıllara kadar cemaat vakıfları yeni mal edinemediler. Süryanilere ait olan kiliseler ve manastırlar da çeşitli yollarla mal edinmek ya da sahip oldukları malları ellerinde tutmak zorunda kaldılar. Süryani cemaat vakıflarının mallarının var olduğu yerlerde kadastro çalışmaları 1974 yılından sonraki süreçte yapıldığından ve o süreçte de yukarıda belirtilen uygulamadan dolayı yeni taşınmaz mal edinimi kısıtlı ve yasaklı olduğundan, zaruretten dolayı taşınmaz mallar köy tüzel kişilikleri adına tespit ve tescil edildi. Süryanilerin bazı mallarına ise bölgedeki diğer vatandaşlar fiilen el koydular.

Bunlar yetmezmiş gibi, geçen hafta, Mardin’in büyükşehir statüsü kazanmasıyla beraber Mardin İl İdaresi’ne bağlı mahallelere dönen köylerin, tüzel kişiliklerini kaybetmeleriyle beraber sahip oldukları ve binlerce yıldır Süryanilere ait olan bazı kiliseler, manastırlar, mezarlıklar ile arazilerin Mardin Valiliği bünyesinde kurulan bir Devir Tasfiye ve Paylaştırma Komisyonu aracılığıyla önce hazineye devredildiğini, sonra da kiliseler ile manastırların kullanım hakkının Diyanet İşleri Başkanlığı’na bırakıldığını duyduk.

Mardin’in statüsünün değişmesiyle beraber ortaya böyle bir tablo çıkması ilk olarak yukarıda özetlemeye çalıştığım, Süryanilerin ve diğer cemaatlerin ibadet yerlerinin ve vakıflarının mal edinme konusunda yaşadıkları sorunlarla ilgili. İkincisi, tamamen kötü niyetle. Köy tüzel kişiliklerinin ortadan kalkması sonucu sahip oldukları malların tasfiyesi gündeme geldiğinde, Mardin Valiliği Süryani yetkililerle bir araya gelerek köy tüzel kişiliklerinin sahip oldukları ve Süryanilere ait olan bu yerlerin Süryani kurumlarına bırakılmasının sağlanmasını planlayabilirdi. Ama bunu yapmak için herhalde her inançtan vatandaşın hakkına saygı duyulması, kimsenin malında kimsenin gözünün olmaması gerekiyordu ve durum böyle değildi.

Ne dese bilemiyor insan. Devlet, Hristiyanların mallarına el koymaya doyamıyorken, Diyanet, hukuka ve temsil ettiği inanca aykırı bir şekilde, hele bu ülkede en yüksek bütçeye sahip devlet kurumlarından biriyken bazı vatandaşların kiliselerine, manastırlarına konabiliyor. Üstelik bu kiliseler ve manastırlar bu topraklarda binlerce yıldır yaşayan kadim bir halka aitken ve bütün haklar için kültürel miras, tarih, bellek demekken. Uluslararası hukuktan, Lozan Antlaşması’ndan, Anayasa’dan, eşitlik ilkesinden, inanç özgürlüğünden, mülkiyet hakkından vs. bahsetmek artık zül geliyor. Zira herkes tüm bu yaşananların hak gaspı olduğunu gayet iyi biliyor. Yalan, dolan ve talan üzerine kurulu bu ülkede devletin ‘alışkanlıkları’ bir türlü değişmiyor.

Neyse ki hâlâ bu meseleleri kendine dert edinerek haberini yapan AGOS gibi gazeteler, iletişim teknolojisi ve sosyal medya var. Herkes, her şeyden haberdar olabiliyor hemen. Bu konu yazıldı, çizildi, konuşuldu; konuşulmaya devam edecek. Ve bu daha başlangıç. Süryaniler sahip olduklarını geri alabilmek için mücadeleye devam edecekler kuşkusuz ve bu mücadelede yalnız olmayacaklar. Evet, Süryaniler bir avuç kaldılar bu ülkede ama bu mücadelede yüz binlerce insanın yanlarında yer alacağına inanıyorum ben. Hukuk, izan, vicdan bunu gerektiriyor çünkü.

Nurcan Kaya – Artı Gerçek 

*Bu konuda detaylı bilgi için bknz. Taner Akçam, Ümit Kurt, Kanunların Ruhu, Emval-i Metruke Kanunlarında Soykırımın İzini Sürmek, İletişim, 2012.

 

İLGİLİ HABERLER

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Balık ekmek yemekle olmaz, Marmara’nın suyunu için!-Mehveş Evin

Ne yazık ki müsilaj felaketini balık yemek, denize girmek, denizin yüzeyini temiz görmeye indirgemek, bu büyük ekolojik krizi durdurmanın önündeki en büyük engel.

Marmara Denizi’ndeki kirlilik sorununa bir çözüm: Agroekoloji – Bülent Şık

Agroekolojik yöntemler sulardaki nitrat kirliliğini azaltıcı bir sonuç doğurur ve bu da içme suyu kaynaklarının korunması anlamına gelir.

Örgütlü sessizlik – Arat Dink

Zeki Tekiner, dört ay önce başka bir silahlı saldırıdan şans eseri ölümcül bir yara almadan kurtulmuştu. Vali’yi olayın siyasi boyutu olduğuna ikna edememişlerdi. Dostları Nevşehir’den bir süre uzaklaşmasını istediler. O, “Bana Nevşehirliden zarar gelmez” dedi, kaldı. Su, tanıdık akıyor, değil mi?

Marmara Denizi’ndeki müsilaj kirliliğinde kömürlü termik santrallerin etkisi incelenmeli- Pelin Cengiz

İstediğiniz kadar yüzey temizliği yapın, bir yeri temizlerken diğer taraftan atık devam ediyorsa buna temizlik denir mi?

Marmara’nın ölümü: İstanbul kolera salgınına hazır mı – Bülent Şık

Denizdeki müsilajin kolera salgını getirmesi mümkün. Ama her şeye rağmen devam etmekten ziyade durmayı, onarmayı öne çıkarmalıyız. İnsan, bitki, hayvan ve çevre sağlığını bir bütünün birbiriyle ilişkili parçaları olarak görmeye çalışarak çözümler arayacağız.

EN ÇOK OKUNANLAR