Dış Köşe

Dönüm noktası olamayan eylem: 15 – 16 Haziran işçi direnişi – Cemil Koçak

0

Artık bugünden geriye dönerek bakıldığında siyasal hafızada pek de izi kalmamış bir eylemdir, 15-16 Haziran işçi direnişi. Oysa zamanında Türkiye’yi derinden sarsmıştı.

 

O tarihte sosyalistler arasındaki ideolojik mücadelede de hayli tartışılmıştı. Ne var ki, günümüzde neredeyse Paris Komünü kadar uzak kaldı. İşçi sınıfının ve mücadelesinin Türkiye politikasında hayli etkin olduğu 1970’lerden sadece silik fotoğrafları kaldı denilebilir.

DİSK ve sosyalist akımlar

İsmet İnönü hükûmeti döneminde 1963 yılında kabul edilen sendikalar yasası sonrasında, o zamana kadar işçi örgütlenmesinde tekel kurmuş olan Türk-İş’in hâkimiyeti önemli ölçüde kırılmaya başlandı. Bu örgütün işçi sınıfının mücadelesinde yetersiz kaldığı, hatta patron yanlısı bir tutum takındığı yönündeki sert eleştiriler, Türk-İş’in içinden ayrılan bir grup sendikanın Türkiye’nin siyasî tarihinde ağırlıklı bir yer kazanacak olan DİSK’i kurmasıyla sonuçlandığında yıl 1967 idi. Şimdi siz bakmayın günümüz Türkiyesinde sendikalı işçi sayısının çok azalmış ve neredeyse yok denecek hale gelmiş olmasına. O zamanlar özellikle İstanbul çevresinde kümelenmiş olan sanayi bölgesinde geniş işçi kesimleri hem bir yandan sendikalar içinde örgütleniyorlar, hem de sendikalarının politik yönelimlerini destekliyorlardı. DİSK bu bakımdan Türkiye’de sosyalist hareketin önemli bir parçasıydı. Ne var ki, Türkiye sosyalist hareketi, bu tarihte daha çok üniversite gençliğinin ön planda yer aldığı bir şekle bürünmüştü.

Özellikle Türkiye İşçi Partisi (TİP), DİSK’i ve diğer sendikaları kendi politikası doğrultusunda etkilemeye gayret ederken; diğer yandan klasik Marksizmin önerdiği şekilde devrimde işçi sınıfının rolünün ve etkisinin Türkiye’nin özel koşullarında yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini savunan ve Türkiye’nin önündeki devrimin sosyalist değil de milli demokratik devrim olduğunu savunan gruplar, TİP içinden ayrılarak TİP’le mücadeleye girişecek ve özellikle de üniversite gençliği üzerinde TİP’le kıyaslandığında egemenlik kuracaklardır. Elbette bu gruplar kendi aralarında da ideolojik mücadele içindeydi. Ama ortak noktaları, işçi sınıfının gerek sayıca, gerekse siyasal bilinç bakımından yeterince gelişmediği ve sanayileşmenin zayıflığından dolayı da daha çok uzun bir süre gelişemeyeceği görüşüydü; bu bakımdan devrimin ana gücü ve temeli işçi sınıfı olamazdı. Aksine, “zinde güçler”den yani gençlik, ordu ve aydınlardan tutun da, köylülüğe dayanan ya da gençlerin öncü silâhlı gerilla müfrezelerine kadar geniş bir yelpazede yürütülmesi gereken bir mücadeleden söz ediyorlardı.

Adalet Partisi ve sendikalar yasası

Her şey demeyelim, ama çok şey AP’nin yani Süleyman Demirel hükûmetinin sendikalar yasasında değişiklik yaparak yüksek oranda işçiyi barındırmayan sendikalara hayat hakkı tanımayacak şekilde yeni bir düzenlemeye gitmek istemesi üzerine başladı. DİSK’in adeta yasayla kapatılmak istenmesi şiddetli çatışmalar doğurdu.

Meclisteki görüşmelerde CHP bile tasarının kabulü lehine oy kullanmıştı! 1970 senesindeki “sosyal demokrat” ya da o zamanki deyimle “ortanın solu”ndaki parti böyleydi işte. Belki bu bakımdan bugün de CHP “sol parti” olarak haziran ayı geldiğinde suskun kalmaya devam ediyor. Meclisteki oylamada sadece dört üye ret oyu kullanmıştı. İçlerinde bugün İzmir’de emeklilik hayatını sürdüren ünlü politikacı Şeref Bakşık da bulunuyordu. Yine bu sert eleştiriler üzerinedir ki, CHP kendi içinde bir komisyon kuracak ve tasarının yeniden gözden geçirilmesi gerektiği sonucuna ancak bu aşamada varabilecektir. Hiç kuşkusuz CHP içindeki yenilik yanlısı üyeler, başta Şeref Bakşık ile Coşkun Karagözoğlu’nun katkısı hiçbir şekilde göz ardı edilmemelidir. İşte bunun üzerinedir ki senatoda tasarıda bazı değişiklikler yapılması gündeme gelmişti; buna rağmen meclis tasarıyı kabul etti. Ne var ki, tasarı kabul edilmiş olsa da Anayasa Mahkemesi yasayı iptal edecektir. TİP ve CHP anayasaya aykırılık davası açmışlardı çünkü.

İşçi direnişi iki koca gün sürdü

Bütün bunlar olurken DİSK de direniş kararı almıştı; elbette eylemlerin yönlendirici ve örgütleyicisi DİSK’ti. 15 Haziran sabahı DİSK’in örgütlü bulunduğu işyerlerinde işçiler, ki sayılarının 70 bin olduğu ileri sürülecektir, işyerlerini terk ederek, fiilî greve giderek, o zaman Ankara asfaltı olarak adlandırılan bugünse E-5 olarak bilinen uzun yolun üzerinde yürüyüşe başladılar. Kadıköy’den Kartal’a doğru yürüyen bir grubu, Eyüp’ten Topkapı’ya doğru yürüyüşe başlayan bir grup izlerken, son bir grup da Bakırköy’den Londra asfaltı olarak bilinen yoldan harekete geçmişti. Bu arada Taksim-Gümüşsuyu ve Şişli yöresinde eyleme katılan bir başka grup işçi daha vardı. Tuzla ve Çayırova yöresindeki işçiler Gebze’ye doğru hareketlenmişlerdi. İzmit’teki işçilerse iki koldan yine aynı yoldan yürüyüş başlatmışlardı. Yürüyüşlere kısmen Türk-İş üyesi sendikalara mensup işçilerin de katılmış olması dikkat çekiciydi. Bu eylemler sırasında elbette bazı itiş kakışlar olmuştu; fakat güvenlik kuvvetleri yürüyüşlere genellikle müdahale etmemiş olduğundan olaylar sakin bir şekilde geçiştirilmişti.

Olayların alevlenmesiyse ikinci günkü eylemlere denk düştü: Bu kez en az 100 bin bin işçiden söz ediliyordu. İlk grup yine Topkapı bölgesinden hareket etmişti. Fatih, Cağaloğlu, Beyazıt yönüne ilerliyordu. Ama bu kez zırhlı birlikler Babıali caddesiyle Divanyolu’nun keşiştiği noktada barikat kurmuştu. Barikat yarıldı ve işçiler Eminönü’ne geldi. Grubun köprüden Karaköy’e geçmesini engellemek için köprüler açılmıştı. Bir kısım işçi yine de Haliç’i kayıklarla geçerek Beyoğlu’na gelmeyi başardı. Bir grupsa geri döndü, Unkapanı köprüsünü denedi, ama bu da açılmıştı. Levent-Mecidiyeköy tarafındaysa yürüyüşçüler 4. Levent’ten Zincirlikuyu’ya kadar geldiler. Barikat kuran polislerle çatışma çıktı. Bir başka grup Kadıköy’den yine bugünkü E-5 üzerinden Üsküdar ve Kartal’a yürüyordu. Polis barikatıyla karşılaşıldı; silâhlar patladı; Üsküdar’a indiler, ama şehir içi vapurlar seferden alıkonulmuştu, bunun üzerine Paşabahçe istikâmetine devam ettiler. Kartal yolunda da barikat vardı. Ama aşıldı. İşçiler bu kez Bağdat caddesine indiler. Buradaki barikatlar kolayca aşılmıştı. Kadıköy Yoğurtçu parkı civarında bir başka çatışma başladı; bir polis vuruldu ve öldü. Kadıköy iskelesi civarında da şiddetli çatışmalar oldu. Eyüp civarındaki yürüyüşler Kâğıthane’ye kadar ulaşmıştı. Gebze civarındaki fabrikalar da eyleme katılmıştı. İzmit’tekiler üç barikatı aştılar.

Diğer büyük olaylar Kadıköy kaymakamlık binasının yakılması, polis arabalarıyla AP’ye ait binaların tahrip edilmesiydi. Bütün olaylar sırasında beş kişi ölmüştü. Ölenlerden üçü işçiydi; biri polisti; sonuncusu eylemle ilgisi olmayan bir esnaftı.

200 civarında da yaralı vardı.

Sıkıyönetim ilanı ve açılan davalar

Elbette kambersiz düğün olmayacağı gibi sıkıyönetimsiz bir eylem sonrası da olamazdı; hükûmet Kocaeli ve İstanbul’da sıkıyönetim ilân etti. Sıkıyönetim mahkemelerinde davalar açıldı; sanıklar arasında rahmetli Kemâl  Türkler ile DİSK Genel Sekreteri Kemâl Sülker de vardı. Davanın en ilginç kısmı, DİSK yöneticilerinin sendika binasında yaptıkları toplantılardaki konuşmaları banda kaydetmeleri ve bunların mahkemede aleyhlerine delil olarak kullanılmasıydı! Elbette direnişe katılan öğrenci gençlik liderleri de yargılandılar; aralarında Attila Sarp ile Nahit Tören ve Fahri Aral da vardı. Bazı davalar mahkûmiyetle de sonuçlandı. Bazıları sonradan çıkan af yasasından dolayı düştü.

ORDUMUZ GÖZBEBEĞİMİZDİR

Belki bugünden bakıldığında epey tuhaf bulunabilecek bir özellik, işçilerin çatışmaya girdikleri güvenlik kuvvetleri arasında önemli bir ayrım yapmasıydı. Bu o dönemde sosyalistlerin genellikle uyguladıkları bir ayrımdı ve sadece işçilere özgü sayılamazdı. Bu tutum eylemci üniversite gençliği arasında da çok yaygındı. İşçiler, üç barikatı aşarak İzmit’e girdiklerinde kolordu komutanlığı önünde ordu lehine tezahüratta bulunmuşlardı. 27 Mayıs öncesinin ve sonrasının gözde sloganı olan “ordu-gençlik elele”den sonra “işçi-ordu elele” sloganı da hayli rağbetteydi.

Mesela Aydınlık sosyalist dergi şöyle yazacaktır: “Bu oyun ordu ile devrimci gençliği, işçileri, köylüleri karşı karşıya getirerek uzakta seyredip keyfine bakma oyunudur. Böylelikle ordu ile devrimci güçler arasında uçurumlar açılacaktır. Askerler, subayı ve Mehmetçiğiyle toplum polisinin tam tersine işçiye karşı silâh kullanmayı genellikle reddettiler. Hemen her yerde işçi ile Mehmetçik aynı vatanın çocukları oldukları bilinci ile kardeşlik ilişkileri kurdular. ‘İşçi-ordu elele milli cephede’ sloganı direniş yürüyüşlerinin en etkili sloganı oldu. Türk ordusu tarihî geleneğine bağlı kaldı ve Amerikan emperyalizminin işbirlikçisi bir iktidarın emrinde kendi emekçi halkına karşı koymadı.” Nasıl size de tanıdık geldi mi? Doğan Avcıoğlu’nun Devrim gazetesi de şöyle yazıyordu: “Devrimci Kemalist geleneği bütün canlılığıyla sürdüren Türkiye’nin zinde güçleri” egemen sınıfların bekçiliğini yapmayı kabul etmeyeceklerdi. 12 Mart muhtırasından sadece dokuz ay önce sosyalistlerin Türkiye analizi buydu işte.

TÜRK-İŞ ‘BİZ YOKUZ’ DEDİ

Türk-İş ertesi gün basına yaptığı açıklamada olayların teşvikçisi ve suçlusu olarak “militan komünistleri” göstermişti. Seyfi Demirsoy, “demokrasiyi yıkmak için işçiyi teşvik edenlerin yakasına kanunlar yapışmazsa, Türk-İş’e bağlı işçiler yapışacaktır” diyordu. Ardından eyleme katılan fabrikalarda DİSK üyesi işçiler işten atılmaya başlandı. Beş binden fazla işçinin işten atıldığı belirtiliyordu. Sıkıyönetimin geniş tutuklamalar listesi daha da uzadı.

OKUMA METİNLERİ

BU konuda yazılmış ilk kitap; ilgili davaların iddianamelerini de içermekte olup, Turgan Arınır ile Sırrı Öztürk tarafından hazırlanmış 1976 tarihli “İşçi Sınıfı ve Sendikalar 15-16 Haziran” ismini taşımaktadır. En kapsamlı eser olup ardından bir yenisi hiç gelmemiştir. Bir de olayların içinden çıkıp gelmiş Kemâl Sülker’in anılarını içeren 1987 tarihli “Türkiye’yi Sarsan İki Uzun Gün” adlı kitap vardır. Bir karşılaştırın bakalım; 1 Mayıslar, 6 Mayıslar mı daha çok yazıldı, yoksa 15-16 Haziran mı? Nedenini merak edenlere biraz üzerinde düşünmeyi öneririm. Haziran günleri bile sosyalistlerin çok önemli bir kesiminin dikkatini işçi sınıfına çekmekten uzak kalmıştı. Ancak 70’li yılların ikinci yarısında işçi sınıfı sosyalizm mücadelesine büyük ölçüde el koyabilecektir. O da ancak çok kısa bir zaman için.

 

Cemil Koçak- Star

 

 

 

More in Dış Köşe

You may also like

Comments

Comments are closed.