Yeşeriyorum

Devletlerin eli silahlı kahramanları

0
Ozan Sezai Zeybek

Robert Fisk’in “Büyük Medeniyet Savaşı: Ortadoğu’nun Fethi” isimli kitabının bir bölümünde Ermeni soykırımı anlatılıyor. Soykırım kelimesini kullanmaktan imtina edenler başka isim kullanabilirler. Mesela “yeniden iskân (tehcir)” demek mümkün, aynen Almanların da Avrupalı Yahudiler için söylediği gibi… Onlar da, toplama kamplarına gönderdikleri Yahudiler’i “tehcir” ettiklerini iddia ediyorlardı.

Denilebilir ki Osmanlı, Ermenileri gaz odalarına yollamadı. Onlar gerçekten tehcir edildi. Haydi yollarda öldürülenleri, boğulanları yok sayalım; yürüyenleri soyan, katleden, paylaşan aşiretleri bilmeyelim; toplu mezarların varlığını görmezden gelelim, fotoğraflardan habersiz olalım, Teşkilat-ı Mahsusa’nın katliamlarından milli gurur devşirelim, sonuçta da bütün dünyanın tanıklık ettiği soykırımı sonuna kadar inkâr edelim. Bir milyonun üzerinde insanın nereye kaybolduğunu da merak etmeyelim. Peki İttihat ve Terakki’nin beyanatlarını, telgraflarını ne yapacağız?

Ermeniler’in gönderildiği bölge o dönem insanların yaşamasına uygun değil ve bu Talat Paşa tarafından gayet iyi biliniyor. Herhangi bir altyapısı olmayan, ıslah edilmemiş bir çölden bahsediyoruz. 1914’te mecliste (Müslüman) muhacirlerin o bölgeye yerleştirilmesi tartışılırken Talat Paşa şöyle diyor:

Bu muhacirleri dedikleri gibi, oralara gönderip çöllere serpecek olsaydık oralarda cümlesi açlıktan öleceklerdi… (6 Temmuz 1914, Meclis-i Mebusan Zabıt Ceridesi, Fuat Dündar, Modern Türkiye’nin Şifresi, s. 257).

“Sadece 10 ay sonra, 24 Nisan 1915 günü, Talat Paşa Ermeniler’in söz konusu bölgeye yönelik ilk tehcir kararını verir” (Fuat Dündar, s. 257).

Bir şekilde hayatta kalan kadınlar için İAMM’nin (İskan-ı Aşair ve Muhacirîn Müdüriyeti) bulduğu çözüm bunları Müslüman köylerde dağıtmaktır. Kastamonu’ya çekilen şifreli bir telgrafta (Fuat Dündar’dan alıyorum) İAMM, ‘genç kız ve dul kadınların Müslüman erkeklerle evlendirilmeleri’ni ‘uygun’ bulduğunu beyan eder. Ancak bu nüfusun dağıtılacağı köylerde, Ermeni ya da yabancı olmamasına dikkat edilmelidir’ der” (s. 304).

Çocuklar da aynı şekilde paylaştırılır. 10.314 Ermeni yetim çocuğun (titizlikle hesaplanmış bir sayı var ortada), 6858’i Müslüman ailelere ve geri kalan 3456’sı devlet yetimhanelerine dağıtılmıştır (Murat Bardakçı’dan alıntılayan Dündar s. 307).

Birtakım tarihçiler “kadınların ve çocukların paylaşılmasını” Osmanlı’nın tehciri insani bir boyutta yürüttüğünü iddia etmek için kullanmışlardır. Mesela Ethem Atnur “Türkiye’de Ermeni Kadınları ve Çocukları Meselesi (1915-1923)” isimli kitabında Talat Paşa’nın kararını “yiğitçe bir tedbir” olarak selamladıktan sonra sefaletten kurtulmak için kadınların Müslümanlarla evliliği seçtiklerini ifade edebilmiş, çocukların ise âdâb-ı İslamiye ile terbiye edileceklerinden dem vurmuştur. Oysa Birleşmiş Milletler’in Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılmasına Dair Sözleşme’nin 2. maddesinde “bir grubun çocuklarının zorla başka bir gruba verilmesi” halihazırda soykırım tanımı içinde yer alır (Ayşegül Altınay s. 220-222).

Fisk kitabında bu meseleyi “İlk Soykırım” başlığında ele alıyor. İlk, çünkü Ermeniler’e yapılanlar ne yazık ki Naziler’e ilham kaynağı olmuş. İkisi arasındaki bağlantı sadece fikirle sınırlı değil. Sonradan Nazi yetkilisi olacak pekçok Alman o dönem Osmanlı’da çalışmış. Fisk’ten alıntılıyorum:

“Sözgelimi 1914-18 arasında Dördüncü Türk [burada Osmanlı demesi gerekirdi] Kolordusu’nun başkomutanlığını yürüten Franz von Papen, 1933’te Başbakan Hitler’in yardımcılığını üstlenecekti… Ermeni Soykırımı’nın en ince ayrıntılarını bilen bir başka Alman, Tuğgeneral Hans von Seeckt, 1917’de Osmanlı Genelkurmay Başkanı’ydı. O da 1920’lerde Wehrmacht’ın temellerini atanlardan biri olacak ve 1936’daki ölümünden sonra Hitler tarafından devlet töreniyle gömülerek onurlandırılacaktı. Çok daha uğursuz bir şahsiyet, Türkiye’deki [Osmanlı’daki demesi gerekir Fisk’in, o dönem Türkiye isimli bir devlet henüz yok] Alman güçlerine daha toy bir askerken katılan Rudolf Hess isimli genç bir Almandı. 1940’ta Ausschwitz’in komutanlığına atanacak ve 1944’te SS karargâhında tüm Nazi toplama kamplarının başmüfettiş yardımcısı olacaktı. …Scheubner-Richter Erzurum’da Alman konsolos vekiliydi ve Bitlis bölgesindeki Ermenilere yönelik katliamlara tanıklık etmiş, Alman şansölyesi için olaylarla ilgili uzun bir rapor da kaleme almıştı. Berlin’e sürgünler ve kitlesel öldürmelere dair toplam on beş rapor gönderen Scheubner-Richter, son raporunda hayatta kalan birkaç yüz bin kişi dışında Türkiye Ermenilerinin ortadan kaldırıldığını (ausgerottet-kökünü kurutmak) belirtiyordu. Türklerin soykırım planlarını maskelemek için ne gibi yöntemler kullandığını açıklıyor, Ermenileri sıkıştırmak için uygulanan teknikleri, suç çetelerinin maşa olarak kullanılmasını anlatıyor, hattâ bunları yazarken Ermenilere ‘Doğu’nun Yahudileri’ olan ‘kurnaz işadamları’ kelimeleriyle atıfta bulunuyordu. Scheubner-Richter sadece beş yıl sonra Hitler’le tanışacak, onun en yakın danışmanlarından biri olacak ve bir Münih gazetesinde, Almanya’nın ‘temizlenmesi’ için Yahudilere karşı ‘acımasız ve ödünsüz’ bir kampanya başlatılması çağrısı yapan başyazılar döktürecekti” (s. 300).

Fisk bir tarihçi değil ve kullandığı kavramların bir kısmında ciddi sorunlar var. Osmanlı’nın karmaşık toplum yapısını Türk’e indirgemek o dönem olanları, mesela soykırımda dahli olan Kürtleri veya Türk olup da Osmanlı fikrine bağlı kalanları ıskalıyor. (Bu konuda daha kapsamlı bir tartışma için Donald Quataert’in The Massacres of Ottoman Armenians and the Writing of Ottoman History makalesine bakılabilir). Ancak gene de Fisk’in Almanya’dan bahsetmesi bilhassa önemli; zira bugün Türkler için İngilizler, Ruslar, Fransızlar o dönem düşmandır diye dinlenmez. Malum, Arapların sözüne güven olmaz, Amerikalılar misyonerdir, ona da kulp takılabilir. Ama Almanya müttefik ülke.

Ermeni meselesiyle ilgili yazmaya başladıktan sonra Fisk’in yaşadıkları, bu ülkenin yakın tarihiyle imtihanını sergiler nitelikte. Kendisine gelen yüzlerce mektupta dönemin şartları terennüm edilmiş, “talihsiz olaylar yaşanmış olabilir” gibi durumun vehametini anlamaktan uzak cümleler edilmiş, tehditler savrulmuş, bu işin tarih komisyonlarına bırakılması istenmiş… Yıllarca Ermeni lobisinin ne kadar etkin olduğunu dinledikten sonra Fisk’in ağzından asıl Türk lobisinin ne kadar güçlü ve inatçı olduğuna öğrendim. Prestijli Amerikan üniversitelerinde açılan kürsüler, verilen burslar, tehditlerle susturulan gazeteciler, kapatılan sergiler, müze bölümleri, kütüphanelerden kaldırılmaya çalışılan soykırım fotoğrafları, devlet başkanlarının konuşmalarına yapılan müdahaleler ve Türkiye’de olup bitenlerin hiç olmamış gibi bastırılması, inkârı: Yıllarca ve bugün hâlâ…

3 fotoğraf da Alman Armin T. Wegner’e ait…

Çeşitli defalar yazıldı, çizildi; ama tekrar etmek önemli: Bu toprakların vicdan sahibi, dürüst, adaletli insanlarını neden bir türlü anamıyoruz? Yaşanan şiddete karşı çıkanlarla, hattâ komşularının hayatını kendi hayatlarını riske sokarak kurtarmaya çalışanlarla gurur duyacağımıza, bu katliama bir şekilde dahil olmuş yahut bilmezden gelmiş insanları muteber kişiler olarak anıyoruz. Kahramanlarımızın hemen hepsi eli silah tutmuş muktedir erkekler. Oysa bize böyle kahramanlar değil, eline silah almayı reddetmiş, iktidar heveslisi olmayan kahramanlar lazım. Ermenilerin öldürülmesi gerektiği yönündeki emirlere uymayı reddeden ve bu yüzden görevinden alınan Erzurum Valisi Tahsin Bey gibi… Genç kadınlara tecavüz eden ve bir kızı kaçırmaya çalışan Kürtleri engelleyen alt rütbeli Ömer Çavuş gibi… Robert Fisk, sürgünün tanıklarından Maritza Keçeciyan’a anlattırıyor:

Onları bir hareketiyle durdurdu ve [kızı] götürmelerine izin vermedi. … Çevre köylerden Kürtler o akşam bize saldırdı. Bizi götürmekle görevli olan Ömer, derhal yüksek bir yere çıkıp onlara Kürtçe seslendi ve bizi rahat bırakmalarını söyledi. Aç ve susuzduk; içecek bir damla suyumuz yoktu. Ömer su kaplarımızı aldı ve çok uzun mesafeden bize su getirdi. … Kayınbiraderimin karısı …o akşam bir bebek dünyaya getirmişti. Ertesi sabah tekrar yürümeye başladık. Ömer Çavuş bazı kadınları onun yanında bıraktı ve belli bir mesafede durup onlardan gözünü hiç ayırmadı. Sonra anneyi ve yeni doğan bebeği bir davarın üzerine koydu, onu vardığımız yere sağ salim getirdi (s. 318).

Büyük Medeniyet Savaşı’nı okuyunca insan ister istemez karamsarlığa kapılıyor. Sadece Türkiye’de değil bütün Ortadoğu’da ve hemen her yerde zalimlerin heykelleri dikiliyor, resimleri asılıyor. Onlar adına en büyük şölenler düzenleniyor, çevreleri güzelliklerle doluyor; içinde barış geçen, insanlık geçen ödüller bu insanlara veriliyor. Ömer Çavuş’un ve daha binlerce insanın esamesi okunmuyor.

  • Ayşegül Altınay ve Fethiye Çetin. Torunlar, Metis, 2009.
  • Fuat Dündar. Modern Türkiye’nin Şifresi: İttihat ve Terakki’nin Etnisite Mühendisliği (1913-1918), İletişim, 2008.
  • Robert Fisk. Büyük Medeniyet Savaşı: Ortadoğu’nun Fethi, İthaki, 2011.
  • Donald Quataert. ‘The Massacres of Ottoman Armenians and the Writing of Ottoman History’, Journal of Interdisciplinary History, xxxvıı:2, 2006.

 

Sezai Ozan Zeybek

ozanoyunbozan.blogspot.com/

 

More in Yeşeriyorum

You may also like

Comments

Comments are closed.