Liberal demokrasi doğal sayılacak bir rejim türü değil. Şu sırada hemen her yerde seçmen çoğunlukları tarafından abluka altına alınmış vaziyette. Hemen her yerde çoğunlukçuluğun sürüklediği tahammülsüz bir demokrasi anlayışı hukukun üstünlüğüne dayalı bir demokratik yönetimi reddediyor. Yani liberal demokrasinin önceliklerinin, kurumsal fren mekanizmalarının kenara atıldığı, çoğunlukçu anlayışla ülke yöneten veya iktidarda olanların iktidarı devretme konusunda hiç de istekli olmadıkları bir ortam hâkim.
Kısacası hukukun üstünlüğüne, güçler ayrılığına ve yargı erkinin bağımsızlığına dayanan liberal demokratik yönetim modeli bir varoluş krizine yaklaşıyor. Kriz kendisini yalnızca gelişmekte olan ülkelerde değil gelişmiş, demokrasisi oturmuş ülkelerde de gösteriyor. AB D’de Donald Trump’un önseçim kampanyalarında bunca uzun soluklu olabilmesi, Avrupa Birliği’nin çeşitli ülkelerinde radikal sağın depara kalkması ‘rahatsız, tedirgin ve korku dolu çoğunluğun’ tepkilerine bağlanıyor.
Fransa’da bugün ikinci turu yapılacak bölgesel seçimlerin ilk turunda Marine Le Pen’in partisi Ulusal Cephe büyük bir başarı göstermişti. Bu, pek çok Avrupa ülkesindeki ırkçılıktan beslenen, radikal sağ akımların iktidara yürüyüşünün öncülü olarak görülüyor.
Zaten daha şimdiden AB üyesi iki ülkede açıkça otoriter, liberal değerleri takmayan liderler işbaşında. Macaristan’da Viktor Orban ‘liberal olmayan demokrasi’leri çok beğendiğini, Vladimir Putin ve Recep Tayyip Erdoğan’a işbitiricilikleri nedeniyle hayranlık duyduğunu söylemişti.
Orban’ın Macaristan’ın yolundan ilerleyen Polonya’da Hak ve Adalet Partisi, daha önce ülkeyi feci şekilde yönettiğinden dolayı iktidarı kaybetmesine rağmen seçildi. Paris saldırılarını fırsat bilerek mültecilerden payına düşenleri almayacağını söyledi. AB ’yi küçümseyerek ve Polonya’nın ulusal kimliğini, çıkarlarını öne çıkararak, yargının bağımsızlığına ket vurarak da işe başladı. Buna karşılık AB’nin genelinde sağa kayış yaşanırken, Portekiz’de bir sol birlik hareketi kurulabiliyor.
Bir zamanlar Venezüella’nın hikâyesini yazan Ece Temelkuran’a “Biz burada devrim yapıyoruz señorita” diyen ‘Bolivar devrimi’nin hempaları ise ülkelerini batağın içine soktuktan sonra her türlü hile ve desise ile iktidarı elden çıkarmamaya bakıyorlar. Ne var ki son meclis seçimlerinde, her türlü tehdit, hile, baskı, gözdağı, “İktidardan gitmeyiz, ülkeyi halkla birlikte sivil-asker birliğiyle yönetiriz” gibi sözlerine ve seçim gözetimine izin vermemelerine rağmen hezimete uğradılar.
Meşhur devrimin yüksek petrol fiyatlarının sağladığı gelirin bir kısmını fakir kitleyle paylaşmaktan fazla bir şey başaramadığını artık eskisi gibi ihsanlardan yararlanamayan fakir kesim de görmüş gibi.
Hugo Chavez’in başkanlığı sırasında Venezüella’da yolsuzluk başını almış gitmiş, medya, muhalif siyasetçiler, yargı ağır baskı altına alınmıştı. Chavez’in ölümünün ardından petrol fiyatlarının da düşmesiyle ülke en temel ihtiyaç maddelerinin bulunamadığı, dünyada en çok cinayet işlenen ve enflasyonda dünya ikincisi ülke haline geldi. Bu sicilin üzerine Chavez’in ardından başkan olan Nicolas Maduro’nun akrabalarının uyuşturucu ticaretine bulaştığının kanıtlanması, Noam Chomsky’nin bile rejimden desteğini çekmesine yol açtı.
Bu durumda liberal demokrasi, bir yandan liberal değerleri ve kurumları reddeden çoğunlukçu demokratların yükselişi, diğer yandan yerleşik popülist ve demokratik yoldan seçilmiş despotların iktidardan gitmeye razı olmaması sorunlarıyla karşı karşıya. Ivan Krastev’in yazdığı gibi “Popülist ve radikal partiler yalnızca parti değil, kurucu hareketler aynı zamanda. Seçmene … yalnız siyasal değil etnik ve dinsel çoğunlukların da canlarının istediği her şeyi yapabilecekleri bir zafer duygusu sunuyorlar”.
Aslında istisnai bir rejim olan liberal demokrasinin zayıflaması, önümüzdeki dönemin siyasi kavgalarının çok daha sert, kazananların çok daha baskıcı ve her türlü azınlığın işinin daha zor olacağının habercisi sayılır.