Tiyatro Boyalı Kuş’un 2007’de sahneye koyduğu Svetlana Aleksiveyiç’in 1996’da Çernobil tanıklarıyla yaptığı röportajlardan oluşan Çernobil’den Sesler adlı eserinden bir bölümü Çernobil felaketinin 29. yılı nedeniyle tekrar yayımlaıyoruz.
KAPILARA YAZILMIŞ YAŞAMLAR ÜZERİNE BİR MONOLOG
Tanıklık etmek istiyorum… On yıl önce olmasına rağmen bir gün bile peşimi bırakmıyor.
Pripyat kentinde yaşıyorduk. Ben yazar değilim. Belki bunları tasvir edemem. Olanları aklım almıyor. Üniversite derecem bile işe yaramıyor. Normal bir insansındır. Küçük bir insan. Herkes gibi işe gidersin, işten dönersin. Orta halli bir ücret alırsın. Yılda bir kere tatile çıkarsın. Normal bir insansındır! Sonra bir gün birdenbire Çernobil insanına dönüşürsün. Herkes gibi olmak istersin; ama olamazsın. Sana farklı gözlerle bakmaya başlarlar. Sorarlar: “Korkutucu muydu? Santral nasıl yandı? Neler gördün?” “Artık çocuğun olabilir mi? Eşin seni terk etti mi?” İlk zamanlar hepimiz bir hayvana dönüştürülmüştük. Herkes başını çevirip bize bakıyordu. “Oradan gelmiş!”
Sadece kenti değil, yaşamlarımızı da terk ettik. Üçüncü gün tahliye edildik. Reaktör hala yanıyordu. Anlatılır bir koku değildi. Gazeteler olayı yazmaya başlamıştı bile. Çernobil’i bir korku filmine çevirdiler; ama sadece bir karikatüre benzedi.
Ben size kendi yaşadıklarımı anlatacağım, kendi gerçeklerimi. Şöyle oldu: Radyodan kedilerimizi yanımıza alamayacağımızı açıkladılar. Biz de kedimizi bavula koyduk. Ama içeri girmek istemedi, dışarı kaçıp herkesi tırmalamaya başladı. Eşyalarınızı alamazsınız! Tamam. Sadece tek bir eşyamı alacaktım. Bir tek. Evimin kapısını söküp yanımda götürmem gerekiyordu, kapıyı bırakamazdım. Kapımız bir muska gibiydi, ailemden kalmaydı. Babam o kapının üstünde yattı. Bunun kimin adeti olduğunu bilmiyorum Ama annem, ölülerin evlerinin kapısına yatırılması gerektiğini söylemişti. Tabut getirilene kadar orada yatmalıydı. Bütün gece babamın yanı başında oturdum, o da kapının üzerinde yattı. Ev açıktı. Bütün gece. Bu kapının üzerinde küçük çentikler vardı. Benim büyüme izlerim: Birinci sınıf, ikinci sınıf, yedinci, askere gitmeden önce. Onun yanında da oğlumun, kızımın izleri. Bütün yaşamım o kapının üzerindeydi. Onu arkamızda bırakıp gidemezdim.
Komşumdan yardım istedim, bir arabası vardı. Aklını mı kaçırdın dercesine bir işaret yaptı. Yine de kapıyı götürmeyi başardım. Bir motosikletin tepesinde, geceleyin, orman yolundan. İki yıl sonrasıydı. Dairemiz çoktan yağmalanmıştı. Polis beni kovalıyordu: “Ateş edeceğiz!”. Hırsız olduğumu sandılar. Kendi evimin kapısını işte böyle çaldım.
Kızımı ve eşimi hastaneye götürdüm. Bütün vücutları kara beneklerle kaplanmıştı. Benekler bir görünüyor, bir yok oluyordu. Ağrıları yoktu. Onlara bazı testler yaptılar. Sonuçları istedim. “Bunlar senin için değil”, dediler. “Peki kimin için?”. Kızım altı yaşındaydı. Onu yatağına yatırırken kulağıma: “Baba ben ölmek istemiyorum, daha çok küçüğüm” demişti. Oysa ben onun olacakları anlamadığını sanmıştım.
Bir odanın içerisinde yedi tane, kafası kazınmış kız çocuğu düşünebiliyor musunuz? Hastanenin her odasında onlardan yedi tane vardı. Artık yeter. Bu kadar yeter. Onlardan ne zaman bahsetsem, içimde onlara ihanet ediyormuşum duygusu oluşuyor; çünkü onları sanki bir yabancıymışım gibi anlatıyorum. Eşim hastaneden döndüğünde, artık dayanamadığını söyledi. “Böyle acı çekmektense ölsün daha iyi. Hatta ben öleyim de, onu bu halde görmekten kurtulayım.” Bu kadar yeter. Daha fazla anlatabilecek durumda değilim.
Onu kapının üstüne yatırdık… Babamın bir zamanlar yattığı kapıya. Neden sonra tabutu getirdiler. Küçüktü, büyükçe bir oyuncak bebek kutusu kadar.
Tanıklık etmek istiyorum, kızım Çernobil nedeniyle öldü. Şimdi de bunu unutmamızı istiyorlar.
Tanıklık etmek istiyorum. Ben Nikolai Fomiç Kalugin, babayım.
(Yeşil Gazete)