Yeşeriyorum

“Büyüyünce dinazor olucam da”

0

Çocukluğumuzda kendi kendimize keşfettiğimiz ama direk ve net yargı cümleleriyle söyle(ye)mediğimiz bilgiler vardır hani.. Özellikle birini sürekli hatırlatmak istiyorum şu günlerde kendime, çevreme, herkese!

Sanat özgürleştirir.

Gerçi, hatırladığım kadarıyla fikir daha çok özgür olmaktı. Güzel bir fikirdi, hepimiz sevdik, hepimiz istedik. Sonra nasıl özgür olabileceğimizi pek bilmeden – hala en azından harçlığımızı aldığımız birileri vardı sonuçta, yükseklerden uçmayalım – istediğimiz şeyleri yapabilmenin, istediğimiz insanlar olabilmenin yollarını arardık oynadığımız oyunlarda. Müzik dinlersin, şarkı söylersin, koşarsın, düşersin, dans edersin, doktorculuk oynarsın.. Her şey olabilirsin çünkü henüz kim olduğunu bilmiyorsun.

Sonra işte, bize kim olduğumuzu ve ne yapamayacağımızı öğreten hallerin hikayesini hepimiz biliyoruz. Bütün bunlara dışardan bakınca “delilik özgürlükleştirir” tarifi geldi, sanırım Fransızcadan. Kimimiz orda kaldı, kimimiz gerçekten delirdi. İyi de oldu.

Bütün bu bilgileri “Sanat Özgürleştirir!” haliyle hiç unutmamak ve hep hatırlatmak istiyorum. Her geçen gün daha fazla, özellikle de Gezi’den sonra.

Önce özgürlükten başlayalım. “Başlangıç muhtemelen her şeyden zordur; ama dayanın, sonunda her şey çok güzel olacak.”* Hepimiz özgür olmak istiyoruz. Türbanlı kızlar özgürce üniversiteye gitmek istiyor, Kürtler bu ülkede özgür ve eşit yaşamak istiyor. Eşcinseller aşklarını diledikleri gibi ve görünür bir şekilde yaşayabilmek istiyor. İstiyoruz… Çünkü birlikte daha güzel bir dünyada yaşamak, mutlu olmak istiyoruz.

Bugün, aslında her zamanki gibi, ne istediğimiz kadar önemli olan şey onu nasıl istediğimiz. İstemeyi bilmek demek de bu değil mi zaten? Başka bir deyişle, duyduğun sorumluluk hali. Bir süredir 4 – 6 yaş arasındaki çocuklara bale dersi veriyorum. Bir derste büyüyünce ne olmak istediklerini sordum ve onun dansını yapmalarını istedim. En küçükleri, Deniz, büyüyünce dinozor olmak istediğini söyledi ve bir anda kafasını yanındaki arkadaşıyla çarpıştırmaya başladı. O an ben de, bir anda yaşanan aydınlanmalardan birini yaşadım, arkadaşlarıma Deniz’in dinozor olmak istediğini anlattım. Dinozordan bankacı olmayı istemeye giden süreçte ne oluyor, merak ediyorum dedi biri. İşte bütün bunları yazma fikri de o an aklıma düştü.

Siz ne düşünürdünüz mesela, sevinir miydiniz Deniz için? Ya da bankacıya üzülür müydünüz? Yoksa dinozara mı?

Zaten şöyle olmuyor mu, Deniz dinozor olmak, ressam olmak, astronot olmak ve yukarıda sıralanan şeyleri yapabilmek istiyor. Bir yandan zaman geçiyor, Deniz’in ailesinin koşullarına göre “sosyal hayatında” hepsini oluyor, belki birazını oluyor ya da hiçbirini olamıyor.  Bir yandan okula gidiyor, ders çalışıyor. Biraz daha zaman geçiyor, sonra bir serginin sponsorluğunu organize ediyor, film festivallerinin bütçesini hazırlıyor ya da belki reklamlarını tasarlıyor. Sonra bir gün 3 – 5 ağacın kesilmemesi için günlerce o ağacın altında kamp kuruyor.

Özgür olmakla sorumluluk sahibi olmanın birbirimizle ve doğayla olan bağlantısının koparıldığı bir normallik içinde olduğumuzdan, yine özgürlüğün gündelik hayatın konusu olmadığı yanılsamasını yaşıyoruz. Gezi Parkındaki insanlara kendilerini nasıl hissettikleri sorulduğunda en çok söylenen şey, özgür hissettikleriymiş. Özgür olabilmek için birbirimize ve doğaya nasıl da ihtiyacımız olduğunu gördük. Yani, bu kadar sade ve saf olduğundan mı bu kadar zor?

Gelelim sanata.

(Artık Deniz için çoğul eki de kullanmaya başlayacağım. “Denizler” diyeceğim ve sanki büyümüş de Gezi olaylarına katılmışlar gibi konuşacağım. Dinozor olmak da Gezi’de görünce sevinçten tepinmek istediğiniz her an için biraz metaforik bir hal alacak. Geçen yılın 1 Mayıs’ında biri bana LGBTİ bireyler müslümanlarla Gezi Parkında birlikte namaz kılacaklar deseydi, neden olmasın derdim; ama itiraf etmeliyim ki bir yandan da dinozor olmayı istemeye benzetebilirdim.)

Geçen yıl Temmuz, Ağustos ve hatta Eylül aylarında yayınlanan hemen hemen bütün dergilerin teması Gezi olaylarıydı. Hepsinde Denizlerin neden Gezi olaylarına katıldıklarını, eylemlerde neler yaptıklarını ve parkta hangi aktivitelere katıldıklarını okuduk. Hala okuyoruz. Konuştuk. Neyseki hala konuşuyoruz. Ağaçların katliamı, parkın AVM’ye dönüştürülmesinin istenmemesi, polis şiddeti, Tayyip Erdoğan’ın söylemleri ve parktaki dayanışma hali en çok belirtilen nedenler arasındaydı. Denizlerin bugün Gezi’den bahsederken kendi aralarında konuştuklarıysa – başka bir deyişle Gezi’yi hatırlama halleri – bunlar üzerinden ilerlemiyor aslında. Yaptıkları kütüphaneyi, söyledikleri şarkıları ve sloganları, edilen dansları, izledikleri filmleri, yedikleri sarmaları, okudukları kitapları, bağımsız radyo yayınlarını, altında uyudukları ve sohbet ettikleri o ağacı, meydandaki piano resitalini konuşuyorlar kendilerinden bahsederken, bir şekilde orada olabilmenin güzelliğinden. Biber gazı, ana akım medyanın hali, Erdoğan’ın tavrı değişmedi. Ve zaten bunların hiçbiri Gezi Olaylarına özgü de değildi. İktidarın gerçekliği bu. İnsanların eyleme katılma nedenleri bu gerçeklikken, katılım gösterme biçimleri (ne istediklerini “nasıl” ifade ettikleri) Gezi’ye özgüydü. Bir çok konuda da bir ilkti. Başka türlü bir sorumluluk aldılar aslında istedikleri şeyle ilgili. Daha da önemlisi – ve bu sorumluluğun doğal bir sonucu olarak – dediler ki, biz parkın herhangi bir siyasi akım ya da parti tarafından sahiplenilmesini istemiyoruz. Tam da bu yüzden böyle bir dayanışma hali mümkün olabildi. Denizler parkta dinozor olabildiler. (Çekinmeyin, burada gülümseyin)

68 Bahar’ının da Paris’te bir üniversitenin sinema bölümünde başlamasıyla Gezi Parkında olan bitenin bize benzer şeyler söylediğini düşünüyorum. Öncelikle direniş zamanlarını neden sevdiğimi çok iyi anlatan bir durum bu. Geçmişi değerlendiren, nasıl bir gelecek istediğini anlatan cesaretli filmler çekersin, üzerinde tartışırsın, o fikrin siyasetini yaparsın, sen öncelikler ve gerekliliklerle insanları ikna ederek karınca kararınca ilerlerken bir anda bir yerde bir patlama olur ve kurtardığın küçücük bölgende istediğin gibi yer, içer, sevişirsin ve bunları hep müzikle, dansla, aşkla belki yine filmle yaparsın. Çünkü tarihin hangi döneminde nasıl bir sisteme doğmuş olursan ol, güzel müzik ve lezzetli tatlarla her an her yerde karşılaşabilirsin. İnsanlar bunun birikimini tarih boyunca bir şekilde yapabildiler. Tarih boyunca derken, sanat tarihinden değil de; tabii ki onun da mümkün kıldığı (ama biraz da sıktığı) kendi müzik listelerimizden bahsediyorum daha çok. Babanızın gece yattığınızda söylediği ilahiden ya da uzaklardan gelen mektuplardan bahsediyorum.

Peki sanatın üretim ve paylaşım yollarının bir sektör olmaktan çıkarılması, sanatçıya desteğin de sermaya merkezli olmaması ve sanatın sokaklarda dolup taşması için ne yapabilirim? Yine gidip bir ağacın altında hikaye yazıp onu gelip geçene okutmaktan başka yapabileceğim daha iyi bir şey yok. Bu uzun bir süre daha böyle devam edecek gibi görünüyor. Biz alternatif paylaşım alanları yaratamadıkça da, zaten, bizi özgürleştirenin tam da bu paylaşımlar olduğunu hem doğruluyoruz; hem de sadece bu paylaşımlara kısıtlanmış oluyoruz. Çünkü mesela İstanbul Modern’de barbar olup olmadığını annene sorarak özgürleşememen pek tesadüf değil ve herkes de bunun farkında. (tam da yapmaya çalıştığın sanat olayının tam tersi yönünde giderek üstelik) Sanatın özgürleştirdiği bilgisi, tam da bu yüzden çocukluğumuza ait bir bilgi olarak kaldı en saf haliyle. Denizler büyüdüğünde kültürün ve sanatın da kendi sektöründe sınıflara, bölgelere ve ön – arka raflara ayrıldığını gördü. Bugün de alternatif olduğunu iddia eden hiçbir siyaset henüz buna bir çözüm getirebilmiş değil. Zaten pek ilgi alanları da değil. Çünkü Gezi, orta ve orta-üst sınıf bir hareketti; nitekim, sanat ve onu paylaşma yolları da öyle. Bu yüzden Gezi’de bu kadar fazla “kültür – sanat” vardı. Evet. Ayrıca bugün şirketler birbiriyle Denizlerin işinden memnuniyetinin hep üst seviyede olması, en çok çalışılmak istenen şirket olmak gibi “ciddi” rekabetler içerisindeler ve bu yarışın en yoğun yaşandığı alan yine kültür ve sanat. Resmin, edebiyatın, müziğin, dansın ve hatta bilimin, siyasetin gençleşemediğine hayıflanan ve alternatif olduklarını iddia eden söylemler tarafından bu derece sermayenin kollarına bırakılması hepimiz için çok acı.

Geçmişi hatırlarken neyi değiştirebildik diye sorduğumuzda yaşadığımızı hissedebilmek için hikayelere geri döneriz, şarkı söyleriz…  Çok önemli bir hafızadır toplumlar için sanat. Ama işte, bizim ne olmayı tercih ettiğimizle alakalı bir durum bu. Bir o kadar da özgürlüğü nasıl yorumladığımızla ilgili.

Tam da en çok şey söylenebilecek yerinde bırakmak lazım ki güzel bir müzik açılsın, çaylar demlensin, muhabbetin şanı yürüsün ertesi sabahlara.  Zaten yazının bittiğine bakmayın, sadece en zor yerine geldim ve tek başıma devam etmek istemiyorum çünkü bu daha başlangıç!

 *Van Gogh

Bahar Topçu

 

 

Bahar Topçu

More in Yeşeriyorum

You may also like

Comments

Comments are closed.