Çocukluğumda köyümüzde [1] yaşadığımız eve televizyonun ilk gelişini dün gibi hatırlarım. National marka ve doğal olarak siyah beyazdı. Sanırım 1974 ya da 1975’ti. Almanya’dan yaz tatiline gelen babam Ordu’dan alıp getirmişti. O zamanlar televizyon yayınları akşam İstiklal Marşı ile başlar, gece İstiklal Marşı ile biterdi. Yani toplam 5-6 saat yayın olurdu. Haber öncesi, haberler, haber sonrası dizi ya da film ve kapanış gibi, sanırım. Vadideki Hayat, Bonanza, Küçük Ev gibi dizileri hiç kaçırmazdık. Kaçırmazdık, çünkü zaten haftada bir gün hep aynı saatte olurlardı ve nefesimizi tutarak izlerdik. Hem de nasıl izlemek; köydeki birkaç televizyondan biri bizde olduğu için Vizontele’deki TV izleme sahnelerine benzer bir kalabalıkla.
Şimdi yüzlerce film ve dizi arasından izleyecek bir tane bulamamaktan şikâyetçiyiz. Herkes birbirinden dizi ve film önerisi istiyor. Sürekli yeni bir dijital yayın platformu açılıyor. Abonelikler oradan oraya akıp duruyor. Ne var ki tatmin olan bir kişi bile tanımıyorum. Bunca bolluk arasında korkunç bir açlık var. Oysa biz haftada üç dizi ile çok ama çok mutluyduk. Hani daha fazla üretip daha fazla tükettikçe daha fazla mutlu olacaktık?
‘Bombacı’
Aslında sözü buraya getirmeye niyetli değildim ama fena da olmadı, bu tüketim çılgınlığı da yazının bir boyutu olsun. Biz gelelim esas konuya. Bunca girizgâhı birkaç gün önce izlemeyi bitirdiğim bir diziye lafı bağlamak için yaptım aslında: Manhunt: Unabomber. Sanırım pek çok kişi izlemiştir, çünkü yeni bir dizi değil. Yaşanmış bir olaydan uyarlanmış bu dizi. FBI kayıtlarında Unabom Case olarak geçiyor. Bir seri bombacı var ve onu bulmak için didinen FBI. Tabii bir de kendini bu işe adamış bir FBI ajanı. Alışıldık bir konu, işin doğrusu. Pek alışıldık olmayan yanları ise bana göre şunlar: Birincisi seri bombacının üstün zekâlı (IQ 160) bir matematikçi olması. İkincisi bombacının teknoloji toplumuna yönelik oldukça esaslı eleştirilerinin bulunması. Üçüncüsü de bombalamak için seçtiği hedefler. İşte, ben bu hedefler tarafında takıldım. Neden mi? Okumaya devam edin o halde.
Theodore Kaczynski (hem dizide hem de gerçek hayattaki isim bu) adlı bu bombacının ana hedefleri, geçmişte yaşadığı olaylar nedeniyle (burada daha fazla detayına girmek istemiyorum) üniversiteler ve havayolu firmaları. Bu nedenle Unabom Case deniyor; ‘University’den ‘UN’ ve ‘Airline’dan ‘A’, yani ‘UNA’ ve ‘bombing’ yani bombalama sözcüğünden ‘BOM’. Doğal olarak bombacıya, yani Kaczynski’ye de Unabomber deniliyor. ‘Unabomber’ın (biz ona bundan sonra UB diyelim) 1995 yılında bombaladığı, aynı zamanda son eylemi olan yer ise Kaliforniya’da bir ormancılık derneği. Ama bu dernek benim de üye olduğum Türkiye Ormancılar Derneği gibi değil, kereste endüstrisi işiyle uğraşanların derneği. Bu eylemde Gilbert Brent Murray adlı bir kereste endüstrisi lobicisi yaşamını yitiriyor. Tam bu noktada şunu da belirtmiş olayım, UB’nin birazdan açıklayacağım düşüncelerini büyük ölçüde doğru buluyor olsam da şiddet içeren, insanlara ya da diğer canlılara zarar veren hiçbir eylemi onaylamam, benim doğama aykırı olduğundan söz konusu bile olamaz. O nedenle teknoloji toplumuna eleştirilerini genel olarak haklı bulduğum UB’nin eylemleri suçtur ve yanlıştır. Yazımdan başka bir anlam çıkarılmasını, o eylemleri övdüğümün sanılmasını istemem.
UB neden kerestecileri hedef aldı?
UB’nin yakalanmasına da vesile olan ve 1995 yılında FBI’ın izniyle Washington Post gazetesinde yayımlanan Endüstri Toplumu ve Geleceği adlı makale ya da manifesto teknoloji toplumuna ağır eleştiriler getiriyor. Genel olarak endüstri ve teknoloji toplumunun insanları köleleştirdiğini düşünen UB yaptığı bombalara da bu nedenle FC harflerini yazıyordu. Freedom Club (Özgürlük Kulübü)’ın baş harfleri yani. Yazımın hacmi nedeniyle daha fazla detaya giremediğim düşüncelerin sahibi UB’ye göre çözüm ise doğaya dönüş. Bu nedenle kendisi ormanın ortasında, oldukça basit bir kulübede, elektrik ve su tesisatı olmadan ilkel koşullarda yaşıyor uzun yıllar boyunca. FBI tarafından da o kulübede yakalanıyor zaten. UB endüstri ve teknoloji toplumunun bir uzantısı olan kereste endüstrisini bu nedenle hedefine koyuyor. Ormanların kereste endüstrisinin talepleri doğrultusunda tahrip edilmesi UB’nin hem ana felsefesine aykırı olan hem de ormanda yaşarken yakından tanık olduğu bir durum.
Mesleki deformasyon da denilebilir, nerede ne yapıyor olsam ormancılıkla bağ kurduğum bir şey görüyor, bir olaya şahit oluyor ya da bazı şeyler duyuyorum. Ama UB’nin hikâyesini anlatan diziyi izlerken, o kadar da mesleğimle ilgili ki, ister istemez zihnim Türkiye’de ormancılığın rotasına zıplıyor. Bu köşede artık yıllardır diyebileceğim kadar uzamış bir zaman diliminde yazıyorum ormancılığımızın çıkmazlarını, yanlışlarını. Sadece ben yazmıyorum, başka bazı meslektaşlarım da yazıyor veya değişik platformlarda dile getiriyoruz. Ne yazık ki ormancılığımızın rotası iyice çığırından çıkmış durumda. İşin tuhafı, durum sanki hiç de böyle değilmiş gibi her şeyi güllük gülistanlık gösterme çabaları da hızını hiç kesmiyor. Siz bu yazıyı okuduktan beş gün sonra yeni bir 11 Kasım perdelemesine şahit olacağız. Perdeleme diyorum, çünkü ormancılık bilimi açısından tek başına bir anlamı bulunmayan fidan sayılarını, doğru-yanlış havada uçuracaklar ve ülke ormancılığının bütün sorunlarını perdelemeye, gözlerden kaçırmaya çalışacaklar.
Hafıza-ı beşer nisyan ile maluldür, insan unutur. Sanıyorum ki daha üç ay önce yaşanan büyük yangınları ve o yangınları önleme ve söndürmede yaşanan başarısızlığı da unutmuş olabilir toplumun büyük bir bölümü. ‘Bilmem kaç milyon fidanı toprakla buluşturduk’ gürültüsü içerisinde unutmayanlara da unutturmaya çalışacaklar. Sadece yangınları mı? Korunan alanlardaki sorunları, örgüt ve personel yapısının kanayan yaralarını, yasal düzenlemelerle orman sınırları dışarısına çıkarılan ve çıkarılma tehlikesi ile karşı karşıya olan alanları, madenciliğe, turizme, şuna buna pervasızca tahsis edilerek yok edilen orman alanlarını ve daha neler neleri. Ve elbette, son yıllarda orman endüstrisinin taleplerini karşılama sevdası nedeniyle halkın ormanlarının, yalnızca o sektörün yararına ama bütün halkın zararına olacak şekilde aşırı odun üretimi yoluyla tahrip edilmesini. Bu yazımı, olayın o boyutuna istatistiklerle değinerek tamamlayayım. Aslında bu köşedeki ‘Orman diye diye’ başlıklı yazı dizimin beşinci bölümünü de aşırı odun üretimine ayırmıştım. O yazıda yine istatistiklerle durumun vahametini aktarmıştım. Dilerseniz bu kez da FAO’nun farklı istatistikleri ile tabloyu resmetmeye çalışayım. Aşağıdaki grafiği hazırlarken FAO’nun iki ana veri setini kullandım. Birincisi Forest Resources Assessment 2020 veri seti. Bu veri setinden ülkelerin orman varlığı, odun üretimin ayrılan orman alanı miktarı ve ormanlardaki ağaç serveti ile karbon depolama durumu gibi bazı bilgileri alabiliyoruz. İkincisi ise FAOSTAT ormancılık üretim ve ticareti veri seti. Buradan da ülkeler ya da bölgeler itibariyle odun üretimi ve ticaretine ilişkin veriler alınabiliyor. O veriler ışığında bazı ülkeler ve Avrupa ile dünya genelinde ormanlardaki toplam ağaç servetinin ne kadarının bir yılda kesilerek odun haline getirildiğini hesaplayarak basit bir grafik haline dönüştürdüm. Sonuç şu:
Gördüğünüz gibi Türkiye’deki oran (0,02009) çoktan Avrupa ortalamasını (0,00838) iki buçuğa, dünya ortalamasını (0,01050) ise neredeyse ikiye katlamış durumda. İşin daha vahim yanı ise yetkililerin odun üretimini daha da artırmayı amaçladıklarını ifade eden açıklamaları. Olsun ama biz yine de 11 Kasım’da, gerçek sayısının ve türünün ne olduğunu, nereye dikildiğini ve sonrasında neye dönüştüğünü bilmediğimiz fidanların toprakla buluşması şovunu kutlayalım ve güzel rüyalar görmeye devam edelim. Bu sırada ormanlarımızda yaşanan diğer bütün sorunlarla birlikte, ekolojik bir çöküşe zemin hazırlayacak boyutta çığırından çıkmış odun üretimi faaliyetleri sırf orman endüstrisi sektörünün bir kesimini mutlu edebilmek için, bugün yaşayan ve gelecekte yaşayacak insanların tamamının ve elbette doğanın bütün unsurlarının zarar göreceği şekilde devam etsin.
Laissez faire, laissez passer bildiğimiz bir slogandır. Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler diye Türkçeye çevrilmiştir. Ne dersiniz, sloganı ‘Bırakınız yapsınlar, bırakınız kessinler’ diye güncellesek mi?
[1] Ordu-Mesudiye’ye bağlı Yeşilce köyü.