Ahmet Atıl AşıcıYeşeriyorum

Avrupa Birliği’nin krizi ve yerel ekonomilerin önemi

0

İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda dönemin Fransız Dışişleri Bakanı Robert Schuman kıta Avrupa’sında bir daha savaşların yaşanmama, daha doğrusu bu düşüncenin tamamen imkânsız hale getirilmesi için bir öneri ortaya attığında Avrupa Birliği’nin de temelleri atılmış oldu. Son yüzyılda Fransa ve Almanya’yı üç büyük savaşa sürükleyen nedenlerin başında sanayi için gerekli hammaddeleri barındıran Ruhr- Ren ve Saar bölgelerinin hâkimiyeti geliyordu. Bu amaçla 1951’dekurulan Avrupa Çelik ve Kömür Birliği ekonomik kalkınma için gerekli hammaddelerin ulusal çıkarlar için kullanılmasını imkânsız hale getiriyordu. Çıkarları ortaklaştırıp barışı ve gelişmeyi garanti altına almaya çalışan siyasi mantığı Avrupa Birliği’nin Maastricht, Kopenhag gibi tüm kurucu anlaşmalarında bulmak mümkün. Ancak o günlerde Avrupa ülkelerini birleştiren bugün ayrıştırıyor. Yunanistan’daki kriz, İspanya ve Portekiz’in içinde bulundukları zor ekonomik koşullar, Almanya’da patlak veren zehirli gıda krizleri bu durumun yansımaları sadece.

1950’lerde Avrupa ülkelerini birliğe götüren süreçte barışçıl siyasi öngörü kısa vadeli ulusal ekonomik çıkarları yenmeyi başarmıştı. Kuşkusuz kıta Avrupa’sında 40 milyonu aşkın kişinin hayatına mal olmuş, ülkeleri harap etmiş 2. Dünya Savaşı gibi bir acı deneyim bunu olanaklı kılmıştı. Hammaddelerden başlayarak, pazarların ortaklaştırılmasına, yasaların uyumlaştırılmasına dek alınan siyasi kararlar, imzalanan anlaşmalar sayesinde barış içerisinde herkesin daha çok kazanabileceği düşü gerçekleşmişti.  Her yeni katılımla AB genişlerken pazar da büyümüş, kıta sermayesi karlılıklarını artırabilmişti. Avrupa’nın görece fakir ülkeleri için bu zenginler klubüne üye olmak, AB fonlarına erişmek, zenginleşmek demekti. Fakat bunun bir bedeli vardı, çoğu zaman sıradan halkın ödemesi gerekmiş olan.

Örneğin Yunanistan ve İspanya 1980’lerde üye olarak AB’ye girdiklerinde diğer üyelere nazaran daha fakir, yerel piyasaların ağırlıkta olduğu bir ekonomik yapıya sahipti. Bütünleşme sürecinde yerel ekonomiyi oluşturan unsurların uluslararası sermayenin eline geçmesini önleyecek bir mekanizma yoktu ne yazık ki. Bugün geldiğimiz noktada ne Atina ne de Barselona sokaklarında yerli bir marka bulmak kolay değil. Adları aynı kalsa da oteller büyük otel zincirlerinin eline geçmiş, otantik kahvelerin yerini Starbucks dükkanları almış, çikolata, bira gibi yerele özgü tatlar barındıran ürünler yine aynı marka altında fakat tek bir şirketin kontrolüne girmiş durumda.  Doğu Avrupa ülkelerinde durum daha da vahim. Yerli namına ne varsa gitmiş desek yalan olmaz. Ekonomik yapıyla uyuşmayan aşırı düzenleme neticesinde maliyetler arttıkça küçük kaynaklara sahip yerli firmalar teker teker uluslararası sermayenin kontrolüne geçerken yerel ekonomiler çöküp, işsizlik yaygınlaşmıştır. Misal, Ortaçağdan beri manastırlarda üretilegelmiş biralar, küçük çiftliklerin adlarıyla anılan peynirler büyük sanayi şehirlerinde üretilmeye başlandığında o ürünlerin etrafında oluşmuş tüm yerel ekonomi çöküyor. AB politikaları, özellikle tarım konusunda bu süreci derinleştirip hızlandırıyor ne yazık ki! Avrupa ülkelerinde tarım kesimini korumaya yönelik başlatılmış Ortak Tarım Politikası 1992 ve özellikle 2005’ten sonra yapılan düzenlemelerle tamamen üretimden kopmuş durumda. 2010 yılında OTP kapsamında harcanan 60 milyar Avro’nun 40 milyarı büyük gıda şirketlerine gitmekte. Küçük çiftçiye ekip biçmesi için değil bir manzara unsuruna dönüşmüş tarlalarını bakımsız bırakmamaları için para ödeniyor. Avrupa’nın yediği meyve ve sebzenin çoğu İspanya ve İtalya’dan gelmekte. Maliyeti düşürmek amacıyla tarım giderek endüstrileşirken ortaya hiç hesapta olmayan kazalar da çıkabilmekte. Almanya’da 39 kişinin ölümüne sebep olan yeşil salata ve salatalıkta rastlanan ölümcül EHEC bakterisinin menşei tartışıla dursun, kimse bu akıldışı sistemi sorgulamıyor?  Üretim hacimleri büyüdükçe, kullanılan kimyasallar artıkça, üretimden paketlemeye süreçler karmaşıklaştıkça gıda üzerindeki denetim de zayıflıyor. Bir yanda boş duran tarlalar, işsiz insanlar, öte yanda büyük bir seraya dönüştürülmüş bölgeler, kötü çalışma koşulları. Gerçekten bunu mu başarmak istiyordu AB?

Bugün Avrupa’lı büyük ağabeyler Yunanistan’a daha aza daha çok çalışmalısın derlerken aslında ortalama Yunanlı’nın Avusturyalılar’dan sonra en fazla çalışan halk olduklarını elbette biliyorlar. Ancak işlerine gelmiyor. Yunanistan’ı, Portekiz’i, İspanya’yı dize getirip ellerinde ne kaldıysa ucuza kapatmak istiyor piyasalar. Yeni Yunan tragedyasında kurban isteyen artık tanrılar değil piyasalar ve onların güdümündeki ulusal hükümetler.  2. Dünya Savaşı’na giden yolu döşeyen ticaret ve kur savaşlarında yaşandığı gibi büyük sermayenin kısa vadeli kar hırsı yine ön planda. AB bu canavarı susturmayı başararak bugüne geldi, ancak büyük bir basiretsizlik ile kendi eliyle bu canavarı tekrar diriltti. Sermayenin tutsağı haline gelmiş AB siyaseti üye ülkelerinin sorunlarını çözemiyor daha da ağırlaştırıyor. Bu durum ülkelerde sağın güçlenmesini, ulusal çıkarların tekrar hortlamasına yol açıyor. Ve AB projesi çatırdamaya başlıyor.   Yeni bir siyasi vizyona ihtiyaç olduğu kesin. Ekonomileri birleştirip, ortaklaştırma temelinde kurulan AB için siyasi ve ekonomik krizden çıkış yerel ekonomilerin tekrar güçlendirilmesidir.

You may also like

Comments

Comments are closed.