Dış Köşe

Yeni bir işletme zihniyeti – Zülfü Dicleli

0

Murat Belge, Taraf’taki köşesinde geçen hafta yazdığı bir iki yazıda, haklı olarak üniversitelerin ve sağlık kuruluşlarının “işletme zihniyetiyle” yönetilmesi yönündeki eğilimden duyduğu endişeleri dile getirdi. Burada “işletme zihniyetinden” anlaşılan, toplumdaki genel kabule de uygun olarak, kâr etmeyi başlıca amaç olarak belirlemek ve kârı ve hissedar değerini azamiye çıkarmaya çalışmaktır. Murat Belge, bu amaçla üniversitelerde “performans ölçülerinin” temel alınmaya başladığını belirtiyor. Ölçü olarak da “hakemli dergilerde yayınlanan makale sayısı” gibi “nicel” şeylerin alınmasının anlamsızlığını vurguluyor. Aynı şekilde hastanelerde de “hekimin baktığı hasta sayısının” performans ölçüsü olarak alınmaya başladığını biliyoruz. Özel hastanelerde de hekimlerin geliri baktıkları hasta ya da yaptıkları müdahale sayısıyla düz orantılı olarak artıyor. Bu yaklaşımların sonucunda, Belge’nin de altını çizdiği gibi, hem üniversiteler hem sağlık kuruluşları giderek “tuhaflaşıyor”.

Eğitim ve sağlık kuruluşlarının kâr amacıyla ve nicel ölçülere göre yönetilmesi yönündeki, 1980’ler sonrasında neoliberal iktisat politikalarıyla (“İşletmenin işi iş yapmaktır” – “Business of business is business” – diyordu Milton Friedman) birlikte yaygınlaşmaya başlayan eğilim, tüm dünyada haklı olarak tepkiler topluyor. “Eğitimin amacı iyi öğrenciler yetiştirmektir, hastanelerin amacı hastaları sağlıklarına kavuşturmaktır; bunlar toplumsal amaçlardır ve nicel olarak ölçülemez” deniyor. Bunlar “işletme zihniyetiyle” yönetilemez, hasta ya da öğrenci “müşteri” değildir diye ekleniyor. Murat Belge de şakayla karışık “Ben akademinin gene lonca gibi yönetilmesini tercih ederim” diyor.

Ne var ki 2008+ krizinden bu yana şöyle bir görüş de giderek güç kazanıyor. “İşletmeler de artık mevcut işletme zihniyetiyle yönetilemez.” Sadece kâr etmeyi amaçlayan ve tüm faaliyetlerini kârlarını en çoğa çıkarmanın gereklerine göre düzenleyen şirket anlayışı yoğun eleştiri alıyor.

Gerçekten de hiçbir doktor, profesör, öğretmen ya da subay “Benim başlıca amacım para kazanmaktır” demez. Elbette her biri geçimini sağlamak için para kazanmak, bazıları çok para kazanmak ister. Ama hepsi de kendi misyonunu insanlara, topluma, ülkesine, bilime vb. hizmet etmek bağlamında tarif eder. Tersi herkes tarafından tuhaf karşılanır. Peki, şirketlerin, “Bizim başlıca amacımız kâr etmektir” demesi de aynı ölçüde tuhaf değil mi?

Onların da kendi amaçlarını insanlara, topluma, ülkelerine, bilime vb. hizmet edecek ürün ve hizmetler üretmek olarak tarif etmeleri gerekmez mi? Bir inşaat şirketine bağlı olarak çalışan bir mühendis kendi mesleki amacını “sağlam ve konforlu yeşil konutlar inşa etmek” olarak tarif ederken, onun maaşını veren şirketin kendi amacını, “kârlarını ve pazar payını artırmak” olarak tarif etmesinde korkunç bir tuhaflık yok mu?

Elbette, her şirketin var kalmak ve gelişmek için kâr elde etmesi gerekir. Tıpkı her insanın yaşamak için nefes almak zorunda olduğu gibi. Ama siz hiç sadece nefes almak için yaşadığını söyleyen bir insana rastladınız mı? Peki, o zaman sadece para kazanmak, kâr etmek için kurulan ve var olan şirketlere ne demeli?

Bir de şu var: şirketlerin insanlar gibi değişmez, dokunulmaz hakları olabilir mi? İnsan hakları evrenseldir, her insan için eşit olarak geçerlidir. Oysa şirketler ancak toplumun kendilerine tanıdığı haklar çerçevesinde işlev görür. Bu haklar toplumun onlara tanıdığı bir takım “ayrıcalıklardır” aslında. Toplumun ihtiyaçlarını giderecek mal ve hizmetleri gerektiği gibi üretmeleri için topluma ait kaynakları (doğal kaynakları ve insan kaynaklarını) kullanma imtiyazı tanınır şirketlere. O nedenle de toplumun onlardan bu görevlerini amasız fakatsız yerine getirmelerini talep etmesi gerekir.

İşte şimdilerde tüm dünyada giderek bu talep yükseliyor. Elbette birçok şirket kendi varlığını ve faaliyetlerini baştan beri bu talebe uygun düzenleyip yürütüyor.Doğaya zarar vermeden, insanların çıkarlarını kollayarak topluma yararlı şeyler üretiyor ve bunu yaptığı için para kazanıyor, kârını artırarak büyüyor. Kimi şirketler şimdilerde önlerine insanlığın ve toplulukların şu ya da bu sorununu çözmeye katkıda bulunacak şeyler üretme hedefini koyuyor, böyle ürün ve hizmetler üreterek para kazanmaya başlıyor. Hatta bunu, kazandığı tüm parayı yeniden aynı hedefe yönlendirerek yapan yeni tür “sosyal girişimler” boy atıyor.

İnternetin ve sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla müşteriler ürünler, fiyatlar ve üreticiler hakkında eskiye oranla çok daha fazla enformasyona erişebiliyor. Satıcıların aşırı kâr marjları ekleme/indirimler uygulama politikalarıyla istedikleri yüksek fiyatlara ulaşması, yerini maliyeti bilen müşterinin kendi istediği fiyatı dayatmasına bırakıyor, müşteri gerçekten “efendi” düzeyine çıkıyor. Şimdilerde müşteriler bu efendi konumunu, üreticileri sorumsuzluktan caydırmaya ve doğayı kirletmeden ya da örneğin çocuk emeği kullanmadan üretmeye ve ahlaklı davranmaya yöneltme doğrultusunda daha bilinçli kullanmaya başlıyorlar.

Tartışılan konular arasında şu da var: Şirketleri yönetenler kime karşı sorumludur? Sadece şirket sahiplerine karşı mı? Sadece hissedarlara mı hesap vermelidirler? Yoksa aynı zamanda çalışanlarına, müşterilerine, tedarikçilerine, içinde faaliyet gösterdikleri topluluklara ve genel olarak topluma – sosyal paydaşlarına – karşı da sorumlular mı? Tartışmada tercihlerini ikinci seçenekten yana yapanların sayısı ve etkisi artıyor. “Şirketler toplumun örgütleridir.” Elbette sahiplerinin sayesinde ve onların çabalarıyla var olurlar, ama sadece onların tercih ve çıkarlarına göre faaliyet gösteremezler artık.

Özetle, tüm dünyada “işletme zihniyetinin” değişmesi, yenilenmesi ve sosyal bir içerikle zenginleşmesi gereken bir aşamada bulunuyoruz. Tuhaf olan işletme ve işletmecilik değil, kârı en çoğa çıkartmaya yönelik işletme zihniyetidir. O nedenle eğitim ve sağlık kuruluşları da kendi amaçlarına ulaşmak için iyi birer işletme olarak yönetilmelidir. Buralarda çalışan insanlardan da şirketlerde olduğu gibi performanslarını iyileştirmeleri talep edilmelidir. Şirketler tıpkı üniversiteler ve sağlık kuruluşları gibi sosyal amaçlar için var olurken, üniversiteler ve sağlık kuruluşları de tıpkı işletmeler gibi verimli olmayı amaçlamalıdır. Hepsi için geçerli olacak yeni bir işletme zihniyetine ihtiyacımız var.

Burada önemli olan, performans ve verimlilik ölçülerinin yeniden tanımlanmasıdır. Bunların, Murat Belge’nin haklı olarak karşı çıktığı gibi “nicel” ölçüler değil, arzu edilen performansa uygun ölçüler olmasıdır.

Toplumun üniversitelerden beklediği performans iyi öğrenciler yetiştirmeleri ve çığır açıcı araştırmalar yürütmeleridir (öğretmen değil öğrenci merkezli eğitim).Toplumun hastanelerden beklediği performans hastalara ilgi göstermeleri ve onları sağlıklarına kavuşturmalarıdır (doktor değil hasta merkezli sağlık hizmetleri).Toplumun şirketlerden beklediği performans doğaya ve insanlara zarar vermeyen süreçler, ürün ve hizmetler geliştirmeleridir (sahip/yönetici değil müşteri/insan merkezli işletme).

İyi öğrenci, çığır açıcı araştırma, hastalık ve sağlık, ilgi, zarar vermek ve vermemek – bütün bunlar bugün ne anlama geliyor, nasıl ve ne kadar ölçülebilir, bu hedefler nasıl sayısallaştırılabilir? Başarıyı nasıl tanımlayacak ve değerlendireceğiz?

Açıktır ki bu konularda geniş mutabakatlara, toplum çapında ortak görüşlere ulaşmak için, en başta sahadakilerin, bu pratikleri en önde uygulayanların –akademinin, iş dünyasının, sağlıkçıların – katıldığı yapıcı tartışmalara ihtiyaç var.

Zülfü Dicleli – www.kuyerel.com

 

More in Dış Köşe

You may also like

Comments

Comments are closed.