Hafta SonuManşet

[Yaşadım Diyebilmek] Sizi hiç cin çarptı mı? – Şahin Tekgündüz

0

Okul dışındaki saatlerde en önemli zevklerimizden biri, şehrin içindeki ana caddenin bitiminden başlayıp Niğde yoluna bağlanan ve o yıllarda bize Paris’in Şanzelize’si gibi gelen bir-bir buçuk kilometrelik yolda tur atmaktı. Yazın tozdan, kışın çamurdan nasibini alan bu yolun adı da ‘şose ’nin Nevşehircesi olan ‘Susa’ idi. Dört beş arkadaş kol kola girer, yazın sıcağı kışın ayazı demeksizin Susa’nın yer yer toprak, yer yer stabilize zemininde bir ucundan öbür ucuna, sohbet ederek birkaç kez volta atardık.Benim dışımda Rüstem Esensoy, Ayhan Gökalp, Yılmaz Özyürek, Zühtü Ellialtı, Ersoylu Dilmen’in gediklisi olduğu bu voltaların en önemli nedenlerinden biri de yarı kapalı perdelerinden bizi gözetleyen Nevşehirli güzellerdi. Hangimizden kaynaklandı bilmiyorum, ama özellikle yaz aylarında hiç vazgeçmediğimiz giyimimiz üniforma gibi beyaz gömlek, gri pantolondu. Zaman zaman kulağımıza çalınır ve gururlanırdık; Nevşehirli güzellerin biz geçerken birbirlerine seslenip beyaz gömlekliler geliyor demelerinden… Hemen her birimizin, yarım kapalı perdelerin arkasına sığınarak mahzun mahzun göz süzen platonik sevgililerimiz vardı. Onların gözlediğini hissettikçe, Nevşehir’in dayanılmaz ayazında bile içimiz ısınır, bedenimizin buz tuttuğunu fark etmez, el etek çekilinceye kadar volta atmaya devam ederdik. Eve geldiğimizde ise yediğimiz fırça ve nasihatleri göz ardı edip, Susa’da birbirimizden gizlemeye çalışarak kurduğumuz hayalleri devam ettirebilmek için sıcak yataklarımıza çekilir, çoğu zaman da suçlulukla karışık bir ıslaklıkla uykuya varırdık.

İşte böyle bir kış gecesinin sabahında oldu her şey. Kız kardeşimin döktüğü suyla yüzümü yıkarken bir gariplik hissettim, sol gözüm sürekli yaşarıyordu. Yataktan kalkarken de aynı duygu içindeydim ve henüz uyanamamış olduğumu düşünmüştüm. Bu durumun geçmeyip daha da artması üzerine helânın girişindeki aynaya baktım. Yüzüm çarpılmıştı. Sol gözümden sürekli yaş akıyor, sadece sağ gözüm açılıp kapanıyor, sol gözüm ise hep açık kalıyordu. Daha dikkatli bakınca dudaklarımın sağ ucunun da aşağı sarktığını fark ettim. Yüzümün sol tarafını oynatamıyordum. Paniklemiştim. Önce kız kardeşimden yüzüme bakmasını istedim. O da aynı şeyleri söyledi. Biraz sonra durum ailenin sorunu haline gelivermişti. Kesin teşhis, cin çarpması idi. Özellikle anneannem sorunu üstlenmiş, bir yandan kimi dualar okuyup yüzüme üflüyor, bir yandan da ahret sualler soruyordu; karanlıkta duvar köşesine işeyip işemediğimden, evden besmelesiz çıkıp çıkmadığıma kadar… Onlara göre durum tartışmasızdı. Ne halt etmişsem etmiş, cine çarpılmıştım ve ağzım yüzüm eğilmişti.

Okulu bırakmak istiyorum

Ertesi gün sorun sadece benim ve bizim evin olmaktan çıkmış, akrabalar ve konu komşu da seferber olmuştu. Yakın komşular, özellikle evimizin arkasındaki evde oturan Damat İbrahim Paşa Kütüphanesi Müdürü Arif Demirtaş’ın karısı Selime Abla ve onun annesi Sıdıka Teyze annemle babamı abluka altına almışlardı. Her kafadan bir ses çıkıyor ve beni hangi hocaya göndermeleri gerektiğini tartışıyorlardı. İçimdeki korku ve isyan giderek büyüyordu. Ben okuldaki öğretmenlerime, özellikle de Türkçe öğretmenim Ahmet Özdemir’e bu durumu nasıl açıklayacaktım, onlara nasıl “beni cin çarptı” diyecektim? Böyle söylersem onların beni nasıl aptal yerine koyacaklarını ve açık açık olmasa da benimle nasıl alay edeceklerini düşünüyor irkiliyordum. Öylesine çaresizdim ki, bir yandan elimde mendille sürekli açık kalan sol gözümün yaşını siliyor, bir yandan da özellikle gülmemeye çalışıyordum. Güldükçe ağzım sağ yanağıma doğru çekiliyor ve sol ucundan da dikkat etmeme rağmen salyam akıyordu. Perişan durumdaydım. Hırstan ve çaresizlikten gizli gizli ağlıyordum. Haber okulda da duyulmuş, arkadaşlarım kapıyı çalmaya başlamışlardı. Onlara görünmemek için köşe bucak saklanıyordum. Sonunda annemin ve babamın şiddetli itirazlarına rağmen okulu bırakmaya karar verdim. Onlar da çaresizlik içindeydiler ve seslerini çıkaramıyorlardı.

Her kafadan bir ses çıkıyor, kimileri nefesi kuvvetli hocalara götürülmemi öneriyor, kimileri verdikleri muskaları boynuma asmaya çalışıyorlardı. Bu yoğun ilgi ve öneriler ise beni iyiden iyiye çileden çıkarıyordu. Sonunda ailenin en yaşlısı ve bilgesi olan, dedemin küçük kardeşi Rıza Amca’ma götürüldüm. O, derin bilgilere sahip, dini bütün bir Müslümandı. Bizleri çevresine toplar, ballandıra ballandıra İslâmî menkıbeler anlatır, biz de gözlerimiz gözlerinde açık ağızla dinlerdik hayran hayran. O da cin çarpma teşhisi koymuş ve uzun uzun dualar okuyup yüzüme üflemişti. Sonra da hepimize uzun uzadıya nasihat edip kulağımı hafifçe çekerek “Ah bu cahil delikanlılar, her haltı yerler sonra da abdest almadan dolaşırlar ortalıkta…” demişti. Kıpkırmızı olmuştum. Onun da önerisi üzerine nihayet karar verilmiş ve Aşağı Mahalle’deki Kedicinin Fuat adlı bir hocaya götürülmem kesinleşmişti. Çaresizdim…

Ölü kurbağa gözleri

Hemen ertesi gün Sâmiye teyzem ve annemle birlikte araya araya zar zor bulduğumuz ara sokaktaki kırık dökük tahta bir evin gıcırdayan kapısından içeri girdiğimizde yoğun bir is ve pislik kokusu genzimi yakmaya başladı. Karanlık denecek kadar loş ve daracık bir tahta merdivenin, bastıkça gıcırdayan basamaklarından yarım kat kadar çıktık. İs kokusu iyice yoğunlaşmıştı. Gıcırdayan küçük bir kapıdan içeri girdik. Kirli ve pis tanımlarının yetersiz kaldığı, koyu renk bir sedir ve birkaç minderle döşenmiş karanlık bir odada bulduk kendimizi. Karşımızda siyah mı kahverengi mi, yoksa kirden mi koyu görünen cübbemsi bir giysi içinde, takkeli, yarısı ağarmış, kılları kirden birbirine yapışmış uzun sakallı, bal mumu gibi kirli sarı suratlı biri vardı. Ölü kurbağa gözleriyle bizi süzdükten sonra sedire oturmamızı işaret etti. Sonra da beni önüne alıp uzamış tırnakları simsiyah kir içindeki mide bulandıran elleriyle çenemden tutup, başımı tek camlı küçücük pencereden sızan ışığa çevirerek yüzümü iyice inceledi. Bir yandan da sakalının kirli kılları kapattığı için zor seçilen dudaklarının arasından kıpır kıpır dua sesleri geliyor, leş gibi kokan ağzından ne olduğunu kestiremediğim bir koku burun deliklerimi yakıyordu. Muayene bittikten sonra anneme dönerek, zor anlaşılır bir dille, beni cin çarptığını, merak etmememiz gerektiğini anlatmaya çalışmış ve bir şeyler istemişti. Ertesi gün bunları tedarik edip yeniden gelecektik. İstedikleri bir kilo bal, tahta bir kaşık, bir miktar deve yünü, birkaç tülbent ve işin en ilginç yanı, hiç giyilmemiş bir yemeninin sol teki idi. Her şeyi anlamıştık da giyilmemiş yemeninin sol tekinin ne anlama geldiğini bir türlü kestirememiştik.

Oradan çıkar çıkmaz soluğu köşkerler (ucuz mest, yemeni ve ayakkabı yapan esnaf) çarşısında aldık. Sâmiye teyzem benden gizleyerek annemi engellemeye çalışıyor ama annem çaresizlik ve panik içinde dükkânlardan birinden birine geçiyor, hiç giyilmemiş yemeni ya da mest teki arıyordu. Dükkân sahipleri bizim Kedici Fuat’ın hastası olduğumuzu anlamıştı ve yemenilerin giyilmemiş olduğundan kuşkulandıkları için sürekli bir başka dükkâna gönderiyorlardı. Belli ki hem günaha girip çarpılmamak hem de dürüst davranmak istiyorlardı. Sonuçta bir köşker, istediğimiz yemeni tekini büyük bir güvenle verdi. Yine onların tarifiyle deve yününü de kolaycı bulmuştuk.

Yemeninin sol tekindeki giz

Ayaklarım geri geri gidiyordu ama ertesi gün elimizde sipariş edilenlerle Kedici Fuat’ın karşısına dikildik. Tedavi seansları başlamıştı. Kedici beni karşısına oturttu, o hiç giyilmemiş yemeninin sol tekini sol eline geçirdi ve dua okumaya başladı. Duasına yer yer ara verip yüzüme üflüyor, tükürükleri yüzüme çarparken o iğrenç kokulu nefesi genzimi yakıyor, sonra da elindeki yemeni tekini bir mala gibi kullanarak yüzümdeki çarpıklığı düzeltmeye çalışıyordu. Bunu yedi kez tekrarladıktan sonra tahta bal kutusunu önüne aldı. Başını önüne eğip birtakım dualar okuyor, sonra da ağzından tükürükler saçarak, balın üzerine üflüyordu. Bunu da birkaç kez tekrarlı. Bu fasıl da bittikten sonra beni iyice kendine yaklaştırdı ve üzerine tükürükleri saçılan balı pis mi pis elleriyle sol yanağıma sürmeye başladı. Bunaldıkça bunalıyor ama sesimi çıkaramıyordum. Sol yüzümü iyice balla kapladıktan sonra deve yünlerinden parçalar alarak bal tabakasının üzerine yapıştırmaya başladı. Ballar damla damla boynuma ve oradan içime sızıyor, her yerim yapış yapış oluyordu. Kapladığı deve yünlerinin üzerini de tülbentle iyice sardıktan sonra bu sargıyı hiç çıkartmamamızı ve iki gün sonra tekrar gelmemizi tembihleyerek bizi bıraktı.

Ağlamaklıydım. O, Susa’da arkadaşlarıyla poz attıran Şahin gitmiş, yerine bir gözü zor kapanan, ağzı çarpık, yüzü tülbentle sarılı, boynu boğazı yapış yapış bal bulaşığı garip bir yaratık gelmişti. Ağlamamak için kendimi zor tutuyordum ve bir daha gitmeyeceğim diye bar bar bağırıyordum. Kedici Fuat’taki tablo evde babama anlatılınca işin rengi biraz değişmeye başlamıştı. Babam durumu Nevşehir’in tek eczacısı Hilmi Atay’a anlatmış, o da bunun bir yüz felci olabileceğini ve mutlaka doktora gitmemiz gerektiğini söylemişti. Zaten benim baş edilmez tepkim de buna eklenince başka yolların aranmasına karar verildi. Doktora gidilecekti, ama hangisine. Nevşehir’de o yıllarda sadece iki doktor vardı. Birisi benim ortaokul arkadaşım Ayla’nın babası Dr. Hamdi Kocabaş, öteki de Eczacı Hilmi Atay’ın akrabası olan göz doktoru Kâmuran Bey… Hilmi Bey babama “Bizim Kâmuran göz hekimi ama bu işlerden anlar, ona gitmenizi tavsiye ederim” demişti.

“Beni Türk hekimlerine emanet edin”

Bu gelişme de yeniden büyük tartışmalara neden olmuştu. Konu komşu, onlar cin çarpmasından ne anlar, diye doktora gitme fikrine şiddetle karşı çıkıyordu. Nevşehir o yıllarda tıp konusunda fakir mi fakir bir şehirdi. Eczaneye genellikle Aspirin, Novaljin, Gripin gibi ağrı kesici almak için gidilirdi.

Doktorların yazdığı reçetelerdeki ilaçların çoğu ise hazır olarak bulunmaz, eczanenin arkasındaki laboratuvar denilebilecek küçük bölümde müstahzar (Osmanlıca hazırlanan) adıyla hazırlanırdı. Kimyasal ve doğal birtakım malzemeler özel hassas terazilerde tartılarak seramik ve porselen çanaklarda karıştırılır ya küçük kavanozlar içinde ya da güllaç kapsüllerle kullanım tarifesiyle birlikte satılırdı.

Eczacı Hilmi Bey’in tavsiyesi üzerine ertesi gün annem ve babamla Kâmuran Bey’in karşısında idik. Kâmuran Bey beni iyice muayene ettikten sonra sol yüzümün şiddetli bir soğuğa mâruz kaldığını ve “facialis” (yüz) felci geçirdiğimi söyledi. Sonra beni bir güzel sorguya çekti. Ona eksi bilmem kaç derecede arkadaşlarla Susa’da yürüdüğümüzü anlattım. Gerçekten bıçak gibi kesen bir ayazda en az iki saat volta atmıştık. Annem de anneannem, teyzem ve kız kardeşimle yattığımız arka odada soba olmadığını, geceleri çok soğuk olduğunu, hatta camların gece buz tuttuğunu anlattı, babamın ters ters bakmasına rağmen, yüzümü gece üşütmüş olabileceğimi söyledi. Felç sözcüğünün ürkütücülüğüne rağmen, “cin çarpması” salaklığından sonra “facialis felci” teşhisi doğrusu bana ilaç gibi gelmiş, Kedici Fuat’tan kurtulmuş, rahatlamıştım. Altı ay süreyle aşırı soğuklarda dışarı çıkmamam, yüzümü sıcak tutmam, bir ay boyunca ise her gün yüksek dozda bir B vitamini iğnesi yaptırmam ve C vitamini almam gerekiyordu. Bir ayın sonunda da Kâmuran Bey’e kontrole gidecektik.

Bir aylık tedavi, kalçalarımın iğneden delik deşik olmasına rağmen kolay ve çabuk geçmişti ama ağzımdaki çarpıklık ve sol gözümün sulanması yıllarca sürdü. Yıllarca gülmekten çekinmiş ve zorunlu durumlarda hep ağzımı elimle kapatmak zorunda kalmıştım. O yıllarda çektirdiğim fotoğraflarda yüzümün simetrisi hep bozuk çıkmıştı. Kedici Fuat ise belleğimde sürekli kirli ve isli bir yara olarak kalmıştı. Anımsadıkça o pis bal mumu surat, ağzından yayılan iğrenç nefes ve is kokusu hâlâ burnumun direğini sızlatır.

 

 

Şahin Tekgündüz

 [email protected]

 

 

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.